KALP BİLGİ ÜRETEN Mİ?

KALP BİLGİ ÜRETEN Mİ?

ALPEREN GÜRBÜZER

Akıl beş duyumuzun kaydettiği bilgileri harmanlayarak bir sonuca varır. Bir tür kanaat önderimizdir akıl melekesi. Zira beyne gelen bilgileri yorumlama işi akla ait bir donanım olup, bilgi üreten fonksiyonel organsa kalbe ait bir husustur. Nitekim beyin beş duyumuzun saldığı bilgileri işleyip kayıt altına aldıktan sonra ekran görevi yapar sadece, bir nevi beyin hard diskinde (hafızasındaki) yer alan yazılım programını akıl vasıtasıyla ekrana taşır. Yani sanıldığın aksine bilgiyi üreten akıl değil kalptir. Kalp sayesinde göz ve kulak gibi organlarımıza sürekli duygu sağınımı gerçekleşir. İşte bu duygu selinin yansıması neticesinde beyin üzerinde gerçekleşecek akli yorum sayesinde bilgiler kuvve-i fiile dönüşür. Bilindiği üzere beş duyu organımızın dördü başta, diğer biri ise cildimize kodlanmıştır. Belli ki kalpten gelen hisler ve beş duyu reseptörlerince (alıcı organlar) alınan duyular beynin çeşitli istasyonlarında geçirilip değerlendirildikten sonra ilgili reseptörlerin cinsine göre zihinde karşılık bulup gerektiğinde görme, gerektiğinde işitme, gerektiğinde hissetme, gerektiğinde koklar hale geliriz. Şurası bir gerçek; aslında insanoğlu duyulara adeta göbekten bağlı olduğu için dış dünyaya ait algıladığımız tüm veriler aslında duyuların bize tanıttığından başkası değildir. Yani gördüğümüz, dokunduğumuz, tattığımız, kokladığımız her şey beynimizde oluşan elektrik sinyallerinden başkası değildir. Sanki bir hayali yaşıyoruz anbean. Keza başımızı yastığa koyup uyuduğumuzda bile beynimiz uyumuyor, sadece ekran karartma tarzında bir hal yaşıyoruz. Hatta beyin uykudayken kendini fark ettirmese de kararan ekranın arka planında hayali bedenimiz kalbimizin açtığı dosyalar üzerinde çalıştırılıp ta ki gün ışığında uyanıncaya kadar hayata hazır tutulur. Belli ki dünya bizim uyku halimiz, gerçek uyanış elbet ahirette gerçekleşecek. Bu yüzden gölge niteliğinde evreni hakikat sanıyoruz. Baksanıza görme reseptörüne gelen uyarılar beynin arka planında yer alan görme merkezine ulaştıktan sonra burada elektrik sinyali şeklinde işlenip zifiri karanlık nokta diyebileceğimiz bir noktada tüm âlemi seyreyliyoruz. Düşünebiliyor musunuz kapkaranlık beyin içerisinde aydınlık bir dünya algılaması var. Aslında gördüğümüz her şey (obje-eşya) tıpatıp aynısı değil, gördüğümüz sadece gözümüze gelen uyarıların beyin üzerinde etkisi sonucunda zihinde karşılık bulan elektrik sinyalleridir. İşte bu yüzden evrene gölge dedik, yaşadığımız hayata ise hayal dedik. Tıpkı rüya halimiz de olduğu gibi yarın mahşerde dirildiğimizde dünyanın bir hayal olduğunu elbet anlayacağız. Çünkü rüyada bile görür, dokunur, koklar, işitir ve birçok olayı uyanıkken algıladığımız gibi birçok olayı yaşarız, ama uyandığımızda rüyada şahit olduğumuz tüm nesnelerin hepsinin duman olup kaybolduğunu fark ederiz. Meğer gördüğümüz her madde veya nesne aslı değilmiş, bilakis beyin dünyasında elektrik sinyaline dönüşen müsvedde kopyalarmış. Bir kere beyin her gördüğü şeyi bilmekten acizdir. Bir kere gözümüz bir nesneyi görmeye dursun, göz gördüğü o nesneyi sinyal şeklinde derhal içeri atıp zihin tarafından obje (örneğin ağaç) olarak karşılık bulmasına vesile olmaktadır. Yani gören beyin değil zihnin kodlamasıdır. O halde Yunusun; “Malda yalan, mülk de yalan, var biraz da sen oyalan” dediği bir hayal âleminde yüzüyoruz. Eşyanın gerçek anlamda hakikatini Allah bilir, bize ise oyalanmak düşer. Maddeymiş, dünyaymış, şuymuş, buymuş hepsi bir gölge olup bunlar gerçekte beynimizde oluşan elektrik sinyale dönüşmüş algılamalardır. Hiç şüphe yok ki mutlak hakikat Allah’tır, diğerleri gölgedir sadece.
Bazen duygulandığımızda gözyaşımıza sahip olamayız, neden acaba? Hiç düşündünüz mü? Çünkü gözyaşı kalbin otoritesiyle salgılanır, akılsa beyin mekanizmasında sahne alır adeta. Hatta arkadaşlar arasında zaman zaman konuşurken benim altıncı hissim kuvvetli deriz ya, işte onun gibi bir şey olsa gerektir algılama. Yani altıncı his derken önsezimizin varlığına işaret ederiz. Önsezi bazen iç sıkıntı, bazense neşe şekilde zuhur edebiliyor. İşte bu noktada kalbe ait önemli bir unsuru ortaya koyuyoruz. Ki bunun adı: önsezi gerçeğidir.
Anlaşılan beyne yazılmamış duygular kalp barkodundan geçip bilgi üretimine dönüşüyor. Kalp bununla da kalmayıp aynı zamanda duygu seliyle birlikte sevgi iksirini bağrında gizliyor. Derken sevgi selimiz kalp tarafından beyine aktarılarak anlam kazanıp ya sözle, ya da beden dilimizle karşımızdaki varlığa sevgimizi ilan etmiş oluruz. Böylece gönlümüzün dile gelmesi kalp sayesinde vuku bulur. Demek oluyor ki direk olarak bilgi üreten merkez kalpmiş, bilgiyi beyin bilgisayarında yorumlayan ise akılmış. Keza kalbin kumandasında faaliyet gösteren beyin vücudun % 20 enerjisini tükettiği artık bir sır değil. Niye tüketmesin ki bunca koşturmanın ardından bir insan ortalama 2500 kalorilik enerji tüketip, bunun da 500’ünü beyin harcıyorsa helali hoş olsun demekten başka ne diyebiliriz ki.
Kur’an ayetlerini derinlemesine incelendiğinde Kur’an’ın doğrudan akla hitap etmediği görülecektir. Bu yüzden Rabbül âlemin insan kalbini muhatap kabul eder. Zira vahyi ancak kalp anlar. Böylece vahyin dışında eşyanın hakikati hakkında “Her şey zıddı ile bilinir” kuralın gereği mukayese yaparak bilgi ediniriz. Fakat fizik ötesi âlem böyle değil. Şöyle ki Allah’ın zıddı olmadığından, akıl Yaratanı kavramaktan acizdir, O’nu ancak kalp hisseder ve en nihayet ‘Amenna saddak‘ der Mevla’ya teslim oluruz. Dolayısıyla Kur’an’da geçen; ‘Allah kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş ve gözlerine bir perde inmiştir ve bunların hakkı azim bir azaptır’(Bakara suresi ayet:17) ayetini Dr. Haluk Nurbaki Allah-ü Teala; sanat şaheserim olan bu kalbe imza attım. O’nu imanla ve sevgiyle doldurmazsanız mühürlerim şeklinde yorumlamıştır. Hatta Rabbül Âlemin; ‘Ben yere göğe sığmam Mü’min kulumun kalbine sığarım’ beyan buyurarak bu manaya işaret etmiştir.
Vesselam.

http://www.facebook.com/pages/Selim-G%C3%BCrb%C3%BCzer/270156429678799

KENDİNİ ARAYAN İNSAN
SELİM GÜRBÜZER
Aslında akıl; mat ve donuk bir melekedir. Belki de akıl donuk olmaktan çıkıp kendini akl edebilseydi insanın kendisini bilmesine ve aramasına gerek kalmayacaktı. Bu yüzden Sokrates “insan bilgilerini doğuştan getirir” der. Hatta Sokrates “Şayet insan kendi haline bırakılırsa kötülüğe meyledeceğini, dolayısıyla birinci önceliğimiz insana kendini tanıtmak olmalıdır” demekten kendini alamaz da. Keza Alexi Carrel’de buna benzer ifadelerle kendini arama noktasında akıl yoluyla bilmeyi öngörmüştür. Peki, bu arada bizim Yunus ne diyor, birde ona bakalım:
“İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir,
Sen kendini bilmezsen
Bu nice okumaktır.”
İşte bizim Yunus’un gönül penceresinden meseleye baktığımızda ‘kendini bil’ hakikatiyle bir kez daha yüzleşmiş oluruz. Ama nasıl yüzleşilir denildiğinde ise bu kez Mevlana Hz.leri imdadımıza yetişir. Ve bu hususta son noktayı şöyle koyar: “O akıl ki, onun aklı (bağı) vardır, o parça akıl eğer aklından (bağından) kurtulursa tam akıl olur.”
Evet, şimdi gel de bu müthiş sözler karşısında şapka çıkarma, son derece deruni ve bu mana yüklü sözler aklımızı başımızdan aldı dersek yeridir. Hem akıl bu durumda firar etmekten başka ne yapabilir ki, Mevlana tam akıldan söz ediyor çünkü. Yani kendini bilmeyi idrak edecek marifetullah aklıdır bu. Dolayısıyla aklın başımızdan firar etmesi gayet tabiidir. En iyisi mi biz aklımız hazır firar etmişken, başımızı gömdüğümüz kumdan çıkarıp bari şöyle güneşe bakıp oradan bir anlam çıkarmaya çalışalım. Gerçektende Güneşe baktığımızda tıpkı o da akıl gibi kendinden bihaber dışı aydınlık içi karanlık bir hal vaziyette gözüküyor. Besbelli ki iç aydınlık sadece insan ruhunda var. O halde kendimizi ruhun derinliklerinde aramamız icab eder. Ancak dedik ya, aramak içinde marifet ilmine ihtiyaç vardır. İlim olmadan sırf kuru aklımızla yola koyulursak yolda haramilere yem olacağımız besbelli. Muhakkak ki hak ve hakikat yolunda bir bilenin rahle-i tedrisatından geçmeli ki ‘kendini bil’ ilminden maksat ve gaye hâsıl olmuş olsun. Öyle ki kendini bilen insan eşyanın tabiatına vakıf olurda.
Evet, insan olarak büyük bir arayış içerisinde yola koyulduğumuzda, bu arada bizimle birlikte bu dünyada soluklayan cemadat, nebatat ve hayvanatın bizden farkını da, yani kendilerine biçilen hududun dışına taşmadıklarını da fark etmiş oluruz. Belli ki bizim farkımız kendi kabımızın dışına taşabiliyor olmamızdır. Neyle, marifetullah ilminde ifade edilen ‘kendini bilme ve tanıma’ ilmiyle elbet. Yeter ki bu ilme talip olunsun insan kendi ten kafesini aşabileceği gibi fizik ötesi âleme kanat çırparda. Bu demektir ki kendini bilme ilmi insana eşrefi mahlûkat bir varlık olduğunu hatırlatıp kendini aşmaya teşvik ediyor. Hani tasavvufta dört kapı üç makamdan bahsedilir ya, insanın kendini aşması da aynen bu kabilden dört kapıdan geçip üç makamlık aşmayla kemale erer. Malum bu dört kapı şeriat, tarikat, marifet ve hakikat kapılarından başkası değildir. İşte kendini aşmak budur. Ki, kendini aşma insanın dışında hiçbir mahlûkta yoktur, yüklendiği misyon neyse o çerçevede hareket edecektir. Hakeza madde içinde öyledir, asla kendi kabını aşamaz. Hem maddenin iç gözü mü var ki kendi kabını aşsın, kaldı ki tabiatın işlenmesi insan eliyle işlenmek suretiyle ekonomik değer kazanmakta. Bakmayın siz öyle maddenin mineral bakımdan zengin bir rezerve sahip olmasına, bu kadar zenginliğine rağmen diğer varlıkların gerisinde makamı temel seviyededir (alt katmandadır). Yani bu temel seviyesinin üstüne çıkıp da bina olamamaktadır. Çünkü kendi üstünde bitki hayvan ve insan var olup değim yerindeyse onlara mineral seviyede vitamin olmaktadır. Dahası kendisinde açlık ihtiyacı var mıdır yok mudur bilinmez ama şu bir gerçek fayda bakımdan tüm üst katmanlara can suyu oluyor ya, bu yetmez mi? Hazır açlıktan söz etmişken, mesela bitkilerde açlık fizyolojik bir ihtiyaç olarak baş gösterirken hayvanlarda adeta içgüdüsel bir izdırap şeklinde kendini gösterebiliyor. Malum insanda ise ya kıtlık hallerinde ya da farz mahiyetinde gönüllü oruç tutmakla kendini hissettirebiliyor. Neyse ki fizyolojik ihtiyaçlar aynı besin zinciri halkası üzerinde alt birimden üst birime doğru canlı cansız varlıklar birbirinden istifade ederek ihtiyaçlarını karşılayabiliyor.
Anlaşılan o ki kâinat sır yüklü bir âlem. Şu da var ki gün gelip bu sır yüklü elemde tükenişe geçecektir, çünkü baki olan sadece Allah’tır. Nasıl tükenişe geçmesin ki, bikere gıda ihtiyacı canlı ya da cansız hiç fark etmez geriye doğru işlemektedir. Çünkü her çırpınış ve kıpırdayış sarfiyat demektir. Her canlı ayakta kalabilmek için kendi altında ki zayıf halkadan bir canlıya muhtaç olabiliyor. İnsan ise ya avlayarak, ya ekip biçerek, ya da tabiatı işleyerek ihtiyaçların giderebilmektedir. Öyle anlaşılıyor ki canlılar âleminde ileriye doğru hamle sadece insanda var. Üstelik İnsan hem kendini yenileyebildiği gibi hem de tabiatı işleyip üretime dönüştürebiliyor da. İcabında maddeye şekil verip kültürel varlık hale dönüştürebiliyor. Örnek mi? İşte Mimar Sinan’ın elinde taşın kültürel varlık hale gelmesi bunun tipik göstergesi zaten. Gün gelir kültürde insana yetmez, bu kez bir üst aşamaya sıçrama arzusu saracaktır, böylece bu iştiyakla medeniyet mertebesine sıçrarda. Derken gün gelir medeniyette insan ruhun doyurmaz, bu kez insanda sonsuzluğa kanatlanmak arzusu bürür. Tabii insanın sürekli olarak yerinde duramayışı gayet tabii bir durum, çünkü tüm yaratılanlar içerisinde sonsuzluğa vurgun olan tek varlık insandır. Aksi takdirde geriye doğru yaşamak insan için büyük bir işkence ve çile olacaktır. Şimdi gel de insan bu durumda sonsuzluğu vurgun olmasın. Zira hayatın gerisinde eşya, ilerisinde ruh vardır. Dolayısıyla insanın sonsuzluğu vurgun olmasında, ya kim olsun.
ZEKÂ
Zekâ her ne kadar beyni çağrıştırsa da aslında o şuur altı bir melekedir. Yani zekânın beyinde tezahür etmesi beynin bir parçası olduğu anlamına gelmez. Tıpkı bu monitör ile bilgisayar hard diski arasındaki ilişkiye benzer bir irtibat söz konusudur. Bu ilişkide monitör beyin vazifesi görürken, bilgisayar hard diski de zekânın görevini üstlenmiş olur. Keza aynı benzer yapı televizyon ekranı ile verici ve alıcı sistemleri arasında da söz konusu. Sonuçta hangi örnekleri verirsek verelim beynin bir et parçası bir monitör olduğu gerçeğini değiştiremeyecektir. Öyle anlaşılıyor ki tüm objektif ve sübjektif veriler beyne ait değil, kalbin kumandasında üretilen fıtri zekâya ait verilerdir. Beyin sadece gelen verileri akıl süzgecinden geçirip görüntü görevi yapmakta. Nitekim Peygamberimizin “Her doğan çocuk Müslüman doğar” sözü bunu teyit ediyor. Zira Müslüman olmak zeki olmayı gerektirir. Zaten Yüce Allah insanın içine iyilik ve kötülük duygusunu birlikte verdiğini beyan etmiştir. İşte bu noktada yaratılıştan var olan fıtri zekâmız dünyaya mümin olarak gelmeyi tercih edecektir. Akıl ise tercih edemez, çünkü akıl melekesi doğduktan sonra ancak buluğ çağında olgunlaşıp sahne alabiliyor. Dolayısıyla zekâ sayesinde doğuştan Müslüman olmamız gayet tabii bir durumdur. Başta da belirttiğimiz gibi akıl mattır, fonksiyon kazanabilmesi için buluğ çağına kadar epey yoğrulması icab eder. Yani epey yoğrulduktan sonra gerek fıtri zekâmızın ürettiği verileri, gerekse dış dünyadan yansıyan verileri kendi süzgecinde mukayese ederek ancak görünmeyenleri akl edebiliyor. Dedik ya, akıl doğuştan değil sonradan biçimlendiği içindir aklı başına gelmesi çok zaman alabiliyor. Zaten aklı başına geldiğinde de akıl baliğ olmuş oluyor. Burada mühim olan aklı başına gelmesi değil, önemli olan fıtri zekâ melekesiyle barışık olması çok mühimdir. Malum sırf akılla bir yere kadar yol alınabiliyor, mutlaka özüne ruhta katmalı ki kendi kabımızı aşabilelim. Ki buna mecburuz da. Aksi halde eşyalaşır, donuklaşır ve diğer canlılardan hiçbir farkımız kalmaz. Farkımızı fark ettirmek için kalbin kumandasında görev ifa eden fıtri zekâmızdan destek almamız icab eder. Hatta destekte yetmez, marifet ilmine de ihtiyaç vardır. Ama nasıl? Elbette ki, bir Gönül Sultanının rehberliğinde seyr-i süluk idmanına talip olmakla bu ihtiyaç giderilir de. Şayet eşyanın esaretinden kurtarıp gerçek manada özgürlüğü tatmak diye bir derdimiz varsa bu ilme talip olmaya mecburuz da. Talip olduğumuzda görülecektir ki biz maddenin peşinden değil, madde bizim peşimizden koşacaktır. Nitekim Miraç mucizesi bunun bariz göstergesi de. Zira binek olan ruh değil Burak’tı. Dahası Burak, ruha tutunarak ötelere kanatlanabildi. Her ne kadar insan görünürde cismani varlık olarak görünse de marifet ilmine vakıf olduğunda kendi kabını aşıp enginlere sığmam taşarım misali fizik ötesi âleme yol alabiliyor. Besbelli ki marifet ilmini idrak edebilecek donanım sadece insanda var. Bu idrak ve kabiliyeti elde etmek için de illaki bir irfan ehlinin rahle-i tedrisatından geçmek gerekir. Aksi halde sonradan edindiğimiz çok güvendiğimiz kendi aklımızla bir arpa boyu yol bile kat edemeyiz.
Evet, her doğan çocuk Müslüman doğsa da çocuk büyüdükçe fıtri yapısına sadık kalabileceği gibi fıtri yapısının tam zıddı bir yola da kayabiliyor. İşte buna meydan vermemek için bunu kimi zaman biz nerden geldik nereye gidiyoruz kendimize sormakla, kimi zamanda olan bitenin ne anlama geldiğini tefekkür etmekle anlam kaymamızı önleyebiliriz. Derken en nihayetinde bir irfan ehlinin dizinin dibinde diz çöküp marifet ilmini tahsil ederekten fıtratımızla barışık Müslüman’ca yaşayaraktan ömrümüzü tamamlayabiliriz pekâlâ. Dahası aklın robotlaşmasına izin vermeyip fıtri yapımızda var olan zekâ güdüsüyle Müslüman’ca ömrümüzü tamamlamakta fayda var. . Hele tercihini Allah’a ‘abd’ olmaktan yana kullanan bir insan eşyaya tamah etmeyip kalbin kumandasında zekânın güdüleriyle hareket ettiğinde kendi kabına sığmayıp ötelere kanat çırparda. Hatta bunu sanat dünyasında bile görebiliyoruz. Tabii ki sanat dünyası derken müsbet manada gerek güzel sanatlarla iştigal edenler, gerek edebiyatçı yazarçizerler, gerekse müzisyenleri kast edip üzerlerinde ince bir ruh seciyesinin varlığı gözlerden kaçmaz da. Öyle anlaşılıyor ki, müsbet manada tüm icra edilen sanat dallarının beslendiği ilham kaynağı kalbin derinliklerinde kodludur. İşte bu kodlara dalındıkça bir bakmışsın sanat ve estetik dünyasını üç boyutun dışına çıkma arzusu bürüyebiliyor. Bunun tersi durumunda ise bir bakıyorsun sanatkârlar sansar, dâhiler şebek olabiliyor. Kelimenin tam anlamıyla gerçek sanatkâr insanın yaratılış mayasıyla özdeş eser ortaya koyabilendir, bunun dışında bütün çabalar kuru gürültüden başka bir anlam ifade etmeyecektir. Her ne varsa o ruhta gizli. Azcık bir gayretle insan, icra ettiği sanatında bir şekilde ‘ruh’ gerçeğiyle yüzleşebiliyor. Öyle ya, eşyanın köle olmuş sırf kuru mantık kurgusuyla ancak eşyanın sadece dış kabuğu idrak edilebilir. Satıh üstünün ötesine bir adım ileri geçilemeyeceği muhakkak. Madem öyle mutlaka neydik edip fıtri kodlarımıza dönmemiz gerekir ki kendi kabımızı aşabilelim. Bu arada bizi özümüzle buluşturacak kapı ise irfan ehlinin işaret ettiği şeriat-tarikat-marifet ve hakikat ilminin tahsil edildiği kapılardır. Yok, ben kapı mapı bilmem, kendi bildiğim yoldan giderim deniliyorsa biliniz ki bu kafada olanlar kendilerini eşyanın boyunduruğu altında ya bir robota, ya makineye ya da bir otomatik cihaza bağlamış olur. Ne diyelim bu düşüncede olanlar kendi yoluna devam ede dursun bize ise bir irfan ehlinin kapısına bağlanıp kendi kabımızı aşmak yaraşır. Öyle ya, madem sırf kuru mantıkla sonsuzluğu kanat çırpılamıyor, o halde bizi özümüze döndürecek irfan kapılarına yönelmekte fayda var. Çünkü ben kendi kendime yeterim mantığının değil kendi kabını aşmayı kendi önünü bile görememe gibi bir açmazı söz konusudur. Kendini aşacak istidad ancak marifet ilmiyle hemhal olanlara has bir durumdur. Dolayısıyla ben kendi kendime yeterim demekle aslında kendi öz fıtri yapısına ters bir tavır içerisine girilmiş olunuyor. Maalesef böyleleri bir bakmışsın bir arpa boyu yol kat edemeden arkalarından hiçbir hayra vesile olacak eser bırakmadan virane halde bu dünyadan göçüp giderler de.
Malum günümüzde pozitivist akım sırf aklı rehber alarak vakıaları değerlendirdikleri için Allah’a ve dine ihtiyaç duymazlar. Dahası Yaratıcıya güç atfetmezler akla güç atfederler. Şimdi sormak gerekir, bunun anlamı “Ey Yaratıcı! Sen sus, eşya -madde konuşsun, robotlar konuşsun” demek değilse peki ya nedir? Allah korusun pozitivist anlayışa kapılsak her şeye materyalist gözle bakıp iç gözden mahrum kalacağız demektir. Bakın şöyle tarihimize, medeniyet olarak dünya tarihine mührümüzü vurmuşsak bunu pozitivist bir akılla değil fıtri zekâmız ve ruh köklerimizle başardık. Zira “Medeniyetler madde ile değil manevi ruhla kurulur” gerçeği bunu teyid ediyor. Teyitten öte, ruh köklerimiz sayesinde cihangir devlet olmuşuz da.
Anlaşılan o ki; Allah Teâlâ insanı hem madden hem ruhen mükemmel yaratması boşa değil. Öyle ki insan zekâsı tarih boyunca, kutsal kitaplardan, Peygamber tebliğinden ve Evliya-i kiram sohbetlerinden aldığı muhabbeti ve desteği hiç bir kaynaktan alamadı da. Şayet fıtri zekânın keyif aldığı bu muhabbet sürdürülebilirse, biliniz ki Allah’tan gayrı tüm sahte mabutlardan sıyrılmak çok kolay olacaktır.
BİLGİ
Eşyanın dilini insan diline çevirmenin adıdır bilgi. Bilgiyi böyle tarif ettik ama şu bir gerçek, donuk olan eşyaya mana kazandırmak maharet gerektirir. Yani eşyaya anlam katmak marifet ilmine haiz olmayı gerektirir. Zaten marifet ehlinin kıymeti de eşyanın tabiatına vakıf olmasından ileri gelir. Bu yüzden kendilerinden dahi ve deha olarak söz ettirirler de. Nasıl söz ettirmesinler ki, medeniyetlerin oluşumunda deha şahsiyetlerin çok büyük rolü vardır. Öyle ki, Mimar Sinan çapında bir dehanın elinde taş bir anda mana kazanabiliyor. İşte bu ve buna benzer örnekleri pekâlâ çoğaltabiliriz de. Demek oluyor ki maddeye ruh yüklendiğinde büyük bir medeniyet bilgi birikim perspektifi ortaya çıkabiliyor. Madem öyle bilgiyi maddeyi sübjektifleştirmenin ham verisi olarak da tanımlayabiliriz. Hem bilgi nasıl ham veri olmasın ki, bikere bilginin kaynağı yüce Allah’tır. Elbette ki böylesi kaynaktan beslenen bilgiyi ham veri olarak tarif ettikten sonra çok rahatlıkla bilgiyi objektif bilgi, sübjektif bilgi ve mutlak bilgi diye kategorize ederiz de. Zira objektif bilgi eşyanın dış yüzünü oluştururken, sübjektif bilgide maddenin iç yüzünü oluşturur. Mutlak bilgide hiç kuşku yoktur ki Allah’a has ilim sıfatının tecellisi bilgidir. Mutlak bilginin dışında beşer planında bilgiyi ele aldığımızda bilgiden maksadımız ansiklopedik bilgi edinmek temel gaye olmamalıdır. Aksine insanın temel gayesi bildiği ile amel edip Marifetullah şuuruna ermek olmalıdır. Bakın Necip Fazıl bu manada Şeyhi Seyyid Abdülhâkim Arvasi Hz.lerine olan bağlılığını Efendim şiirinde şöyle dile getirir de: “Ölmemek neymiş; senden öğrendim. Kayboldum sende, Sende tükendim. Sordum aynaya, Hani ya kendim? Benim Efendim.” İşte görüyorsunuz Necip Fazıl’da bir arayış içerisine koyulduğunda aynada kendini değil marifet irfan ehlini görüyor. Böylece Efendisini rabıta etmekle ‘Marifet’ ilmi nedir, bu bilince ererde. Nasıl bu bilinçte olmasın ki, objektif ve sübjektif veriler hakikate perde olmak için değil bilakis ayna olmak için vardır. Ki; marifetullah ilmi insanı hakikat deryasına daldırır bile. Nitekim Yüce Allah bu hususta şöyle beyan buyurur da: “Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde sakınacak bir kavim için elbet birçok ayetler vardır” (Yunus, 6).
İnsanoğlu yaratılışından buyana şöyle geriye dönüp baktığında hep bir arayış içerisinde kendinde bir şeylerin eksik olduğunu fark edecektir. Öyle ya insanoğlu geçmişten bugüne onca teknolojik hamle kat etmesine rağmen ruhundaki eksikliklerin giderilememesi bir yana bunalımlardan bir türlü başını alamıyor da. Demek ki teknoloji de insanı huzura erdirecek bir güç değildir. Oysa asıl huzura erdirecek gücün sırrı Mevlana’nın “Hamdım, yandım, piştim” dediği dört kapı üç makamda gizlidir. Öyle ki huzura giden yolda ‘şeriat, tarikat, marifet ve hakikat’ dört kapımız olurken, ‘İman, İslam ve İhsan’ üçgenimizde üç makamımız olur. Demek oluyor ki, insanoğlu sırf teknolojiye odaklanıp kuru akılla yol alırsa kendisinde bir şeylerin eksik olduğunu hissetmesi gayet tabiidir. Bilhassa bu yaşadığımız çağda huzura ermek için hem madden hem de manen çift kanatlı olmayı gerektiriyor. Kaldı ki teknolojinin içine ruh üfleyemedikten sonra kalkınsan ne, kalkınmasan ne, bunların hiçbir kıymeti harbiyesi olmayacaktır. Gerçek değişim ve dönüşüm kendi özümüzü keşfetmekle kıymet ifade edecektir. Yinede az gittik uz gittik derken geçte olsa eksizliğimizi sezebilmişiz ya, hiç yoktan en azından bazı aklı evveller gibi ‘benim aklım bana yeter’ demiyoruz, buda bir gelişme sayılır elbet. Madem kendi eksikliğimizin farkına vardık, şimdi artık bunun üzerine bir şeyler katmak zamanıdır.
Peki, sadece eksikliğimizi mi fark ettik, bunun yanı sıra zekâ’nın fıtri bir sübjektif kavram olduğunu, bu fıtri güdü sayesinde Allah’ın varlığını idrak etmiş olduk. Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus zekâ içgüdüsünü hayvan güdüsüyle karıştırmamak gerektiğidir. İşte bu noktada karışıklığa meydan vermemek adına hayvan için dış güdü demek daha uygun olur. Aksi halde Allah tarafından insanın fıtratına yerleştirilen zekâ melekesinin objektif ve sübjektif kuşatıcılığını atlamış oluruz. Nasıl ki mekanizm denilince madde, tropizm denince bitkiler, güdü deyince hayvanat akla geliyorsa, zekâ deyince de insan akla düşer ki, bu da kuşatıcılığına işaret eder. Şayet madde, bitki ve hayvan için bir akıl izafe ya da atıfta bulunacaksak madde içinde mekanizm neyse, bitki için tropizm neyse, hayvan için dış güdü neyse, insan içinde akıl odur diyebiliriz. Fakat zekâ bundan istisnadır, çünkü zekâ ne mekanizme (atom içerisindeki elektronların seyreylemesi gibi) ne tropizme (ışığa yönelme refleksi) ne de dış güdüye benzer, bunların üstünde bir melekedir. Kaldı ki insan diğerlerinden farklı olarak doğuştan zekidir.
Şu da var ki yaratılan canlı cansız her mahlûk ister mekanizm güdüsüyle, ister tropizm güdüsüyle, ister dış güdüyle, ister zekâsıyla hareket etsin sonuçta birbirine muhtaç şekilde var olma mücadelesi vermekteler. Ama nasıl? Hiç kuşkusuz kendi altındaki varlıktan istifade etmek suretiyle varlığını devam ettirebilmekte. Ancak bu istifade ediş ateistlerin sık sık dile getirdiği sömürme şekliyle tezahür etmez, tam aksine birbirinin ihtiyacının gidermeye matuf bir yardımlaşma faaliyeti şekliyle vuku bulur. İnsan ise diğer varlıklardan farklı olarak bir gün gelip öleceğinin bilinciyle yardımlaşma zincirine katkıda bulunur. Şayet insan ölümsüz varlık olsaydı beslenme zincirin halkasında hiçte gelecek kaygısıyla hiçte yaşama endişesi taşımasına gerek kalmayacaktı. Yine de unutmayalım ki asl olan bu dünyada karın doyurmak değil, asl olan yaratılış gayemizin gereği Allah’ın bahşettiği nimetlerine şükretmek mühimdir. Öyle ya şükretmezsek bizim diğer yaratıklardan ne farkımız kalır ki.
KALP
Sanıldığının aksine bilgiyi üreten akıl değil kalptir. Akıl için değim yerindeyse sadece yaratılıştan var olan zekânın ürettiği verileri yorumlamada aracı bir kurum dersek yeridir. Yani bu demektir ki müşahhastan mücerrede geçiş ancak kalbin kumandasında zekâ marifetiyle akl edilmekte. Beyinin burada rolü ise beş duyu organından gelen bilgileri kayd edip aklın yorumlamasına kapı aralamak olsa gerektir. Dikkat edin akıl için sadece yorumlama melekesi dedik, çünkü bilgi üretme yeteneği kalbin kumandasında zekâya has bir keyfiyettir Kaldı ki zekâ, aklıda akl eden bir meleke. Kumanda kalbin elinde olunca akl etmesine şaşmamak gerekir. Malum kalbe ait en önemli olgu sezgidir. İşte kalbin bu sezgi gücüdür ki duyular aracılığıyla beyne sürekli veri aktarımı sağlanabiliyor. Bir bakmışsın veri aktarımının varlığı bir gözyaşı şeklinde ya da bir sevinç şeklinde kendini hissettirir de. Oldu ya duygularımızı bastıramadık, bu kez aklıselim devreye girip üzerimize sükûnet hali sinecektir. Sakın duyguda neymiş deyip geçmeyelim, biliniz ki tâ kalbin derinliklerinden kopup gelen tutku selidir o. Hani bazen duygulandığımızda gözyaşımızı tutamayız ya, aslında o tutamamak hali daha henüz beyne yazılmamış kalbe ait önseziden başka bir şey değildir. Keza bazen “Benim altıncı hissim kuvvetlidir” deriz ya, bu da öyledir elbet. Örnek mi? İşte gerek mutluluk hormonu denen serotonin salgısı olsun, gerek stres hormonu denen noradrenalin salgısı olsun, gerekse değişik türden salgılar olsun hiç fark etmez sonuçta tüm bunlar da kalbin önderliğinde gerçekleşen salgı faaliyetleridir.
Peki ya, hormon salgıları dışında sezgilerimiz nasıl yansır derseniz, mesela varsayalım ki beyin ekranında yansıyan sezgi bir nağmeyse bu noktada biliniz ki dil ve kulak duyuları aracı olacaktır. Yok, eğer yansıyan sezgi beğeni türünden bir şeyse bu kez aracı ekranımız göz olacaktır. Oldu ya ortada beş duyumuzu da kapsayacak sezgi seli söz konusu, bu kez göz, kulak, burun, dil, deri hepsi birden aracı olacaklardır. Şöyle ki sevdiğine bir çift sözü olan bir âşık insanı düşünün, hemen kalbin derinliklerinden kopan sevgi önsezisi yetisi beyin ekranında sevdiğine ilanı aşk etmiş halde yansıyacaktır. Ne diyelim aşk bu ya, kalbin önderliğinde gönlün kaynayıp beyin süzgecinde dile gelişi denen hadise bu olsa gerektir.
Evet, akıl sadece araçtır, asla gaye değildir. Nitekim Kur’an doğrudan akla değil, kalbe hitap etmesi bunun teyidi zaten. Bilhassa vahyi ancak kalp önsezisiyle hissedip tasdik edebiliyor, aklın bu derece hissetme gücü yoktur ki hemen tasdik edebilsin. Yukarıda da belirttik ya, akıl sadece beş duyudan gelen verileri ya da evrende olup bitenleri 'her şey zıddı ile bilinir' kuralı çerçevesinde kıyas yapıp harmanlayarak insana bir yere kadar rehber olabiliyor. Dolayısıyla bunun dışında akla olağan üstü misyon yüklemek abesle iştigal olur. Bir yere kadar rehber olduğu şundan besbelli ki, ekser ulemamız aklı en son delil olarak görmüştür. Çünkü aklen mukayese edilen bir olgu doğruda çıkabilir, yanlış da. İlla ki vahiy ve sünnet süzgecinden geçmesi gerekir ki delil olarak kabul görsün. Demek ki ismiyle müsemma aklın akl edemeyeceği çok hususlar söz konusu. Mesela Allah’ın zıddı bir şey olmadığından, akıl bu durumda Yüce Yaradanı hiçbir varlıkla kıyas edemeyeceğinden firar etmek zorunda kalacaktır. Öyle anlaşılıyor ki Yüce Yaradanı hiçbir varlıkla kıyas yapmaksızın ‘Amenna ve saddakna' diyerekten tasdik edecek tek melek-i kuvvet kalptir. Nitekim Dr. Haluk Nurbaki Kur’an’da zikredilen ‘Ki, Allah kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş ve gözlerine bir perde inmiştir ve bunların hakkı azim bir azaptır’ (Bakara suresi ayet:17) ayetini; “Sanat şaheserim olan bu kalbe imza attım. Onu imanla ve sevgiyle doldurmazsanız mühürlerim” diye yorum getirmekten kendini alamazda.
Hâsılı kelam Rabbul Âlemin; “Yere göğe sığmam Mümin kulumun kalbine sığarım” beyanı her şeyi izah etmeye yeter artar da.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3335/kendini-arayan-insan.html

KALP BİLGİ ÜRETEN Mİ?
SELİM GÜRBÜZER
Akıl beş duyumuzun kaydettiği bilgileri harmanlayarak bir sonuca varıp böylece akıl melekesi bir tür kanaat önderimiz olur. Zira beyne gelen bilgileri yorumlama işi akla ait bir melekedir, Bilgi üretme işi ise kalbe ait meleke bir özelliktir. Nitekim beyne kodlanmış akıl melekesi kalbin önderliğinde beş duyumuzdan gelen bilgileri işleyerekten pek çok şeyi akl etmiş oluruz. Yani bu bir anlamda kalbin ürettiğine aracılık yaparaktan kanaat oluşturmuş olur. Tıpkı bu bilgisayar hard diskinde olduğu gibi kalp hard diskinde yazılmış olan yazılım programının akıl harmanında işlenip beyin ekranında sahne alma hadisesidir. Ve aklın beyin ekranında sahne alışından anlaşılan o dur ki şimdiye kadar tüm ezber bildiklerimizin tam aksine bilgiyi üreten akıl değil, meğer kalpmiş. Mesela şimdiye kadar “akıl varsa varım” bildik ezberimizin tam aksine işin gerçeği “kalp varsa o halde varım” denen bir hakikat tablomuz söz konusudur. Nitekim kal önsezi sayesinde göz, kulak ve beyin gibi organlar işlevlik kazanıp böylece göz görmüş olur, kulak işitmiş olur, beyin akl etmiş olur. İşte kalbin önderliğinde beş duyu organlarımıza gönderilen önsezi salınımları akıl harmanında harmanlanıp beyin ekranında sahne almasıyla birlikte tüm ham bilgiler kuvve-i fiile dönüşmüş olur da.
Bilindiği üzere beş duyu organımızın dördü baş organımızdadır, diğerleri malum kol bacak ve gövdemizde konumlanmışlardır. Belli ki kalp hard diskinden salınan önsezi mahiyetindeki ham bilgiler beş duyu organlarının reseptörlerince (alıcı organlar) bağlanıp beynin çeşitli istasyonlarında değerlendirildikten sonra görme istasyonunda görme, işitme istasyonunda işitme, dokunma istasyonunda hissetme, koku alma istasyonunda koklama şeklinde tezahür etmesiyle birlikte hayatın içinde var olmaktayız. Dahası şu bir gerçek; insanoğlu duyu reseptörlerinden gelen verilere göre hareket ettiği içindir dış dünyaya ait algılarımız da duyuların bize tanıttığı veriler çerçevesinde şekillenmektedir. Öyle ki gördüğümüz, dokunduğumuz, tattığımız, kokladığımız hemen her şey beynimize mesaj olarak gönderilen elektrik sinyallerinin sahne almasından başkası değildir. Bir başka ifadeyle kalp önseziyle görsel, işitsel, kokusal, dokunsal kanallarla edindiğimiz tüm bilgiler aynı zamanda hayal deryasında yaşadığımızın bir göstergesi algılarımızın ta kendisi bilgilerdir. Nitekim başımızı yastığa koyduğumuzda uyuduğunu sandığımız beynimiz aslında uyumuyor, oysaki ekranını karartıp bize sadece bir başka âlemin hayalini gösteren bir algı uykusudur bu. Öyle ki beynimiz dünya ile olan irtibatını tam kesik veya yarı kesik uykudayken her ne kadar kendini fark ettirmese de sonuçta kararan ekranının arka planında bir bakıyorsun kalbimizin açtığı bambaşka hayali dosyalar üzerinden bu kez bedenimiz görünür âlemde değil de rüya âlemi olarak hayata tutundurulup gezindirilmiş olur. Derken bedenen mışıl mışıl uyuduğumuz yatağımızdan gözlerimizi açıp uyandığımızda günlük yaşadığımız dünya ahvalimizin de tıpkı rüya âleminde ki gibi uyku hali olduğunu idrak etmiş oluruz. Hiç şüphesiz ki asıl gerçek uyanış ölümle birlikte dirilişe geçtiğimizde vuku bulacaktır. Nitekim bu hususta Allah Resulü (s.a.v)’in beyan buyurdukları “İnsanlar uykudadır. Ölünce uyanırlar (perdeler kalkar)” ve “Cennetteki hurilerden yalnız tek bir tanesi yeryüzüne çıksa, gözleri kamaştırır ve güneş gibi bütün fezayı aydınlatır” (Tecrid-i Sarih, No: 1182) hadis-i şeriflerinin mana ve ruhuna uygun asıl uyanışımız vuku bulacaktır. Düşünsenize bu öyle gerçek manada bir uyanış olacaktır ki Mevlana Hz.lerinin “Sen düşünceden ibaretsin, geri kalanın et ve kemiktir” diye işaret ettiği ahiret dirilişinin vuku bulacağı bir uyanış olur bile.
Evet, Peygamberimiz (s.a.v)’in de diriliş öncesi beyannamesinde beyan buyurduğu veçhiyle ete kemiğe bürünmüş dünya halimiz bile aslında uyku hali bir ahvaldir. Yani bu söz konusu ahval ve şerait içerisinde şuan ki içinde bulunduğumuz konum ahirette biçeceğimizin dünyada ekmekte olduğumuzun gölgesini yaşadığımız bir konumdur. Dolayısıyla hakikatin gösterileceği ahiret hayatını şimdilik görmediğimiz için şu an yaşadığımız gölge konumunda bulunduğumuz evreni hakikat sanıyoruz. Yine de hakikatin ta kendisi sandığımız dünyamız gölgede olsa sonuçta dünya gölgesi datasından görme reseptörüne bağlanan tüm objeler (eşyalar) beynin arka planında elektrik sinyalleri şeklinde konumlanıp burada zifiri karanlık diyebileceğimiz bir mekânda rafine edilerekten gerek uyku halinde gerekse uyanıkken gölge mesabesinde eşyanın işlenmiş tabiatını seyreyleyebiliyoruz. Düşünebiliyor musunuz kapkaranlık beyin kodu içerisinde aydınlık bir dünya algılamamız söz konusudur. Ancak şu da var ki gördüğümüz hemen her olgu (obje-eşya) eşyanın tabiatını tam manasıyla ortaya koyacak tıpatıp türden olguların aynısı değildir, gördüğümüz sadece kalbin önsezisi önderliğinde gönderilen olguların beynin zihin kodlarında karşılık bulan elektrik sinyallerinin bir başka türden işlenmiş tezahür algılardır. İşte bu nedenledir ki evrene gölge dedik, yaşadığımız hayata ise hayal dedik. Öyle veya böyle tıpkı rüya halimiz de olduğu gibi yarın ruz-i mahşerde dirildiğimizde dünyanın da bir hayal olduğunu anlayacağız demektir. Değil midir ki bunun bir hayal olduğu, bir bakıyorsun uyanıkken algıladıklarımızın aynısı gibi rüyada da sergilenen birbiri ardına dizilen pek çok hadiseleri hem görür, hem dokunur, hem koklar, hem işitir konumda olabiliyoruz. Malum uyandığımızda ise tüm nesnelerin ve olayların bir çırpıda hepsinin duman olup kaybolduğunu, böylece rüya âleminde gördüğümüz dokunduğumuz ve işittiğimiz her maddenin her nesnenin ve her olayın aslının aynısı olmadığını bilakis dünyada yaşadıklarımızın değim yerindeyse birer fotokopisi olduğunu idrak etmiş oluruz. Hem kaldı ki beyin kodlarımız her gördüğü olguyu bilmekten de acizdir. Zira gözümüz her hangi bir nesneye odaklandığında gördüğü o nesne bir anda elektriksim sinyaller şeklinde gözün değişik bölümlerinden süzülüp içeri alındıktan sonra zihin kodlarınca algılanan obje olarak karşılık bulup o algılanan obje şayet elmaysa elma deriz, masaysa masa deriz. Burada aslında gören beyin değil kalbin önsezi önderliğinde zihin dünyamızda harmanlanıp yorumlanmış halde her nesnenin bitim noktasındaki sahnelenmiş veya ortaya konmuş kod görüntülerdir. Dahası bu durum bizim Yunus’un “Malda yalan, mülk de yalan, var biraz da sen oyalan” dediği bir hayal âleminde yüzer konumda olduğumuzun görüntüleri bir durumdur bu. Ta ki ömür tükettiğimiz dünya hayatında vademiz dolup ölümümüz vuku bulduğunda öteki âleme ait perdeleri açılır işte o zaman hakikatin tecelli edeceği gerçek görüntülerle buluşacağız demektir. Hiç şüphe yoktur ki mutlak anlamda eşyanın hakikatini Allah bilir, bizimkisi ise sadece dünyada mutlak hakikatin tezahürleriyle imtihan olaraktan oyalanmaktan ibarettir. Yani, maddeymiş, dünyaymış, şuymuş, buymuş hepsi birer gölge imtihanlarımız olup tüm bunlar gerçekte beynimizde oluşan elektrik sinyale dönüşmüş algılamalarımızdır. Kelimenin tam anlamıyla mutlak hakikat sahibi Allah’tır, yaratılanlar ise gölge mesabesinde olgulardır. Burada asıl mühim olan Yüce Allah’ın biz aciz kulların hizmetine sunup lütfettiği olguları müsbet yönde kullanaraktan sırta-ı müstakim üzere oyalanmamız çok mühimdir.
Hazır olgulardan ve algılardan söz etmişken bu arada ister istemez karşılaştığımız her hangi hazin bir olgu karşısında duygulandığımızda “gözyaşımıza neden acaba sahip olamayışımız” sorusu aklımıza takılmaz da değil elbet. Aslında hüzün verici olgular karşısında gözyaşımızı tutamayışımızın sebebi gayet açık net ortada, çünkü kalp önsezi melekesidir, akılsa beyin kodunda olayları kritik eden ve yorumlayan bir melekedir. Aklın kalbin önsezilerini kritik ettiği şunda besbellidir ki kritiğini gözyaşı dökmenin öncesinde değil, gözyaşı döktükten sonra ediyor olmasıdır. Bir başka ifadeyle akıl gözyaşı dökmenin öncesinde devreye girmeyip sonrasında ancak devreye girerekten neden gözyaşlarına sahip olamayışımızı kritik eder pozisyon alabilmekte. Dedik ya, önsezi gerçeği her daim kalbe has bir meziyettir. Bu yüzden bilgiyi üretende kalptir dersek yeridir. Hani kimi zaman olayların gidişatının nereye varacağını çok önceden kestirdiğimizde arkadaşlar arasında mütalaa edip benim altıncı hissim kuvvetli deriz ya hep, aynen öyle de kalbin önsezi algısı da altıncı hisse benzer türden bir öngörü kuvvettir. Böylece bu öngörü kuvveti sayesinde önsezimizin varlığını ortaya dökmüş oluruz. Nitekim günlük hayatta karşılaştığımız pek çok hadiselerde devreye giren önsezilerimiz bir bakıyorsun bazen iç sıkıntı, bazense neşe şekilde tezahür edebiliyor. İşte bu noktada kalbe ait en önemli karakteristik bir haslet ortaya çıkar ki, o da malum: “önsezi” gerçeğinden başkası değildir.
Anlaşılan kalp tarafından üretilen bilgiler beyin barkodundan geçtikten sonra işleme alınıp ya yazıya dökülmekte ya da dil ile ifade edilmekte. Kalp bununla da yetinmez icabında ürettiği bilgilere ruh katıp sevgi iksirini de beş duyu üzerinde etkisini hissettir. Derken kalbin derinliklerinden kopan sevgi selimiz beyine aktarılaraktan zihin kodlarında anlam kazanıp ya sözlü olarak sevgimizi dile getiririz ya da beden dilimizle sevgimizi hissettirmiş oluruz. Böylece gönlümüzün dile gelişi kalp sayesinde sahne almış olur. Bu demektir ki sevgiyi de bilgiyi de üreten merkez kalptir, üretilen bilgileri beyin belleğinde kritik edip yorumlayan ise akıl kodudur. Hani kimi zaman beyin fırtınası yapmaya gerek duyarız ya, aynı gereklilik beyin içinde geçerlilik arz edip sırf bu iş için vücudun % 20 enerjisini tükettiği belirlenmiştir. Tüketmesi de son derece gayet tabiidir, düşünsenize onca beyin fırtınası koşuşturmasının akabinde bir insanın günde ortalama 2500 kalorilik enerji tüketip bunun da 500’ü beyin fırtınası için harcıyorsa bu durumda helali hoş olsun demekten başka ne diyebiliriz ki.
Malumunuz Kur’an’da birçok ayetler derinlemesine analiz edildiğinde doğrudan akla hitap etmediği, Rabbu’l âlemin’in doğrudan insan kalbini muhatap aldığı görülecektir. Zaten vahyi de ancak kalp idrak edebilir, aklın ise buradaki fonksiyonu kalbin idrak eylediği ayetleri tefsir etmektir. Peki ya eşya nasıl idrak edilebilir derseniz, bu noktada “Vahiy” hariç, eşyanın tabiatı hakkında edineceğimiz tüm bilgiler “Her şey zıddı ile bilinir” esasına dayalı mukayese edici bir mantık yürütmeyle ancak idrak edilebiliyor. Dikkat ettiyseniz cümle içinde kullandığımız ifadede vahyi mukayeseden hariç tuttuk. Çünkü vahiy Allah kelamıdır, asla yaratılmış değildir, eşya ise yaratılmış varlıktır. Dolayısıyla mahlûk olan eşyayı ancak kendi zıddıyla mukayese ederek tabiatına vakıf olunabiliyor. Fakat işin içine Allah’ın yüce kelamı söz konusu olduğunda kelam-ı kadim asla mukayese kabul etmez. Öyle ki Allah’ın zıddı olmadığından, akıl bu noktada Yüce Yaradanı mutlak manada kavramaktan acizdir, O’nun zatını ve sıfatlarını ancak hidayete ermiş kalpler hissedip ‘Amenna ve Saddakna‘ der. Aksi halde o kalp hidayetin tecellisinden yoksun olduğundan teslim olmayacaktır. İşte bu noktada Dr. Haluk Nurbaki Kur’an’da zikrolunan; ‘Allah kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş ve gözlerine bir perde inmiştir ve bunların hakkı azim bir azaptır’ (Bakara suresi ayet:17) ayet mealini “Allah Teâlâ; sanat şaheserim olan bu kalbe imza attım. O’nu imanla ve sevgiyle doldurmazsanız mühürlerim” şeklinde yorumlayarak bu hususa dikkat çekmiştir. Madem öyle neydik edip kalbimizi Allah’ı hatırlatacak ilahi tecellilere açık tutmalı ki Yüce Allah’ın ‘Ben kâinata, yere göğe sığmadım, fakat mümin kulumun kalbine sığdım’ diye beyan buyurduğu hadis-i kutsi sırrınca zat-ı ve sıfatlarının tecellileri kalp tarafından hissedilip bilinmiş olsun. Hakeza Allah Resulünün “Kalplerinizi ve niyetlerinizi değiştirmediğiniz müddetçe Allah’ın size olan muamelesi değişmez” hadis-i şerifin sırrınca da bu uğurda gayret göstermeli ki hidayete erenlerden olup kalbimize Lafza-i celal zikir eşliğinde “Allah” dedirtebilelim.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/kalp-bilgi-ureten-mi-5741-kose-yazisi

KALP MUCİZESİ
SELİM GÜRBÜZER
İnsanoğlunda kalple ilgili ilk emareler anne karnında daha dört santimlik iken tezahür etmeye başlar. Hatta kalp başlangıçta içi boş bölmeler haldeyken sonradan bölmeler arasında açılıp kapanan kapakçıklar da teşekkül eder. Derken vücuda damarlar yoluyla kanı pompalayacak donanıma erişir. Kalp olgunlaşıp erişe dursun, besbelli ki damar ağı kalpten önce yaratılmış gözüküyor. Öyle ya önce şebeke ağı tüm vücuda döşenmeli ki, kanın pompalanma işlemleri yerli yerinde devreye girebilsin. Tabii bu da kâfi gelmeyebilir, hemen ardından kirli kanın filtre edilmesi ve artık maddelerin atılma işlemi için kalpten böbreğe açılan bölümlerinde bu iş için devreye girmesi gerekir ki dolaşım sistemi tam tekmil işler hale gelebilsin. En nihayetinde ise akciğer organımız olarak sahne alacaktır. Anlaşılan o ki, ilk aşamada akciğerin tam manasıyla işler hale gelene dek anne karnında embriyo halde çocuğun vücut dolaşımında biriken kirli kanı mevcut bölmeler filtreleyip temiz hale getirmekte. Böylece embriyoyu oluşturan tüm hücreler mevcut bölmelerin minicik keselerine dolacak olan oksijen sayesinde hayat bulmuş olur. Neyse ki anne karnında dokuz aylık bir sürecin ardından dünyaya gelen bebek doğrudan hava akımıyla temas eder etmez akciğerleri biranda aktif hale gelip böylece keseciklere gerek kalmamış olur. Şayet akciğerden yoksun bir halde dünyaya gelmiş olsaydık damarlarımızda her an her salise hiç duraksamaksızın dolaşan kanımız filtresiz dolanımını sürdürmenin neticesinde hayatımız oksijensizlikten kararıp ölümle burun buruna gelmiş olurduk. Her ne kadar anne karnında dolaşım ağımız anne karnında başka, dünyada bir bambaşka işlese de sonuçta her iki durumda da kalbin önderliğinde her şey yoluna girmekte. Nitekim embriyo halde bir çocuğun kalbi emme tulumba idmanı anne karnında başlayıp, dünya hayatıyla birlikte mükemmellik kazanan bir yaratılış mucizesi olarak karşımıza çıkmakta. Düşünsenize ta anne karnındayken tüm fizibilite çalışmalar, tüm ön hazırlıklar ne zaman ki tamamlanıp tüm üniteler devreye girecek hale gelir işte o zaman dokuz aylık bir sürecin ardından dünyaya mükemmel dolaşım bir şebeke sistemi ağıyla donatılmış bir şekilde adım atılmış olunur. Öyle ki dünyaya gelindiğinde kalbin önderliğinde devreye sokulan bu mükemmel donanımının en ufacık emme tulumba sisteminde ki basınç mekanizmasını sekteye uğratacak en ufak bir arızi bir durum görülmez de.
Evet, vücudumuzun sol memenin altından motor gücü olarak konumlanmış kalbimiz ab-ı hayat su misali kanı dokulara ve organlara pompalamakla mükellef bir merkezi organ olduğu anlaşılmakta. Nitekim dolaşıma sokulan kan, kalbin kasılıp gevşemesi sayesinde kapalı bir devre içerisinde damarlar vasıtasıyla tüm vücudumuz hayat bulmakta. Öyle ki kalbin önderliğinde emme basma tulumba diyebileceğimiz bir sistemle birlikte bir yandan kanın çıkışının hemen ardından kalp kapakçıkları otomatik sistem dâhilinde kapanabildiği gibi bir yandan da kanın dokulardan kalbe dönüşünde de otomatik sistem dâhilinde açılabiliyor da. Böylece bu otomatik açılıp kapanan emme basma tulumba sistemi sayesinde kalp matematik program dâhilinde dakikada bir 60 ila 80 aralığında bir hız ritmiyle atmış olur. Bunun anlamı yılda 40 milyon defa atım demektir. Belli ki kalp atımlarıyla birlikte ne kadar koşacağımız, ne kadar yürüyeceğimiz gibi daha pek çok yapılacak olan nice aktiviteler en ince ayrıntısına kadar hesap edilmiş durumdadır. Kalp aynı zamanda organizma için gerekli gaz maddelerini taşıttıran, arter sistemiyle kanı dokulara sevk ettiren, dokular arasındaki madde alışverişi emme basma mekanizmasıyla sağlayan bir sistemin adıdır. Bu öyle mükemmel donatılmış bir sistemdir ki, adına uygun bir şekilde davranıp insanoğlunun kendi eliyle yaptığı tulumbalara taş çıkartacak derecede hem de etten donatılmış bir güç kaynağın adı bir sistemdir. Baksanıza venöz (toplardamarlar) üzerinde düşük basınç oluşturmasından tutunda artık maddelerin venözlere geçmesini sağlamak ve emme-basma tulumba misali bir dizi titreşim hareketiyle kirli kanı kendisine çekme gibi pek çok faaliyetleri üstlenmiş bir donanımızdır.
Peki, emme basma tulumba sistemi venözlere sadece kanın aktarılması için mi devreye sokulmakta? Elbette ki sadece bu iş için değil yine aynı metotla tüm damarlarda dolaşan kana da enjektör pistonunda olduğu gibi basınç uygulanmanın yanı sıra her nefes alışımızda havayla temas sağlanıp akciğere pompalanma işlemlerinin gerçekleşmesi içinde devreye girmekte. Hatta işin içinde kalp ve akciğer arasında gerçekleşen küçük kan dolaşımın gereği olarak akciğere gelen kanın temizlenmenin yanı sıra kalbe dönüşü sağlanıp yeniden aort atar damar kanalıyla arter sistemine göndermek de vardır. Böylece kalp vücutta dolaşan kanı tekrar kendisinde (kalpte) toplanması için emme basma tulumba sisteminin yaptığı vakumlama ve pompalama gibi tüm işlevleri kendisine bağlı ünitelerin işlerlik kazanmasıyla birlikte bir bütün olarak yerine getirmiş olur. Aslında otomatik olarak işleyen bu mükemmel donanımlı vakumlama veya emme basma tulumba sistemlerinin yürüttüğü işlevlerinin önemini dört madde halinde şöyle de özetleyebiliriz:
-Gaz (O2), besin maddeleri ve vitamin gibi faydalı katı maddeler kalbin pompalamasıyla birlikte arter sistemini takiben kılcal damarlardan dolaştırılıp dokulara iletilir. Böylece kan dokularla temasını kılcal damar ağıyla sağlamış olur. Aksi halde kılcal damar ağı vasıtasıyla kanımız vücudun tüm noktalarına iletilmeseydi hayatımız son bulacaktı. Hatta Allah korusun, beynimiz 10 saniye kansız kala kalsa bitkisel hayata dönmemiz an meselesi olacaktı diyebiliriz.
-Atardamarların doku aralarına dağılarak oluşturdukları kılcal damar ağı bir zaman sonra tekrar birleşir birleşmesine ama bu noktadan sonra kılcallarda dolaşan kanın dokularla içli dışlı olmanın neticesinde artık kan kirlenmiş hale gelmekte. Böylece dokulara zarar verecek seviyeye gelmiş olan katı ve sıvı artıkların bir damar şebekesi içerisinde taşınması icap edecektir. Neyse ki bu işin üstesinden gelen toplardamar ağının devreye girmesiyle birlikte bu mesele halledilmiş olur. Nitekim kalbin ven basıncını düşürmesi sayesinde kirli kan kolayca toplardamar sistemine (venöz) geçip yeniden kalbe dönüş gerçekleşir. Hatta toplardamarlar çok ince duvarlı olduklarından akan kanın geriye kaçmaması için aksi istikamete açılan kapakçıklar emre amade vaziyette tetikte bekler. Derken vücuda zararlı olan bu kirli kan geriye tepmeyecek şekilde akciğerde CO2 olarak dışarı atılıp yerine oksijen alınarak tekrar kalp tarafından özel bir basınç sistemi uygulamasıyla vücudumuzu kuşatan yaklaşık 60 milyar sayıda hücre yapılarına sevk edilirler. İşte bu özel basınç sistemine fizikte hemodinamik sistem denmektedir. Öyle ki; hemodinamik sistemin iyi işleyebilmesi için damar cidarların pürüzsüz olmasının yanı sıra kapalı devre sisteminin tam takır çalışır halde olmasını gerektirmekte.
-Kalp akciğerden dönen temizlenmiş kanı tekrar arter sistemine aktararak vücut dolaşımının devamını sağlar. Yani böbreklere giden kan, bünyesinde var olan zararlı maddeleri orada süzdürse de dolaşım sonlanmaz, yine dolaşım boylu boyunca bir su misali yatağında akıp gitmeye devam eder.
-Organizmanın değişik ortam ve şartlarda atım sayısı, kan hacmi (atım hacmi) veya kalp debisini ayarlamak (azaltma veya çoğaltma) ve bu yolla gerekli ihtiyacı karşılayacak dolaşım düzenini kurmak kalbe has bir özelliktir. Fakat kalbinde gücü bir yere kadar gücü vardır, dolayısıyla takviye destek olarak onunla birlikte diğer unsurlarında sağlıklı olması icap eder. Mesela kan seviyesinin yükselmesi veya düşmesi vücuttaki dolaşım sistemin bütünüyle negatif yönden etkilenmesi demektir. Dolayısıyla bu durumda uyumluluk çok büyük önem arz etmektedir.
İşte yukarıda madde madde sıraladığımız kalbin asıl biricik görevi kan metabolizmasının yanı sıra solunum ve boşaltım sistemini birlikte dengede tutmak veya bir düzen içerisinde yürütme olduğu sonucu ortaya çıkmakta. Zira kalbin bu işleri yapabilmesi için geniş adaptasyon kabiliyetine haiz mükemmel bir damar ağının yanı sıra kusursuz bir şekilde işleyen kalp kaslarının teçhiz edilmesine, aynı zamanda bu yapının ileri derecede fonksiyonel olmasına ihtiyacı vardır. Ama nasıl? Şöyle ki, damarları canlandıran vazomotor sinirlerin maharetiyle elbet. Bir başka ifadeyle damarları çepeçevre saran kas tabakasını oluşturan kas lifleri elektromotor kuvvet diyebileceğimiz aracılar ağı sinir sistemine doğrudan bağlanarak iç ve dış tesirlerin etki derecesine göre genişleyip daralabiliyor. Derken kalbin motor konumunda olması hasebiyle gerektiğinde kendini yavaşlatan gerektiğinde ise hızlandıran bir sistem olarak karşımıza çıkmakta. Ve bu sistem hepimizin sıkça duyduğu otonom sinir sisteminden başkası değildir. Dahası bu sistem sempatik ve vagus sistem adı altında faaliyetlerini yürütmektedir. Zira sempatik sistem heyecan, korku, öfke durumlarında kalp ritmini hızlandırırken, diğeri de üzüntü ve psikolojik problemlerin yaşandığı durumlara bağlı olarak kalbi yavaşlatıcı ve sakinleştirmektedir. Mesela enfeksiyon durumlarında damarlar genişleyebilirken uyku gibi relaks durumlarda daralabiliyor. Bu demek oluyor ki vücutta tüm mevcut kaslar beyinden gelen bir sinir (vagus) başkanlığında parasempatik sinir sistemi (yavaşlatıcı sinir sistemi) start alıp bu sistemin ikinci ayağı olan sempatik (hızlandırıcı sistem) ve omurga çevresinde var olan kendine özgü gangliyonlar tarafından uyarılmaktadır. Fakat kalp kasları bundan istisnadır. Çünkü ilahi kudret kalbin hiçbir vasıtaya ihtiyaç duymadan bile kalp içerisinde halk ettiği minicik sinir düğümler kanalıyla kasların ritmik hareketini otomatik olarak ayarlamıştır. Sadece kalp bu iki sistemin (sempatik ve parasempatik) hipotalamus vasıtasıyla gönderdiği mesajlardan etkilenir, dolayısıyla bunların kalbe doğrudan bir katkısı yoktur. Hatta kalbe yansıyan bir takım dış etkenler maddi ve manevi nedenlere bağlı olarak bir anda iç bünyemizin sözcülüğüne dönüşebiliyor. Hakeza ateşli hastalıklarda kalbin fazla çalışması, heyecanlı anlarda çarpması ve neşeli durumlarda stresten uzak huzurlu olmamız gibi davranış biçimlerimizin her biri içimizin fotoğrafını ortaya koyan unsurlardır. Öyle ki kalp birtakım maddi ve manevi sebeplerden dolayı ortaya çıkan sonuçlar bakımdan zararlı veya kazançlı çıksa da her halükarda formundan yine de herhangi bir şey kayba uğramaz. Belli ki sol memenin altında yer alan gönül aynamız damar ve sinirlerle donatılarak iyi bir şekilde korunmaya alınmıştır. Korunması da gerekir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.v); “İnsanda bir et parçası (kalp) vardır, o iyi olursa bütün vücut iyi olur” diye buyurmakta. O halde kalbimiz hem manen hem de madden iyi beslemek gerekir. Aksi halde ruhi ve asabi faktörler damarları kuşatan sinirlere menfi yönden tesir edip damar hastalıklarına yol açacaktır.
Kalbin tepe tarafından bulunan ön yarısı ventrikülün kaide kısmının arka yarısı atomlardan meydana gelmiştir. Kalp her insanın kendi yumruğu büyüklükte olup, ağırlığı erkekte 325 gr, kadında 275 gram kadardır. Hacmi belirli ölçüde değişip genellikle ortalama 14-15 cm uzunluğunda, 12-13 cm genişliğinde ve 6-8 cm kalınlığındadır. Yine de kalp boyutları kan emilimi sırasında (inspirasyon) veya pompalama (ekspirasyon) esnasında değişebiliyor. Zira kalp kanı emerken kasılıp, bu kasılma esnasında kalbin yanlarında bulunan perikard (kalp zarı) ve pleura (akciğer zarı) ise ona komşuluk eder. Kalbin arkasında bulunan özofagus ise sola kaymıştır. Bu arada kalbin yukarıda ve arkada akciğerlerden ve kalpten çıkan damarlar bir ağ meydana getirirler. Ayrıca kalp thorax’ın (akciğer-göğüs) oluşturduğu boşlukta konumlanmıştır. Bazı insanlarda kalp nadiren de olsa 2/3 si sağ tarafta bulunabiliyor. Mesela astenik tip denilen uzun boylu ve dar göğüslü kimselerde kalp daha dik durumdadır. Piknik tiplerde (kısa boylu ve geniş vücutlu) ise malum diğerlerine göre kalp daha yatık durumdadır. Her neyse ister yatık ister dik olsun sonuçta kalp yumruk büyüklüğünde olmanın ötesinde kendisine bağlı damarlar ve elektronik sistemiyle bütünlük arz etmektedir. Nitekim bir insanın kalbini sökmeye kalkıştığımızda vücuda dağılan en ince parçalara kadar neredeyse tüm vücuda müdahale etmiş sayılırız. Anlaşılan kalbe bağlı kan damarlarını birbirine ilave ettiğimizde 150.000 kilometrelik yol mesafelik bir durum söz konusudur. Ki, bunun anlamı kılcal damarları da uç uca eklediğimizde dünyayı dört tur yapmak demektir. Buradan hareketle kalbi yumruk büyüklüğünde et parçası diye tarif edip işin içinden biranda sıyrılamıyoruz. Bilakis kalp kâinatın özü mesabesinde bir âlem olduğunu fark ederiz.
Bilindiği üzere kalbe ait faaliyetlerin tespiti veya teşhisinde 4 metot vardır, bunlar:
-Dinlenme yöntemi,
-Perkolasyon yöntemi,
-Radyografik yöntemi,
-Elektrokardiyografi yöntemi diye tasnif edilir.
Dinlenme yöntemi
Kalp aslında kendinde var olan gücün onda bir oranında faaliyetini sürdürmektedir. Belli ki, geriye kalan dokuzunu olağan üstü durumlar için bir köşede bekletilmektedir. Özellikle olağan üstü durumlardan doğan arızalar neticesinde kalp kasları dermansız kalınca ister istemez vücuda ne kan gönderilebiliyor ne de geri emilmesi sağlanabiliyor. Ki, bu durum kalp yetmezliği olarak tarif edilir. Yani kalp damarlarının esnekliğini yitirmesi, kalp damarlarının daralması ve kalp dokusunun gıdadan yoksun kalmasına bağlı damar sertliğinin bir neticesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yüzden enerjimizi iktisatlı kullanmak çok önem arz etmektedir. O halde güç tazelemek için dinlenmekte gerekir. Zira dinlenme devresinde kalbin sesleri normal ritimde seyredip, daha çok valvuler denen kalp kapaklarının kapanması hastalıklarında nükseden bu sesler birinci ve ikinci kalp sesleri olarak isim alırlar. Hatta bu sesler eşliğinde kalp kapakların veya ostiumların durumları hakkında bilgi edinilir. Normal olmayan ritimlerin alışkanlık olarak fazla dinlenmesi halinde hekimlerin hastalığın tanımını teşhis etmede yanıltabiliyor.
Aslında bileğimizdeki atar damar üzerine elimizi koyarak kalbin ne kadar çarptığını belirleyebiliriz. Çünkü kalp isteğimiz dışında ve sürekli olarak çalışan bir organımızdır. Hatta bu organımız bize zarar vermeyecek şekilde çalışırken dinlenir de. Özellikle her kasılıp gevşemesinden sonra yarım saniyelik bir mola da verir. Nitekim uyanıkken dakikada zaman zaman 80 ritme çıkan kalp atışlarımız, uykuda iken 50–55 dakikaya kadar düşüp, ama asla faaliyetini tamamen durdurmazlar. Zaten kalbin durması ölüm demektir. Beyin ise kalpten farklı olarak ancak uyku moduna geçtiğinde dinlenerek kendi iç ayarını yapma şansını elde edebiliyor. Sonuçta kalpte bir can sayılır, onun da elbet dinlenmeye hakkı var. Dile kolay her atışta 1/10 litre kan pompalamakta olup bunun anlamı bir günde 10.000 litre kanı vücuda transfer etmek demektir. Bu aynı zamanda bir insan ömür sürecinde takriben 250.000 ton litre kanın vücudun en ücra köşelerine kadar ulaştırma işlemi demektir. Neredeyse bu hizmet 6000 nüfuslu bir beldenin bir yıllık su şebekesinin faaliyetine denk düşmektedir dersek yeridir.
Perkolasyon yöntemi
Perkolasyon ile kalbin büyüklüğü hakkında bilgi sahibi olabiliriz. İçerisi kanla dolu olduğu için parmakla kalbin bulunduğu göğüs boşluğuna vurulursa mat bir ses verir. Bu sesi anlamak için önce içi hava dolu organımız akciğerimizin bulunduğu kısma vurgu uygulamalı ki titremeli bir ses alınabilsin. Nitekim perikard (kalp torbası)’ın iltihaplanması durumunda sürtünme olayı gerçekleşeceğinden ister istemez doktor bu sürtünmeden kaynaklanan sesleri çok kolay duyabilecektir.
Elektrokardiyografi yöntemi (EKG)
Bilindiği üzere kalp kasılma refleksi elektrik akımının bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki; kalp hücrelerinin iç yüzeyleri negatif, dış yüzeyleri ise pozitif yüklü olup bu bir anlamda kalp hücrelerinin pil veya şarj görevi yaptığına işaret teşkil eder. Dolayısıyla hücre zarında herhangi bir kısa devre hadisesi yaşandığında ister istemez elektrik yükleri yer değiştirip iç yüzeyler pozitif, dış yüzeyler negatif hale dönüşmüş olur. İşte bu tip dönüşümler kalbin bütünüyle kasılmasını beraberinde getirir ki bu olay depolarizasyon olarak anlam kazanır. Kasılma işlemleri tamamlandığında ise hücreler tekrar kendi orijinal yük moduna geçmiş olurlar. Ayrıca kalbin kasılmasıyla ilgili kendine özgü bir şarj sisteminin varlığı da söz konusudur. Yani bu demektir ki kalbin sağ kulakçığında birinci pil olarak konumlanan sinüs düğümü hücre toplulukları kalbin kasılmasına katkı sağlayıp böylece ilk elden verilen sinyaller eşliğinde kasılıp gevşemeler vuku bulmakta. Hatta bu arada sinüs düğümünden iletilen elektrik sinyaller sayesinde kalb damarlarının tıkanıp tıkanmadığının ipuçlarını EKG ile teşhis edilebiliyor. Ki, bunun hekimlikteki pratik adı kalp elektrosu (EKG- elektro kardiyografi ) olup, kalp hastalıklarının teşhisinde en güvenilir bir metotların başında gelmektedir. Bu metot daha çok damar tıkanıkları ve kalp beslenmesi yetersizliğinden kaynaklanan hastalıkların teşhisinde %100 doğruluk derecesinde diyebileceğimiz kalp elektro kardiyografini ekran veya kâğıt üzerinde dökümünü verip böylece kalp ameliyatları bu veriler ışığında gerçekleşmektedir. Hazır kalp ameliyatlarından söz etmişken bunun birde manevi operasyonundan söz etmek de gerekir. Malumunuz, Allah Resulü Taif dönüşü semadaki melekler, dağ, taş, toprak, kâinat ve vicdan sahibi her insan Allah Resulüne yapılan muameleden incinmişti. Her şeyden öte Kâinatın efendisi Habib-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) üzülmüştü. Öyle ki dönüşte üzüntüden hane-i saadetine gitmemek durumunda kalıp Kâbe’nin Hatim denen kısmında yatıp uyumuştu. Yani yorgun ve bitap düşmüştü. Dile kolay acımasız eller tarafından taşlanmıştı. Üstelik kan revan içinde kalmıştı. Neyse ki uykudayken Allah-ü Teâla, Cebrail’i göndererek Habibi’nin yorgunluğunu üzerinden alacak seyahat için uyandırılır. Hatta yola koyulmadan önce Cibril Emin, Efendimiz (s.a.v)’in göğsünü yarıp zemzemle yıkanır da. Sonrası malum, Burak adı verilen bir binekle Kudüs’e varılır ardından Miraç hadisesi gerçekleşir. İşte Miraç öncesi göğsün yarılıp kalbin çıkması hadisesi bir mucizenin ötesinde, sanki gelecekte kalp ameliyatının yapılacağına işaret bir durumda söz konusudur. Kelimenin tam anlamıyla zemzemle yıkamanın manevi manası olabileceğini düşündürdüğü gibi günümüze ışık tutacak ameliyat öncesi hastayı narkozla bayıltılma işlemlerini ve de ameliyat sonrası enfeksiyon riskine karşı pansuman tekniklerini ilham olan maddi manasını da düşündürmektedir elbet.
Kalp tabakaları
Kalp duvarı üç tabakadan teşekkül edip dıştan içeriye doğru sırasıyla perikardium, myokardium ve endokardium olarak tasnif edilirler.
Epikardium (perikardium-kalp duvarının dış katmanı)
Esasen kalp perikard denilen adeta bir gelinlik içerisinde narin ve zarif bir zar içerisinde durmaktadır. Bu zarın diğer organlardan farkı etrafına temas etmeden gayet kolayca kalp çarpıntısını gerçekleştiriyor olmasıdır. Çünkü epikardiumun dış yüzü bir sıra mezotel hücrelerden oluşmuş gevşek mezoderm tabakasıyla döşelidir. Ve döşeli olan bu iki zar arasında akışkan bir sıvı vardır ki, işte o sıvı kalbin kendisinin ürettiği sıvıdan başkası değildir. Şayet bu sıvı fazlaca salınırsa iki zar arasında basınç yapacağından dolayıdır kalbin yorgun düşmesine neden olacaktır. Yok, eğer bu sıvı az miktarda salınırsa kalbin sefillere uğrayıp viran olacağı muhakkak. Dolayısıyla kalbi yaratan ilahi irade-i güç en ince ayrıntı noktalarına kadar hataya meydan vermeyecek bir programla donatmıştır. Bu arada pericardium tabakası miyokardiyum tabakasına kan damarları, sinir ve kalbin yüzeyinde yağın depolandığı alan subepikardiyal vasıtasıyla bağlanarak vücuda yayılır. Öte yandan diğer dallarıyla kalbin göğüs boşluğunda tespitini sağlar. Bilhassa kalbe koruyuculuk misyon üstlenmiş epitel hücrelerinden oluşmuş perikard (kalp zarı), belli ki kalbin an sürekli çalışır halde olması için adeta etten duvar olup zırh olmayı görev bilmiştir hep. Nitekim kediler ve memelilerde epikardium tabakası çıkarıldığında kalpte büyüme görülmüştür. Esasen perikardiumu içten örtülmesini sağlayan mezotel karakterde kollagen lifler, elastik lifler, fibroplastlar ve makrofajlardan yapılmış bir bağ dokusudur. Zira kalp zarı iltihaplarında makrofajlar (monositler) tabii bağışıklık yapan koruyucu unsurlar olarak rol üstlenmişlerdir.
Miyokardiyum (kalp kası-yürek kası)
Miyokardiyum kalp duvarının en kalını bir tabakası olup dış ve iç yüzlüdür. Dış yüz perikard, iç yüz ise endokard ile örtülüdür. Perikard ve endokard hücreleri birbirlerine sıkı bir şekilde kenetlenmiş durumdalardır. Miyokard ise kalbin esas fonksiyonu ile ilgili kas tabakasıdır. Kalp içerisinde ki ses ritminin teşekkülüne, kapakçıların açılıp kapanması esnasında meydana gelen titreşimlere, kalp boyunca yayılan titreşimlere ve dinlenme sırasında kalbin genel durumu hakkındaki bilgiye halk dilinde kalp kası denen miyokard sayesinde erişiriz.
Miyokard arasındaki boşluklarda özel intracellular sıvıdan arda kalan artık maddeler büyük oranda miyozin bulundurarak depolanırlar. Her kapalı boşlukta lokal enerji kaynağı olan miyozinin parçalanmasıyla bolca ATP sentez edilir. Bu ağ şeklindeki kas liflerinin (miyozin) birleşme bölgelerinde (diskus interkalaris) bir ritmik halinde sistol (gevşeme) ve diastolun (kasılma) gerçekleşmesini destekler.
Endokardium (kalp iç zarı)
Endokardium atrium ventrikülün içini döşeyen parlak ince bir membrandır. Özellikle sol atriumda daha kalın, ventriküllerde ise daha incedir. Kulakçıklardaki odacıklar diye bilinen atrium içerisindeyken beyaz renkte görünürken ventrikül içerisinde incemsi olduğundan kalp kasının renginde, yani kırmızı renk görünümdedir. Bu arada unutmayalım ki damarlarla birlikte kalbi birlikte ilişkilendirdiğimizde endokardiumun 3 lamina (tabaka) oluşumu üzerine kurulu olduğunu görürüz. Bunlar:
-Endotel tabaka,
-Subendothelial tabaka,
-Subendokardiyal tabaka olarak addedilirler.
Kalp Hastalıkları
Damarları sadece etten yapılmış birer boru olarak düşünürsek yanılırız. Bilakis son derece mükemmel damar iç kısmının gayet pürüzsüz bir şekilde akışkan bir endotel tabakası ile kaplı olduğu, ortasının kas liflerinin oluşturduğu kas tabakası içerdiğini, en dışının ise damara adeta can veren damarcıklar ve sinirlerin yer aldığını idrak etmiş oluruz. Tabii sırf idrak etmek yetmez, böylesi mükemmel donanımlı kusursuz boru hattının işleyişine halel getirmemek için beslenmemizden tutunda moral ve motivasyonumuza kadar ne yapılacaksa gereğini yerine getirmek gerekir. Allah korusun damarlarımız bir tıkanmaya görsün, bu durumda ister istemez merkezi organımız kalbi doğrudan doğruya olumsuz etkileyecektir. Bu arada şunu da unutmamak gerekir ki vücudumuzun hemen her karesi damar ağıyla donatılmış olmasına rağmen kalp kapakçıkları bundan istisnadır. Ancak damar yoktur diye sakın ola ki kendi kendimize gözden kaçmış veya unutulmuş demiş olmayalım, çünkü unutmak beşere has bir sıfattır, dolayısıyla yaratılış mucizesinin gereği şayet kapakçıklarda damar ağı olsaydı her açılıp kapanmalarında aşınmaya uğrayıp sık sık arızalanmaları çok kolay olacaktı. İşte görüyorsunuz buna meydan vermemek için ta yaratılış kodlarımızda gerçek anlamda değme teknik sinyalizasyon sistemlerine taş çıkartacak otomatik açılır ve kapanan mucizevi koruyucu kapakçıklar bu şekilde halk edilip kodlanmıştır. Öyle ya, gerçekten de inceden inceye düşündüğümüzde kapakçıkların her halükarda elastiki ve dayanıklı yapıda olması gerekir ki koruyuculuk vazifesini görebilsin. Ancak bu demek değildir ki, orijinal yaratılışındaki mükemmeliyetini hiç aksatmadan ilelebet devam ettirecektir, yok öyle bir şey elbet, icabında zaman içerisinde bir şekilde kapakçıkların enfeksiyona uğraması neticesinde özellikle mafsal ağrıları ve kalp romatizması gibi kendini hissettiren birçok kalp kapakçığı türünden hastalıklar gün yüzüne çıkabiliyor. Hatta streptokok bakteri türevleri de kalp kapakçığı arızalarına neden olmakta. Hele kalp kapakçıkları ciddi manada hasar görmüşse hasta için artık açık kalp ameliyatı kaçınılmazdır. Netice itibariyle kapakçıkların romatizma geçirmesi kalp yetmezliklerine kadar götürebiliyor. Zaten kalp yetmezliği ile birlikte kalbin pompalama fonksiyonunu yitireceğinden ister istemez bu durum akciğerlerde, kanda ve bacaklarda sıvı birikerekten ödem oluşturup birtakım şişkinliklere yol açabiliyor. Madem öyle, her ne kadar başlangıçta kalp kapakçıkları orijinalinde etten duvar olarak yaratılmış olsalar da sonuçta her fani gibi kapakçıklar içinde çöküş alın yazısıdır. Zira kalp kasları da ya hep ya hiç kanuna tabiidirler. Yani kalp kasları diyastol ve sistol dengesi içerisinde çalıştığı sürece kalp çalışır, yok eğer dengesini yitirip çalışmazsa kalp ve kalbe bağlı tüm üniteler hükmünü yitirip faaliyetleri duracak demektir bu. Bir başka ifadeyle kalp kasılıp gevşedikçe ona paralel olarak tıpkı göz kapaklarımızın açılıp kapanmasında olduğu gibi kapakçıklarda açılıp kapanmaktadır, dolayısıyla açılıp kapanmaların son bulması kalp ritminin altüst olması anlamına gelip, aynı zamanda adım adım hayata veda etmek olacaktır.
Aortun çıkış yerinde koroner adı verilen iki küçük damarın bir takım nedenlerle tıkanması halinde göğüs anjini nüksedebiliyor iken, sıkışması durumunda ise kalp spazmı (enfarktüs) meydana gelmektedir. Yani bu demektir ki damarların büzüşmesiyle açığa çıkan kalp hastalıkları kalp spazmı olarak karşılık bulmakta. Öyle ki kalp spazmı geçirenlerde ansızın yere çakılmalar, terleme, yorgunluk tarif edilemez derecede can çekilmesine benzer krizi tetikleyen birtakım arızi haller vuku bulmakta. Bilindiği üzere damarın büzüşmesine bağlı olarak daralmanın aşırı boyutlara taşınması veya tıkanma sonucunda kalp enfarktüsü denen kriz bir durum oluşur ki, Allah korusun ölümle karşı karşıya kalmak riski doğabiliyor. Bilhassa bu tür kriz geçiren hastalar için hiç kuşkusuz moral en iyi tedavi yöntemidir. Çünkü en ufak üzüntüyü kalp kaldıramamaktadır.
Bilindiği üzere kalbe ait özel damar sistemi içerisinde kalp hücrelerine kan servis eden iki adet damara koroner damar denmektedir. Bu sistem herhangi bir kalp damarının kiriz geçirmesi durumunda emniyet supabı görevi yapmaktadır. Dolayısıyla koroner sisteme rağmen damar sertliği insanlara özgü bir hastalık olup özellikle atardamarlarda rastlanan bir arızadır. Damarların içerisinde irili ufaklı kabarcıkların (aterom plakları) görülmesi damar sertliğine işarettir zaten. Yani aterom plakçıkların içerisinde kolesterin maddesinin birikmesiyle birlikte pıhtılaşmaya yol açmaktadır. Bu durum aynı zamanda damarın beslendiği doku bölgesinin oksijensiz kalması demektir ki, daha çok kendisini kalp yetmezliği veya nefes darlıkları şeklinde gösterip, ileri aşamalarda felç olmaya kadar götürebiliyor. Dolayısıyla damar hastalıklarında gerektiğinde damarın yenilenmesini bile gerektirebilir. Hem nasıl ki elektrik sinyal taşımacılığının göz bebeği olan sinüs düğümünün arızalanmasıyla birlikte yedek olarak A-V düğümü devreye giriyorsa, aynen öyle de ayağımıza yedek olarak konulan safen ven denilen bacağımızın en büyük yüzeysel toplardamarları da adeta bu günler için muhafaza altına alınmıştır. Sanki lüzumu halinde bunu alın ihtiyacınızı görün denilmiş. Şayet damar tıkanmadığı halde damar eklenirse kaş yapım derken göz çıkarma durumu ortaya çıkabilir. Hatta kişiyi ölümün eşiğine bile getirme söz konusu olacaktır. Gerçek anlamda tıkanmış damara damar eklendiğinde ise hiç kuşkusuz ameliyat başarılı olacaktır.
Tansiyona bağlı kalp arızaları kan basıncı hastalıkları olarak nitelendiği gibi ruhsal bozukluklarda öyledir. Özellikle kalp nevrozu denilen hastalıkların sinirlerle doğrudan ilgisi var diyebiliriz. Nitekim kan basıncının düşmesiyle birlikte ani kalp şoku tezahür edebiliyor. Kalp hastalıkları her ne sebeple olursa olsun üzüntüden uzak kalmakta fayda var. Bu yüzden Müslüman ülkeler bu yönden şanslı sayılırlar. Çünkü beş vakit abdest alarak damarlara jimnastik etki yaptırmanın yanı sıra tevekkül hali de onları iri ve diri tutmaktadır. Hem nasıl iri ve duru tutmasın ki, bikere maneviyatın doğrudan kalple an köprü bağı vardır. Dolayısıyla kalbe sadece et parçası gözüyle bakamayız. Nitekim “Müminin ferasetinden sakınınız! Çünkü o Allah’ın nuruyla bakar” (Tirmizi, Tefsir’ul Kur’an,16, Suyâtîel Camu’ssağir,1, 24) hadis-i şerifi bunu doğruluyor zaten. Feraset aynı zamanda bir gönül yanmasıdır. Gönlü sevgi ile dolu olanlar kalben huzur doludurlar. Huzursuzluk kalpteki ritim bozukluklarını tetikleyip ekstra sistol denilen kalp duraklamasına neden olması an meselesidir diyebiliriz. Halk dilinde malum buna çarpıntı denmekte. Özellikle böbrek rahatsızları, ateşli hastalıklar, akciğer hastalıkları ve kronik bronşit çarpıntıya yol açabilecek etken unsurlardır.
Velhasıl-ı kelam; kalp kanımızı sağ kulakçık, sağ karıncık, sol kulakçık ve sol karıncık diye anılan dört odacıklı bir yapı içerisinde atar, toplar ve kılcal damarlar yoluyla vücudun en ücra noktalarına kadar dolaşımını yaptıran mükemmel şahika eserin ta kendisi motor gücümüzdür.
Vesselam.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/gunes-dogudan-dogar/636405.html