İNSAN TOPRAKTAN MI YARATILDI ?

İNSAN TOPRAKTAN MI YARATILDI ?
ALPEREN GÜRBÜZER

İnsan vücudunda yer alan demir atomuyla kâinatın en uzak yıldızında konumlanan demir atomu tıpa tıp aynıdırlar. Madem hamurumuz aynı, madem kâinat yekvücut yaratılıp çeşitlere ayrılmış, o halde insana kâinatın özü gözüyle bakabiliriz. Her ne kadar “Topraktan geldik toprağa gideceğiz” sözü bazı çevreleri heyecanlandırmasa da var olan gerçeklerden nereye kadar kaçılabilir ki. Zaten isteseler de kaçamazlar. Çünkü kâinat insanla özdeşleşmiş durumda.
Cansız sandığımız toprak nasıl olur da can vermeye vesile olur soruları öteden beri insanoğlunu hep düşündürmüş, bugün de düşündürmeye devam edecektir. Şurası muhakkak bir çekirdeği ölü ve karanlık toprağın bağrında filizlendiren güç, bu dünyadan göç edip toprağa karıştığımızda ruz-i mahşerde diriliş muştusuyla birlikte ruhumuzu tekrar naçiz bedenimizle buluşturacaktır. Buna inancımız tam. Zira insanı insan yapan asıl ruhtur. Belli ki Albert Einstein “Dinsiz ilim kör, ilimsiz din topaldır” sözünü boşa söylememiş. Dolayısıyla ister azot, ister oksijen, isterse karbondioksit olsun canlıların can simidi görev yapan maddeler olarak dikkat çekmektedir. Hele hele oksijenin yoğunluğunu hafifleten bir azot gazı var ki, üstlendiği misyon itibariyle soluduğumuz havayı güzelleştirmenin yanı sıra bitkiler içinde doğal bir gübre oluşturmaktadır. Öyle bir kaynak ki havadan toprağa karıştığı gibi, topraktan da azotu bağlayan bakterilere geçip tüm canlılara bin bir lezzette gıda sağlayabiliyor.
Bilindiği üzere toprağın bağrında eksi (-) yüklü değere sahip karbon ve azot molekülleri var. Hakeza DNA’da ise eksi (-) azot, karbon, fosfor, hidrojen ve oksijenden kurulu bir düzen mevcut. Şimdi diyebilirsiniz toprağın DNA ile ne alakası var. Niye alakası olmasın ki, baksanıza toprağı incelediğimizde oksijen, fosfor, hidrojen molekülleri, eksi (-) değerli karbon ve azotla birleştiğinde, pekâlâ insan bedenini oluşturması mümkün. Yeter ki bizim bilmediğimiz metafizik ötesi âlemden DNA şifrelerine ‘ol’ emri veren ilahi güç olsun. Nitekim Allah (c.c) bu anlamda şöyle buyuruyor; “Allah nezdinde İsa’nın durumu Âdem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı sonra ona ‘ol’ dedi ve o da oluverdi”(Mü’minun 23–12). Yine Ayeti Celile de ; “..Biz kendilerini yapışkan cıvık bir çamurdan yarattık” (Saffat suresi 37 ayet-11) diye beyan buyurmakta.
Yukarıda bahsi geçen ayetlerden anlaşılacağı üzere Rabbül Âlemin Hz. Âdem’in yaratılışında eksi (-) değerli azot ve karbon molekülünü taşıyan toprakla bir şekilde DNA arasında ilişkiyi gözler önüne seriyor. Belli ki doğurgan toprak bitki için neyse, bir anne rahmi de çocuk için doğum muştusu demektir. Keza bir tohum toprağa nasıl gömülüp neşvünema buluyorsa bir blastula da tohum misali rahme tutunup (gömülüp) 16.cı güne geldiğinde üç embriyonal tabakaya dönüşen insan taslağı olmakta. İşte bu tabakalardan bir yandan insan organlarının küçük taslağı oluşurken, öte yandan vitellüs kesesi allontois sayesinde kan hücresi ve sıvı kan oluşumu gerçekleşebiliyor. Şöyle ki; vitellüs kesesi ceninin beşinci haftanın bitimine kadar hem embriyonun kan hücrelerini imal eder, hem de cinsiyet hücrelerini üretip bu noktadan sonra görevini karaciğere devrederek körelip kaybolmakta. Allontois ise ikinci ayın sonunda görevini bitirdikten sonra körelir. Bu arada trofoblast hücreleri tarafından oluşturulan saçaklar da kökleriyle rahmin içine kanca atıp ceninin hayat bulmasına yönelik besin ve gaz alışverişi temininde aktif görev alırlar. Zaten Allah-ü Teala; “Sizi analarınızın karınlarında üç karanlık içinde bir yaratılıştan öbür yaratılışlara halk edip duruyor”(Zümer,6) beyanıyla ceninin üç katmanla çepeçevre sarıldığına işaret ediyor. Zira bu üç katman amniyon zarının dış kısmınını içine alan karyon ve rahim duvarından başkası değildir. Yani amniyon ve karyon zarları cenini çepeçevre sarıp onu korumakla yükümlü. Keza amnion sıvısının 31 santigrat derecelik sabit sıcaklıkta olması cenini belli bir ısı ayarında tutmanın yanı sıra, aynı zamanda sıvı içerisinde rahatça yüzmesini de sağlar. Böylece ideal sıvı ortamı sayesinde doğum kolay hale gelir. Anlaşılan; cansız gibi görünen şifreler bir anda ‘ol’ emri ile canlılık kazanabiliyor. Dahası ortada ‘canlı canlıdan çıkar’ tezini çürüten ayetler var oldukça ateistler sırça köşklerinde rahat uyuyamayacaklardır. Belli ki “ol” emri hücre yönetimine yön vermekle kalmayıp birçok kimyasal reaksiyonu, protein ve enzimleri de kapsayan bir ferman. Hiç kuşkusuz bu hiyerarşik düzenin zirve noktasında protein sentezini idare eden gen âlemi söz konusudur. İşte gen âlemine ait bilgiler DNA'ya kodlanmış olduğundan tüm hücresel fonksiyonlar onun denetimi altında işlevlik kazanır. Kelimenin tam anlamıyla hiyerarşi emir komuta kademesinde;
En tepe noktada gen, onun altında talimatları gerekli yerlere iletmekle yükümlü mRNA, protein sentezinde görev yapan ribozom ve hücre yapı malzemesinde rol alan enzim dünyası vardır.
Nasıl ki bir buhar makinesiyle çalışan lokomotifi mühendisin belirlediği plan dâhilinde hızlandıkça yavaşlayan, yavaşladıkça hızlanan bir ayar(negatif geri tepme-feed back) sistemi varsa, aynen kâinatta da canlı cansız her şeyin üzerinde külli iradenin cüzi iradeyle bağlantı ayarı söz konusudur. Anlaşılan hiyerarşinin başında ki strüktürel gen kendi başına buyruk olmayıp, yüklendiği “ol” emri doğrultusunda özel bir operatör genin kontrolünde tüm işleri yürütmektedir. Bu yüzden onun yönetiminde belli bir koordinasyon merkezinde bir araya gelen genler topluluğuna operon gen denmektedir. Demek ki operatör genden belli bir talimat gelmedikçe hiyerarşi düzenin alt kademesinde yer alan genler hiçbir işe yaramayacaklardır. İlla emir almak gerekir ki üst komuta kademesinin idari amir pozisyonunda bulunan regülatör genin direktifleri protein yapımına dönüşebilsin. Böylece bazı genler üst amirlerin müsaadesi doğrultusunda eylemli gen haline gelmiş olur. İzin almayanlar eylemsiz halde kalırlar. Yani her şey başıboş bırakılmıyor, mutlaka kontrole tabii tutulur. Zaten kontrol düzeni olmazsa kalp, mide, kan, dalak gibi nice dokular içerisinde görev almış hücreler mesken tuttukları organlara şekil kazandıramayacaktır. Hasılı genler arası koordinasyonda strüktürel genlerin bir operatör gene, operatör genlerinde bir regülatör gene bağlı kalarak gerçekleşen bir nizamı alem karşısında dilimiz tutulup Allah demekten başka diyecek bir kelam bulamıyoruz.
Her ne hikmetse ateistler Hava annemizin Âdem’in eğe kemiğinden yaratılış mucizesine de bir türlü akıl erdiremezler. Oysa moleküler biyolojinin ortaya koyduğu genetik bilgilere baktığımızda genetik şifreleri bir barkot cihazından geçirircesine kendini okutturup yazgıya çeviren tek hücre kemik iliği hücresi olduğu görülecektir. Nitekim genetik laboratuarlarda kemik iliği hücreleri alınarak başka ortamda tekrardan üretilebiliyor. Hatta asıl şifreler açılabilse bir insan yazgısı kayda alınabilir de. Çünkü eğe kemiği insan kaburga kemiklerini içermektedir. Nasıl ki; karbon ve azot artı (+) değerli iken toprak ölü (cansız) olup, eksi (-) değerdeyken bir anda toprak canlılık kazanıyorsa, hakeza genetik şifreleri yazgıya geçirebilen kemik hücreleri de ‘ol’ emri olmaksızın cansız halde nötr kalmaktadır. O halde Âdem'in kaburga kemiğinden Havva hayat bulup neden yaratılmasın ki. Zira Allah her şeye kadirdir. Dahası bu yaratılış olayı karşısında Amenna saddak demek düşer bize.
Evet, “Topraktan geldik toprağa gideceğiz” sözünü Termodinamiğin ikinci kanunu da doğrulamaktadır. Nasıl mı? Bu kanun; tüm yaratılmış âlemin zamanla bozulmaya doğru yüz tutacağını, en nihayetinde mahlûkatın mutlak sonla buluşacağını bildiriyor bize. Hakeza fizikte geçen şu meşhur entropi kanunu da öyle. Bu kanuna göre ise bir sistemin nizami bir sistemden dağınık veya plansız bir gayri nizama dönüşmesi o sistemin entropisini artıracağını, derken kıyametin kaçınılmaz olduğuna vurgu yapmaktadır. Bu yüzden Sir Arthur Eddington termodinamiğin ikinci kanununu evrenin en büyük metafizik kanunu olarak ilan etmiştir. Anlaşılan kâinat kanunları “Topraktan geldik toprağa gideceğiz” sözün birinci elden en canlı şahitleri.
Ayrıca toprağın bağrında yer alan A ve B mukopolisakkaritler ve ona ait kristallerin insan kanında anti-AB serumuyla birlikte reaksiyona girip aglütinasyona (çökme) uğraması kanımızın toprakla doğrudan ilişkili olabileceği ihtimalini güçlendirebilecek nitelikte olduğu anlaşılmaktadır.
Velhasıl; Havva’nın yaratılış sırrı işte bu derin moleküler biyolojinin ince şifrelerinde gizli.
Vesselam.

https://twitter.com/#!/Alperengurbuzer