S.SAKİ HZ.LERİNİN SEYDA VE GAVSI SANI İLE İLGİLİ RÖPORTAJI

SEYYİD SAKİ HAZRETLERİ’NİN SEYDA HAZRETLERİ (K.S.) VE SEYYİD ABDULBAKİ HAZRETLERİ (K.S.) İLE İLGİLİ SOHBET MÜLAKATI
Röportajı yapan:ALPEREN GÜRBÜZER
—Seyyidim, Seyda Hazretlerinin çocukluk dönemlerinden anlatır mısınız?
—Çocukluk dönemleri hatırımıza gelmiyor. Ancak son irşat dönemleri aklımıza geliyor. Seyda Hz.leri Gavs Hz.lerinin en büyük destekçisi ve yardımcısı idi. Gavs (k.s.), dar-ı beka’ya irtihal edince yirmi sene üzerinde irşat faaliyeti başlar. Bu sefer de yardımcı olarak Seyyid Abdulbaki hazretleri vardır ve onun dışında doğru dürüst yardımcısı olmamakla beraber, bu kadar geniş bir kitleyi irşat yaptı.
—Seyyidim, Seyyit Abdülbaki Hazretleri aynı zamanda babanız oluyor. Bir baba olarak halifelik döneminde Seyda Hz.leri için derdi?
—Bize nasihati genelikle şu oluyordu:
“Eğer benim evlatlarımsanız bana itaat etmeyin, bu zata itaat edin. Benden hiçbir şey sormayın”
Yani kendisini kesinlikle baba olarak, bizimle kendisini mürşidin arasından çıkarttı. Bizi bu yola ısındıran Seyyid Abdulbaki Hazretlerinin bu halleri ve tavırları oldu. O’nun davranışları aileye çok etki yaptığı gibi, bizleri de Seyda Hazretlerine bent ediyordu. Hem bizleri mümkün mertebe bu yola teşvik ediyordu, hem de kendisi bizatihi hayatında uygulayarak örnek oluyordu. Zaten öyle olmasaydı bugünkü durum olmazdı. Malumunuz, irşad halkası illa ki babadan oğla , ya da kardeşten kardeşe geçecek bir şey değil. Bu elde edilen ve çalışarak ulaşılan bir nimet. Seyda Hz.lerinin büyüklüğü Seyyid Abdulbaki Hz.lerinde daha da gerçek meyvesini verdi. Bugün baktığımızda cemaat üçe dörde katlandı. Yine cezbeye bakıyorsun büyük bir mürşidin alametini gösteriyor.
—Seyyidim, Seyda Hazretleri döneminde Seyyid Abdulbaki Hazretlerini hep arkasında iki büklüm bir vaziyette arkasında görüyorduk. Bunu nasıl izah edersiniz?
—Bence O’nu gören adabı ve adabın ne olması gerektiğini bilmesi lazım. Seyda Hz.lerinin arkasında yürümesi olsun, suskunluğu olsun, edebi olsun ve sofilerin içinde kayboluşu çok büyük bir hadisedir. Hatta Seyda Hz.leri döneminde bile, adabı öğrenmek isterseniz Seyyid Abdulbaki Hazretlerini görün diyordum. Sizin de söylediğiniz gibi iki büklümdü adeta. O’nun adabı ve halleri bizim aileye çok etkisi oldu. On ila on iki sene medrese hayatımda ve aile ortamında babamdan en belirgin gördüğüm hal, adabı idi.
—Seyyidim, Seyda Hazretleri sizin amcanız olması dolayısıyla bize aktaracağınız bir hatırasını anlatır mısınız?
— Bir gece vaktiydi. Bir baktım patırtı kütürtü ve ses geliyor. Çok korktum o ara. Acaba suikast mı var diye. Kalktım, Gökçeada’da kaldığımız evin etrafını dolaştım, bir şey göremedim. Tabii sabah oldu, fakat hâlâ o anı unutamıyordum. Merakımı yenemedim ve Teyzeme söyledim:
—Teyze, gece böyle böyle oldu neydi bu?
Teyzem yüzümdeki şaşkınlığın farkına vararak bana olayı şöyle anlattı:
—Valla, ben çok korktum. Korkudan amcanı uykudan kaldırdım. Uykudan kaldırılınca bana kızarak, uykudan niye uyandırıyorsun? Dedi. Ve tebessüm hali gelince gördüğü rüyayı anlattı. Şöyle dedi:
Resul-i Ekrem Efendimizi rüyamda gördüm. Mahşer günüydü. Resulüllah (S.A.V.) tarafına doğru bağırarak;
—Ya Resulüllah! Beni bu Ümmetine feda et.
İşte o anda, Resulüllah’ın şeklini tam bilemeyeceğim, ama beni o sırada uykudan kaldırdın ve rüyam tam olmadı.
Seyda Hazretleri’nin Gökçeada’da geçirdiği günlerde bir senenin üzerinde beraber kaldığım en çarpıcı hatırası bu olmuştur. Bu hatıra her yönüyle hem madden hem de manen Ümmet-i Muhammed’e feda olmaya çalışmanın bir ifadesidir. Ümmeti Muhammediye için ateşe girmek bile büyük fedakârlıktır. Yani netice itibariyle Seyda Hazretleri olsun, Gavs Hazretleri olsun, Şah-ı Nakşibendî (K.S.) olsun, bütün sadatlar bayraktarlık yaparak, kendilerini bu şekilde Ümmet-i Muhammed’in yoluna feda ettiler.
— Seyyidim, Seyda Hz.lerinin vefatına yakın zamanlarda sohbet etmeye başlamasını nasıl yorumluyorsunuz?
—İşte, zaten Seyda Hz.leri sohbet etmeye başlayınca içimize kurt düştü. Çünkü ondan önceleri hiç sohbet etmiyordu. Sadece Gavs Hz.leri vefat ettiği dönemlerde biraz hafif sohbeti oluyordu. Son zamanlarda sohbete başlayınca, ben dedim; ya kıyamet kopacak bizi uyarıyor, ya da vefat edecek. Tabii bu vefat nefsimizin hoşuna gitmiyordu ve hiç düşünmediğimiz, gerçekten hiç aklımızın ucuna dahi gelmesini istemiyorduk. Elbette ki, ölümü her zaman saniyeler içinde kendimizde hissetmemiz lazım, ama O’nun vefat edeceğini ne hissediyorduk ne de düşünüyorduk. Fakat ardı sıra gelen sohbetleri korku veriyordu bize. Zamanla içimizdeki o korkular da çıktı maalesef. Maalesef diyorum kendi açımızdan, kendisi açısından ise muhakkak hayırlara vesile oldu. Resul-i Ekrem Efendimizin yaşında vefat etti. Bizim için zor oldu tabii.
Seyda Hazretleri’nin vefatıyla yaşadığımız süreçte tecrübe kazandığımızı idrak ettim. Şimdi burada saadatlar’ın himmeti çok büyüktür. Dikkat ederseniz Seyda Hazretleri’nin vefatından sonra Menzil’e gelmeyen çok az insan oldu, ya da sapmalar hiç olmadı gibi. Asıl olan Seyda Hz.lerinin dar-ı bekaya irtihaliyle O’nu sevmemiz gerektiğini anlamaktır. Burada gaye mürşidi sevmek, Resulüllah’ı sevmek ve muhabbete hâsıl olmaktır. Resulüllah (S.A.V)’in muhabbeti hâsıl olabilmesi için Kur’an-ı Kerim’de mealen : “Eğer beni sevmek istiyorsan Resulüllah’ı sevin” diye buyuruyor. Yani, eğer sizi sevmemi istiyorsanız Resulüllah’ı sevin mesajı var. O halde Resulüllah’ı sevmekle Allah’ı sevmiş oluyoruz. Seyda Hz.lerine olan sevgimiz bizi Resulüllah’a götüren basamaktır. Bu basamaktan gaye davadır. Dava ise İslam’a sarılmak ve sırat-ı müstakimdir. Eğer Seyda Hazretlerine olan sevgi ve muhabbet bizi oraya götürmemişse, bugünkü bu davanın devamını sağlayamazdık. Geçmişte bazı duyduğumuz insanlar mürşitleri vefat edince tasavvufu bıraktıklarını müşahede ettik. Bu durum o insanların sevgiden yoksun olduklarına işarettir. Oysa Sadatların yolunda mürşitten sonra sapma ya da ayrılmak onların sevmediği metottur, bu yolda devamlılık esastır. Saadatlar sadece bize basamak oluyorlar, Allah’a götürmek için Ümmet-i Muhammed’e hizmetkârlık yapıyorlar. Bizim onların ardında her seferinde ağlamamız, bence onların gidişine değil de kendi halimize ağlamanın kanaatindeyim. Acaba yetim mi kaldık? Ama Elhamdülillah bizi yetim bırakmadılar, bizi çobansız da bırakmadılar. Bu kapılar da kapanmadı. Onun için şunu sürekli herkesin aklında bulundurması lazımdır:
Sadatlar’ın sevdiği şeyleri sevmek gerekir. Ya da bize ne yaptırmak istiyorlar, kendilerine mi taptırmak istiyorlar, yoksa Allah’a mı? Kendi ahlakını mı ihya etmek istiyorlardı yoksa sünnet-i seniyyeyi mi? Bütün bu soruları tahlil edip hakikate talip olmalıyız. Sadatların bize dersleri hep zikir ve Kur’an’ın tatbiki oldu. Netice itibariyle Sevgilinin sevgilisi sevgili olmalıdır. Sevgili ise Allah’n yolu ve sünneti seniyyedir. Yani bu kapının ve bu zatların en büyükleri İslam’dan kıl payı ayrılmayarak yüce makamlara eriştiler.. Kalabalık ölçü değildir. Sayıya takılmamak en doğrusu. Uçmakmış, şuymuş veya buymuş, bu tür kerametler doğrudur, ama bu büyüklüklerine delil olamaz.
Ben bir gün Seyda Hz.lerinin yanındaydım. Kerameti sordular. Dedi ki:
Bu Nakşibendî tarikatında keramet, yeni adet’e girmiş bir kız, nasıl adet’ini annesinden, babasından ve etrafından saklıyorsa, aynen Nakşibendî tarikatının evliyaları da kerametlerini dışarıya çıkarmalarını ayıp telakki etmektedirler. Bazen Allah-ü Teala izhar ediyor, onlardan başkasının hidayetine vesile olabilmesi içindir. Sadat-ı Nakşibendî yolunda mecbur kalmadıkça keramet olsa dahi, O zatın haberi oluyor, haberi olmuyor, bazen sofinin haberi oluyor, bazan zatın haberi oluyor, bazen da hiçbirinin haberi olmayacak şekilde tecelli edebilir. Bu tür kerametler onların büyüklüklerine ölçü değil, tek ölçü İslama uygun davranışlardır.
Bugün dikkat ederseniz bazı sapık olaylara şahit oluyoruz. Eğer Müslümanlar İslamı biraz bilseydi bu sahte insanların peşinden gitmezdi. Onun için İslamı herkesin bilmesi lazımdır. Evliyaların büyüklükleride İslama uygun davranışları ile ölçülüdür. Biz sadatlardan kesinlikle hilaf-ı evla, yani fetva kısmına aykırı hiçbir şey görmedik. Mesela Cem-i tehir, cem-i takdim hilaf-ı evla konusudur. Bu mevzuda dört mezhep birleşmediği için, Vallahi birgün Ankara’ya giderken Seyyid Abdulbaki Hz.leri benim namazımı tekrar bana kıldırdı. Çünkü tehiri, cem-i takdim etmiştim. Demekki sadatlar hilaf-ı evlaya bile gitmemişler, işin fetvası şudur, budur demeden arabayı durdurdu namazı tekrarlattılar bana. Kelimenin tam anlamıyla onların en büyüklükleri şeriata uygun davranmalarıdır. Tabii ki, şeriat demek Kur’an ve hadis demektir. Her ne kadar bugün şeriat kavramı yanlış lanse edilmeye çalışılsa da gerek Türkiye’de gerekse İslâm âleminde bilinen manada şeriat Kur’an ve hadistir. Kur’an Allah’ın, hadis ise Resulüllah’ın kelamıdır. Kur’anı anlamada hadis birinci kaynaktır. Yani hadis Kur’anın tefsiridir ve bize açıklayıcı şekli diyebiliriz. İşte bu tasavvufta o şeriat’ı uygulamaktır. Mesela Allah (C.C.) Kur’an-ı Kerim’de: “Ancak kalpler Allah’ın zikri ile mutmain olur” buyuruyor. Şimdi bunu nasıl biliriz? Herkes ayet-i kerimeyi okuyor ama nasıl anlıyoruz? İşte o uygulamayla, yaşayarak o belli olabiliyor ancak. Kalbi huzura erebilmek için Allah’ı zikretmemiz gerekiyor..
— Seyyidim, Seyda Hz.lerinin; “Bir medrese talebesini binlerce sofiye değişmem” sözünden maksat nedir?
İşte görüyorsun bir medrese talebesi binlerce sofiye üstün geliyor. Medrese talebesinden maksat ilimdir. Burda ilme önem veriliyor, şahsa değil. Çünkü ilim farzdır. Söylenilen ilimdir ve ilme teşviktir. Onun için yanlış anlamamak gerekiyor.
Bazen soruyorlar: Farzdan önceki farz nedir? Cevap olarak ilimdir diyorum. Feraiz’i bilmemiz gerekmeyebilir ama oruç, namaz ve helal-haramı vs. bilmek farzdır. En azından ilmihallerden farz kısmını bilmek zorundasınız. Fakat ilmin tamamını bilmek şart değildir. Sadece farz kısmını bilmek yeterli.
İlmin geniş ve kapsamlıca bilinmesi ancak ve ancak belli bir eğitim sürecini yaşamakla elde edilebilir. Muhakkak zahiri ilim olmadan batini ilim de olmaz. İslam tasavvufun zırhı derken bunu kastediyoruz. Onun için kim çoban olmak istiyorsa zırhını da alması lazımdır.
Dikkat ederseniz Nakşibendî tarikatındaki mürşitler de zahiri ilmini bitirmeyen halifeler yoktur. Belki vardır, olmuştur ve adapsızlık olmuş, o da sönmüş gitmiştir. Yani cahil Nakşibendî tarikatının halifesi kesinlikle irşat yapamamıştır. Âlim denilen bir insan hadis ilmi, tefsir ilmi, fıkıh ilmi gibi ilimleri bilmeli ki âlim olabilsin. Bu ilimleri bilenlere âlim deniliyor. Sadece dünyevi ilme sahip olanlara âlim denilmiyor. On ila on beş sene devam ettiğim medrese hayatımda, medrese Hocamın Menzil’e intisap etmediği zamanda onun bir kelimesi vardır. Diyor ki:
Bu kapıda otuz-kırk senedir İslam dışında bir şey görmedim.
Hatta Medrese Hocam önceleri Şeyh Maşuk’a bağlıymış. Şeyhi vefat ettikten sonra bir mürşide bağlanmak için yola koyuluyor ve Seyda Hz.lerini görüyor. Göğsünden bir güneş çıkıyor gibi kendisini etkilediğini anlattı bizlere. Bir seferinde de istihareye yatmış ve istiharede Seyda Hz.lerinin iki memesinin altından iki tane güneş çıkıyor gibi görmüş ve o haliyle iki ışığı gördüğü an Seyda Hz.lerine demiş ki:
“Bana da doktorluk yap.”
Yani intisap etmek istemiş. O arada eski şeyhi, yani vefat eden şeyhi manen gözükmüş, durmuş ve utanmış. Bunlar tabii istihare ile oluyor ve derken Seyda Hz.lerini intisap etmek nasip oluyor.
Seyda Hz.lerinin göğsünden çıkan iki ışığı ilme de yorumlayabiliriz. Seyda’mız zaten medrese ilmini bitirmişti. Medrese ilminden sonra, yani zahiri ilmi bitirmiştir ki, bilahare yalnızlıktan dolayı devam ettiremedi. Sadece manevi ilme başladı. O ilm-i kal’den ilm-i hal’e geçti. Malumunuz ilmin de iki çeşidi var:
—İlm-i kal (zahiri- sözlü ilim)
—İlm-i hal (batın-ı ilim)
Bildiğiniz gibi, Cüneydi Bağdadi Hz.lerine sormuşlar.
— Falancı şeyh nasıl ne kadar büyüktür, bakın işte uçuyor.
O da cevaben şöyle demiş:
—Büyüklükse kuş da uçuyor.
— İşte falan zat suyun üzerinde yürüyor.
— Yok, kurbağa da yüzüyor.
— İşte, falan zat da maşrıktan mağribe gidip geliyor.
— Yok. Şeytan da maşrıktan mağribe seyrediyor, tarzında sorulara cevap veriyor.
Yani büyüklük ölçüsü İslam’ın yoluna uygunlukla anlaşılır. Hatta Şah-ı Nakşibendî’ye sormuşlar:
— Kurban büyük mürşidi nasıl bilirsiniz?
Şah-ı Nakşibendî (k.s.), aynı Cüneyd-i Bağdadi Hz.lerinin cevabını vermiş:
—Şeriata bağlılığından bellidir o zaten.
Mürşidin bizim elimizdeki tahlili İslama ittiba etmesiyle idrak ederiz. Şimdi bu kapının gerçekten İslama bağlılıkları tartışılmaz. Eğer İslam’a bağlı kalmasaydılar Sadat-ı Kiram’ın yolu bu denli ilerleyemezdi. Bugün bu topluluğun buraya toplanması onun meyvesidir. Aslında büyüklük ölçüsü kalabalıkla da değil, o da muteber değildir. Sadece bir muteber olan bir husus vardır: İslam’a uygunluktur.
— Seyyidim, Seyyid Abdulbaki Hz.leri genç yaşlarda hasta olduğu halde, Gavs Hz.leri O’nu hem medrese ilmi öğrenmek için Van’a gönderiyor, hem de orada tevbe vermesi için görevlendiriyor. Sizce “hastalık, ilim ve irşat” üçünü bir arada yürütmesi mümkün mü?
— Bunun üçünü bir arada götürmesi sevdikleri iş olduğu için, hatta on tanesini de götürebilirler. Nasıl ki, insan sevdiği zaman yemeğin beş çeşidini de yiyebiliyorsa, hasta olduğu zaman da mide sevmediğinden bir tanesini bile kaldıramıyor. Aynen öyle, bir insan da bir işi yapacağı zaman sevmesi ve inanması lazım ki verim alabilsin.. Bu büyük zatlar aynı duygularla yüklü olduklarından dolayı, onlara zor gelmiyor. İşte bir zaman verem hastalığı vardı kendisinde. Kesinlikle hastalık sürecinde bile gece namazlarını ihmal etmemişlerdir. Artık hayatları ahlak olduğu için yaşama şekline dönüşmüş.
Seyyid Abdulbaki Hz.leri gözaltında kaldı. Yanılmıyorsam bir ay civarında. Bu durumu haber aldığında Dayım Seyyid Sıdkı gözyaşlarını tutamayarak Gavs Hazretlerine anlatmış. Gavs (k.s.) demiş ki:
—Ağlama, ne ağlıyorsun. Bu da bir Sadatlar’a mutabaattır. Bütün Sadatlar kimi hapse girmiş, kimi sürgün olmuş, hatta idam edilmiş. Bu bir ay hapse girmiş çok mu? Şükür et .”
O zatlar varis oldukları için o çile biraz da ordan dağılacak mecbur. Eğer bu gibi hadiseler olmasaydı, bir Seyyid Taha Hz.leri Seyyid Abdullah (k.s.) için bakın ne söylemiş:
‘’S. Abdullah’ın bir yönünden şüpheye düştüm. Herkes O’nu seviyor, muhalefet eden yok.’’ diye. Düşünebiliyor musunuz Sadatlardan ender de olsa muhalefet durumla karşılaşmayanları merak konusu olabiliyor. Çile bu yolda artık mutabaat olmuş. Çile ile bu şekilde örnek oluyorlar. Daha doğrusu bize sabır tesellisi oluyorlar. İşte bu büyük zatlar Resul-i Ekrem de çile gördü diye bizim imanımızı korumaya alıyorlar. Bunlara eziyetle biz korunmaya alınıyoruz aslında.
— Seyyidim, biraz da Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin bel ağrılarından bahsedebilir misiniz?
— Bel ağrıları şiddetli derecede seyrediyordu. Hatta ameliyat olmadan önce çok hastaydı, kırk güne kadar yatakta kaldı, ameliyat olmak istemedi. Çok sıkıştırdık yine ameliyat olmadı. Bu durumunun camiye gidip gelmesine engel olmayacağını ve böyle de idare edebileceğini buyurdular bize. Fakat artık ayakları zayıflamaya başlamıştı. Gerçekten tehlikeli noktaya gelmişti. En nihayet Seyda Hz.leri O’nun yanına geldi, dedi ki:
“-Ameliyat ol, takdir-i ilahi neyse o olur.”
Seyyid Abdulbaki (k.s.) cevaben:
“- Valla kurban ağrıdan değil de, bunun için...” dedi. İçindeki tam o niyetini söyleyemedi. Yani camiden ve teatinden olurum endişesini dile getiremedi. Nihayet, Seyda Hz.lerinin o telkininden sonra ancak ameliyat oluverdi.
Elhamdülillah, bugün hiç olmayacak şekilde irşat faaliyetlerine devam ediyor. O ameliyattan sonraki günlerde de yine bel ağrılarının nüksetmesine rağmen hiçbir şikâyetini ne gördük ne de duyduk. Yani oh’tur, ah’tır, puf’tur gibi hastalıktan şikayet serzenişine rastlamadık. Hatta hastalığını bile doktora söyleyeceği zaman utanarak söylüyor. Söylese de belki bizim zorlamalarımızla oluyor.
Yanılmıyorsam Şeyh Muhyiddin Arabî Hz.leri bir hastalanmış. O’na demişler:
“- Doktora git...”
Demiş ki:
“-Zaten doktor evimi yıkmış. Rabbü’l Âlemin takdir etmiş, ne doktoru...”
Tabii doktordan çare bulmak adetullahtandır ve sünnettir. Muhyiddin Arabî Hz.lerin; ‘Ne doktoru ..’ falan demesi aslında çare bulmayı reddetmek anlamında değil. Bence onlar hallerini şikâyete dönüştürmemek içindir. Seyyid Abdulbaki Hazretleri zaman zaman dinlenmek için Afyon’a, ya da İstanbul’a vs. gelmesi bahanedir. Sebebi irşat faaliyetleri ve Ümmet-i Muhammedin hidayeti içindir. Hatta Seyda Hz.lerinin makamı içindir, boş kalmaması dolayısıyladır.
Fakir insanlar çoktur, Menzil’e gelemiyor. Onların en büyük ıslahatı irşat faaliyetlerini yoğunlaştırmasıyla istirahat etmektir. Nasıl ki, en büyük azab iki sevmeyen insanı bir araya getirmekse, en büyük rahatlık da seven insanların bir arada olmasıdır. Araştırmalar ve ilim adamları da bunu teyit ediyor. Seyda Hz.leri için de romatizma ağrıları dolayısıyla Afyon’a gidiyor deniliyordu. Ama şunu bir kere daha beyan edeyim ki; kesinlikle irşat faaliyetleri içindir, bizim anlamamız ve kurtuluşumuz içindir.
— Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin Seyda Hz.lerine beyatı nasıl oldu?
— Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin, Seyda Hz.lerine beyatı 21 gün sonra gerçekleşti. Tabii Gavs Hz.leri hakikaten çok değişik bir mürşiddi. Kasrik hep eşkıya, soyguncu bir mekândı. Onun için bir çok eşkiya O’nu görünce kesinlikle Gavs Hz.lerinden ayrılmazdı. Hırsız olsa bile hırsızlığından dönüyordu. Seyda Hz.leri ve Gavs Hz.lerinin müspet faaliyetleri çok oldu. Bu arada babamı da çok seviyorlardı, küçüktü, hastaydı.ama Gavs Hz.lerinin O’na şefkati hastalığını unutturuyordu adeta, aynı zamanda sofilerin O’na olan muhabbeti ve ayrıca ta o zamanlarda Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin kendine özgü yönü bir çok insanı celb ederek dikkat çekiyordu. Hasılı, Gavs-ı Bilvanisi (k.s.)’in şefkati yediden yetmişe herkes de sevgi oluşturuyordu.
Gavs Hz.leri vefat ettikten sonra tabii en büyük Seyda Hz.leri vardı. Seyyid Abdulbaki Hz.leri yanılmıyorsam yirmi bir güne kadar tevbe alıp intisap edememişti. Ama bize kendisi söyledi; Seyda Hz.lerine karşı olan itirazından dolayı değildi.
Ben 11–12 yaşında idim. Gavs Hz.leri zamanında küçüktüm. Vefatı bizim ailede ağır gelmiş ve biraz şok olmuştuk. Bence o şokun etkisinden babamın intisabı gecikti. Tabii bu arada bazı hulefalar babamın bu tutumuna baskı yapmışlar, fakat hepsini reddetmiş. Hatta bazı halifeler Seyda Hz.lerine de bu durumu şikâyet etmişler. Seyyid Abdulbaki Hz.leri bütün bu şikâyetlere hiç aldırış etmeden, hakikaten her şeyini bırakarak Gavs Hz.lerinin kapısına yapışmıştı.
Tabii ki dünya çekemezliği ne kadar varsa, ahiretin de çekememezliği vardı. Hiç farkı yok, aynı ticaret gibidir. İster istemez Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin bu halini çekemeyenler oldu. Hatta bir gün Seyda Hz.lerinin yanında Gavs (k.s.)’ın halifelerinden biri laf söylemeye kalkışınca bu yüzden bir halifesini dövmeye kalkışmış bile. Tabii intisap ettikten sonra bu tür olayları bize anlatmıştı. Birgün Seyda Hz.leri merkatta tutmuş O’nu:
“-Abdulbaki otur” demiş. O da her şeyden vazgeçerek, elini veriyor en nihayet Seyda Hz.lerine beyat ediyor. Tüm bu sıkıntılı dönemlerde, hatta şimdi hatırlıyorum, babam bize ve annemize şöyle bir hatırlatmada bulunarak:
“- Siz gitmek istiyorsanız gidin.”dedi.
Biz tabii köydeki bazı olaylardan dolayı bir iki kere gitmek istedik, buna bizatihi yaşadık. Babam bir kez daha:
“- Şayet beni dinlerseniz gitmezseniz. Ama gidiyorsanız gidin, ben gelmiyorum, hiçbir yere ayrılmıyorum.” Diye kendi ile mürşidi arasında hiçbir perde kalmadığını beyan etti. Yine bazı olaylardan dolayı bir gün babama dedim ki:
“- Kurban, Allah hakkı bilmez mi?”
Seyyid Abdulbaki Hz.leri cevaben:
“- Oğlum, Allah imanımızı, her şeyimizi bu zatın eline vermiştir. O’nun hakkı her şeyi onda bulmakla mümkün ve buna inanın.” Dedi.
Yani, babam imanını mürşidden biliyordu. Onun için Seyda Hz.lerinin irşat yıllarında en büyük yardımcısı Seyyid Abdulbaki Hz.leri oldu. Gerek medrese faaliyetlerinde, gerekse Menzil’in işlerinde aktif olarak faaliyet gösterdi. Ondan sonra da amele başlayınca bu seferde iki büklüm olarak yap dedi yaptı, yapma dedi yapmadı. Yani tabiri caizse sekiz şart adabındaki ölüm rabıtasında anlatılan ölü yıkayıcısının elinde teslim olduğumuz gibi, babam da mürşidinin elinde ölü ve cansız gibiydi. Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin halifelik dönemlerinde bu konularda bizim zahiri gözle gördüğümüz bir yanılma olmamıştır. Gavs Hz.leri vefat ettikten sonra babamın zahiren Seyda Hz.lerine çok desteği oldu.
— Seyyidim, Nakşibendî Tarikatının mürşitleri arasında fark var mı?
— Nakşibendî Tarikatının mürşitleri olsun, sofileri olsun insan nefesleri kadar değişik meziyetleri ve meşrepleri vardır. Tabii bunları birbirine tercih etmek son derece yanlıştır. İşte Şah-ı Nakşibendî mi daha büyük, yoksa şu mu daha büyük? gibi sorularla meşgul olmak abesle iştigaldir. Haşa o bizim haddimize düşmüş değil.
Sanatkâr yaptığı işten belli olur. Tabii ki, sanatkâr sanatkârı yetiştiriyor ve o zaman sanatkârlık belli oluyor. Netice de hepsi Resulüllah Efendimizin (S.A.V.) büyüklüğüdür. Allah dostları Resulüllah (S.A.V.)’in bahçelerinden yetişen güllerdir. Hepsi o bahçeden yetişiyorlar. Burda esas olan hangi bahçıvan bahçeye daha iyi bakıyorsa, işte o en güzeli ve en büyüğü olabiliyor. Hepsi büyük, ama büyük devamlı kendinden daha tecrübe demektir. Bir mürşidde mevcut bulunan tecrübenin mürşide aktarıldığında bir sonraki mürşit tecrübeye tecrübe ilave ettiğinden dolayı, sanki daha büyük gözüküyor, ama bence hepsi dediğim gibi aynıdır. Yani bu büyüktür, şu küçüktür diye mütalaa’da bulunmak yanlıştır. Önemli olan bu irşat faaliyetinin halen devam etmiş olması ve kıyamete dek süreceği gerçeğidir.
— Seyyidim, irşat sürecine baktığımızda, Gavs Hz.leri zamanında tek tek tevbe, Seyda Hz.leri zamanında 10–15 kişiye tevbe ve Seyyid Abdulbaki Hz.leri döneminde ise hiç de alışık olmadığımız irşat metodu dikkatimizi çekiyor. Bu durumu izah edebilir misiniz?
— Bazı şeyhler Seyda Hz.lerinin 10–15 kişiye bir anda tövbe vermesine itirazda bulundular. Niye 10–15 kişiye veriliyor diye. Şimdi de Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin 75-100’e yakın kişiye bir anda tövbe verdiğini müşahede ediyoruz. O’nların mevcut şartlara göre bazı imkânları faaliyete geçirmesini yanlış anlamamalı. Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin şeritle tevbe vermesi hakikaten bir imkândan kaynaklanıyor. Gerçi ben Afyon’da değildim, ama duyduğum kadarıyla orası artık o kalabalığı kaldıracak yükte değilmiş. Onun için araştırdık, inceledik şeritle Sadatlardan, yanılmıyorsam Abdullah Dehlevi Hz.lerinin halifelerinden bu şekilde tövbe vermiş. O yazılardan derledik, topladık Afyon’a gönderdik. Hatta sorduk şerit’le kaç kişi tevbe alabilir diye, 75-100 kişi arasında dediler. Nasıl ki, Seyda Hz.lerinin 10–15 kişiye bir arada tevbe vermesine itiraz edenler olmuşsa, Abdullah Dehlevi Hz.lerinin döneminde halifelerinden biri şeritle vermesine itiraz etmiş. Aslında bu zorunlu değişiklik Nakşibendî tarikatının ikinci meyvesi mesabesindedir.
Dikkat ederseniz Gavs Hz.leri Menzil’in ismini Buhara koymuş. O kadar köy köy dolaşıp geçirdiği hicret hayatından sonra buraya geldiği zaman Menzil’in ismini Buhara’ya çevirdi. Menzil’in ismi aslında Buhara’dır. Bazı itirazlardan ve o günkü ortamların müsait olmayışından dolayı o isim pek kullanılmadı, ama Menzil’in adı dediğim gibi Buhara’dır.
Bu Buhara Şah-ı Nakşibendî’nin Kasr-ı Arifanı’dır. Bence Buhara ikinci Nakşibendî tarikatının alevleyişidir. Bu da mecbur ki, artık o zaman Resul-i Ekrem Efendimize bu tarihe kadar yapılan irşadın hepsinin tekrar yeşermeye başladığı mekânın adıdır: Buhara... Onun için bize normal geliyor. Çünkü bu zatların büyüklüklerinden bu ismi alıyor.
— Seyyidim, Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin Türk-i Cumhuriyetlere ve Türk-i illere olan ziyaretinden bahsedebilir misiniz?
— Benim şahsi inancım Türk-i Cumhuriyetlere yapılan seferde tüm o sadatlarla görüştü. Kesinlikle her yerde oldu ve bir kere şahit oldum. Bir gün Şah-ı Abdulhalık-ıl Gücdivani Hz.lerinin türbesindeydik. Türbenin etrafında bir kez dönerken, herhalde farkında olmadan sırtım merkada gelmiş, nasıl gelmiş, ben de bilmiyorum. Babam beni hemen çağırdı, dedi:
“Sırtını markada dönme.”
Bu halimi düzeltmeye çalışırken, bu seferde sırtım Seyyid Abdulbaki Hz.lerine geldi. Her neyse, ben anladım ki, kesinlikle onların hepsiyle buluştular. Bazı şeyler var anlatılamıyor. Nasıl ki, suyun tadı nasıldır? Sorusuna cevap verilemiyor ancak suyu içerek anlıyorsak, gerçekten de orda bazı yaşanan hadiseler söylenilmiyor, yaşamak lazım. Oraya gidenlerin hepsine ve hangisinden sorarsan sor, bence bu cevabı verirler. Yani kelimelerle ifade edilemiyor.
Şah-ı Abdulhalık-ıl Gücdivani Hz.lerinin merkatında benim içimde acayip bir sıkıntı vardı. Bakıyorduk insanlar hep ağlıyor, mahzun bir halde, bizde ise acayip bir tutkunluk vardı. Şah-ı Nakşibendî (k.s.)’ın türbesine gittik, geceydi. Yine aynı acayip haller burda da devam etti. Tabii rabıtadayız, bir an gözümü açtım. Bir baktım, sanki Seyyid Abdulbaki Hz.leri Seyyid Fevzeddin’in kafasını elinin arasına almış, O’nu havaya kaldırmış gibi gördüm. Daha ben Fatiha duymadan gözümü tekrar kapattım, bir baktım bu sefer ellerinin arasında ben varım. Gerek Seyyid Fevzeddin’in gerekse bizim sakal koyuşumuz bu topraklarda ve Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin elleri arasında gerçekleşti. Çok değişik bir haldi, anlatılamıyor, hem de anlatamayız da. Orda ki insanlara da sorarsan hepsinde bir haller oldu, ama kimse ne olduğunu gerçek manada bilmediği kanaatindeyim.
Seyyid Fevzeddin dedi ki:
“Ben Şah-ı Nakşibendî Türbesine kadar, kesinlikle sakal koymak gibi düşünce kalbimde yoktu. Her ne olduysa orda oldu.”
Hakikaten orda çok değişik oldu, benim sakalım da o zaman bırakıldı. Sanki fırtınadan önceki bir sessizlik vardı. Tabii bu mesele biraz değişik, derin belki müsaadesi yok, ancak bu kadarını söyleyebildik.
— Peki, Seyyidim, Türk-i Cumhuriyetlerde insanlar Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin nasıl karşıladılar?
— Ordaki insanlar Sadatları görünce, sanki babaları kaybolmuş, bekledikleri bir baba gelmiş gibi karşıladılar. Kesinlikle ne biz, ne de orda ki insanlar birbirimize yabancılık çekmedik. Zaten müminler kardeştir ve öyle öz kardeş olarak kaynaştık. Çünkü öz kardeşiz, anadan babadan öz kardeşiz. Yetmiş senedir aramızda bağ kalmadığı halde, sanki bir saniyelik bir bağ kaybolmuş gibi hissettik. Onlar da sofidirler ve Nakşibendî Tarikatına mensupları, ama tabii ilim olmadığı için hep kulaktan duyma ile adaplarını muhafaza edebilmişler, yapabildikleri kadar yapmaya çalışmışlar bugüne dek..
Bir gece bir yerde misafir kaldık. O gece kalktılar, o gece sabaha kadar o insanlar yatmadı keyiften ve muhabbetten. O gece koyun kestiler, yemek yaptılar, sabah namazından sonra yedirdiler ve sonra bizi yolcu ettiler. Biz ayrıldığımız zamanda hepsi ağladılar, küçük çocukları bile... Kelimenin tam anlamıyla mükemmel bir misafirperverlik ve çok değişik haller diyarı idi.
- Seyyidim, Türk-i Cumhuriyetlerine ziyaretin akabinde Menzil’deki Merkat’ın yapısı Türk-i imarı tarzına dönüştürüldü, bizi bu konuda aydınlatır mısınız?
— Biz de onu hissettik. Zaten o geziden sonra peş peşe kararlar gelmeye başladı. Camii olsun, merkat olsun yoğun bir inşaat faaliyeti başladı. Tabii bu bizim zahiri gördüklerimiz, zahiri yorumumuz ve manevi yorumunu bilmiyoruz. Zahiren baktığımızda Kasr-i Arifan Menzil’e dönüşmüş.
Biliyorsunuz Gavs Hz.lerinin zamanında yapılan camii, Seyda Hz.leri döneminde hemen hemen onun iki misli büyütüldü. Gerçekten de sürekli katlamalı gidiyor. Gerçi bunlar ölçü değil. Bu tür katlamalı imar faaliyetlerine bakarak bu büyüklüklerden bahsetmek nefsimizin hoşuna gidebilir. Bunlar zahiri yöndür. Yine söylediğim gibi, kendi kendimizi tatmin ediyoruz. Seyda Hz.lerinin vefatı da bütün sofiler için büyük bir nasihat olmuştu. İnşallah hepimiz en güzel tarzda yararlanırız.
— Seyyidim, Seyda Hz.lerinin bıraktığı camii tamamen yıkılarak yerine daha büyük kapasitede camii inşa edilirken, sadece Seyda Hz.lerinden hatıra kalan minareye dokunulmayıp muhafazaya alındı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
— Seyda Hazretlerini bize hatırlatması gereken sadece minare olmamalıdır. Bakın iki sene evvel umredeyken, ondan önce Seyyid Abdulbaki Hz.leri bana bir tesbih verdi. Bu tespihle Hazret Muhammed Diyauddin virt çekmiş. Bu tespih Hazretin dedesine (Şeyh Abdurrahman-i Tahi’ye) verilmiş. Şeyh Abdurrahman-i Tahi’den de babama geçmiş ve babam da bana verdi. O tesbih, nasıl olduysa Mekke’de kayboldu. Sürekli taşıdığım tespihi kaybedince çok üzüldüm. Hatta beni endişe de aldı. Belki tarikattan merdud edilirim diye. Hem korku hem de üzüntüyü bir arada yaşıyordum. Durumu Dayıma söyledim:
“- Vallahi tespihi kaybettim, ben mahvoldum. En iyisi bur da bizi affederse affeder. Kâbe’nin yanında işi bitirelim.”
Dayım Seyyid Abdulbaki Hz.lerine hal meselemi anlatınca, babam bana gülümseyerek baktı ve beni yanına çağırdı. Dedi ki:
“- Bunlar dünya malıdır, fanidir. Bunlarla kafanı meşgul ederek zaman kaybetmeye değmez. Maksat o tespihi Allah’a götürmektir. Nihayetinde o bir ağaçtır. Onun manevi ve bir yadigâr yönü var ama gaye değildir. Tespih, Allah’a ulaşmada bir vasıtadır sadece.”
Nasıl ki biz diyoruz; bize minareyi hediye bıraktılar, ya da Gavs Hz.leri mihrabını bıraktı veyahut da Seyda Hz.leri içerdeki merkatı bıraktı. Oysa bunlar belki bizim açımızdan nefsimizi tatmin etmek, belki onlar açısından da hediyeleri kalsın diyedir. Netice itibariyle gerek Gavs Hz.leri gerekse Seyda Hz.lerinin en büyük eserleri, işte bu cemiyet, bu hatmeler, bu irşat faaliyetleridir. Yani biz bunlarla sadatları hatırlamamız lazım. Bir minareyle, bir mihrapla hatırlarsak çok yanlış yapmış oluruz. Çünkü zahirde gördüğümüz eserler fani olan ve geçicidirler. Fakat kalıcı olan, bu yapılan ameller, hatmeler, vird’ler ve bu irşatlardır.
Bence Gavs Hz.lerini, Seyda Hz.lerini ve bütün sadatları gerek hatmede ve gerekse vird’lerde hatırlamamız lazım. Bu tür amellerde hatırladığımız zaman ebedül ebedi onlarla beraber oluruz. Eğer bir minareyle, bir mihrapla ve bir camii ile hatırlarsak, en fazla yüz sene hatırlarda kalır. Bugün Şah-ı Nakşibendî (k.s.)’ın neyi kalmışdı ki? Gittik o sadatların merkadlarını gördük ama biz onları hiç görmeden de hatırlayamadık mı? Onun için yapacağımız amellerle hatırlamak en güzeli. Zahiri görüntülere saplanmamalıyız. Tabii bunu ısrarla söylememden maksat, gerçekten de ihtiyaç hissediyorum ve kitabda da yazılırsa bazı insanlar kendinden bir örnek çıkarırlar. Çünkü biraz itiraz edildi ama kimse hakikatini düşünemedi.
Sanki Seyda Hz.lerinin temeli ile Gavs Hz.lerinin temeli aynı değilmiş. Bence camiin temelleri daha da büyütüldü. Hatta Seyda Hz.leri vefat ederken, Seyyid Abdulbaki Hz.leri hepimizi topladı ve bütün aileye dedi ki:
“- Seyda Hz.lerinin temellerini bu şekilde bırakmayacağız. Çok çok büyütmek zorundayız. Onun için bana yardımcı olacaksınız...”
Tabii temeller her yönüyle çok çok büyütüldü. Buna katkıda bulunmamız lazım, tabi kendimiz için.
Hz. İbrahim (A.S.)’ı ateşe attıkları zaman kertenkelenin iki çeşidi var; birisi su döktü, birisi de üfürdü. Hz. İbrahim (A.S.) o su dökene dedi ki:
“- O koca dağ gibi ateşe senin o damlacık suyun neye yarar ki? Fakat ben senin dostun olduğunu bileyim.”
Öbür üfürene de dedi ki;
“- Ya zaten ateş dağ gibi üfürsen ne olur ki? Ben de senin düşmanın oldum.”
Bu misalden hareketle bizim burada katkımız şu olacak:
Bu yolu bilelim, sevelim.
Bu yolu seviyoruz, bu yolu dost biliyoruz diyebilmeyi muhakkak istemişler. Bizim katkımız başka ne olabilir ki?
Onun için minareye takılmamamız lazım. Hatta Seyda Hz.lerinin şahsına takılmamak gerekir. Bunlar istedikleri şeyler değil. Fakat davalarına, yollarına ve adaplarına takılmamız lazım. Çünkü, Sevgilinin sevgilisi sevgilidir. Yani onun sevgilisi bize sevgili olmalıdır. Mademki, O sevgili ise sevgilisini de sevmemiz şart. Sadece onu sevmekle bu iş bitmez. Kelimenin tam anlamıyla esas olan sevgiliyi sevmemiz lazım ki saplantılardan kurtulabilelim.
Gerçekte bize bırakılan en büyük miras yollarıdır. O halde yollarına ram olmalıyız. Hakiki manada manevi mirasa sahip çıkmalı ve adap usule çok riayetle çok faydalar elde edebiliriz. Bütün bunlar hepimiz için müsavidir. İlk müracaat edeceğimiz kapı İslam kapısı, ondan sonra ise adaptır. Gavs Hz.lerini ve Seyda Hz.lerini seveceksen şahsı için değil, yolu için seveceksin. Seyyid Abdulbaki Hz.lerini seveceksen, seni o yola götüreceği, o maksadına ulaştıracağı için seveceksin ki, o zaman hakikati bulabilesin. Neyi ararsanız, mürşidinizde arayın, onda kendinizi bulmaya çalışın. Keramettir, şudur, budur vs. bunlarla oyalanmayın. Adap usul erkan bilmeyen insanlar bu tür saplantıların peşine düşerler habire.. Bizim kesinlikle peşine düşmememiz gerekir. Hepimiz bu zatların evladıyız. Evet biz zahiri evladıyız, ama o da bir noktada önemli değil, o da fanidir çünkü . Gerçek evlatları sofilerdir.
Mademki, hepimiz onların evladıyız, miraslarına sahip çıkmalıyız. Onların mirasları da demin de söylediğimiz gibi bu kutlu yoldur.
— Seyyidim, Seyyid Abdulbaki Hz.lerini Türk-i Cumhuriyetlerde sadatları ziyareti ardından Umre yolculuğuna çıkmasını nasıl izah edebilirsiniz?
— Şunu öncelikle belirteyim ki Umre’nin ilki farzdır. Hac da ilki farz olup, öbürleri sünnettir.
Bu Umre, Türk-i Cumhuriyetlerdeki sadatların mekânlarına gitmemizden değişik bir ziyaret değildi. Bence yükünü hafifletmek ve bu yürüyüşü teyit etmektir. Ve edildi...
Şahsi kanaatim odur ki, hem Resulüllah’dan olsun hem de Sadatlardan olsun bazı anlatamayacağım durumlar teyit edildi ve her tarafta da kabul gördü.
Bu zatların kerametlerini söylemek çok abestir. Tabii bazı halleri hoşumuza gidip bizi tatmin ediyor. Orda bir gün benim gördüğüm bir olay oldu. Teravihleri kılıyorduk. Rüknü Yemeni ile Hz. İsmail hücresi tarafından Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin tam arkasındaydım. İnan ki, babamı Kâbe kadar büyük gördüm. Bir anda gözümde o kadar büyüdü ki akıl sır ermiyor. Ve orda ertesi gün hatır almaya gittik. Yine orda aynı hal zuhur etti, göğsümde patlama oldu sanki bana. Daha fazla anlatmam zor, bilmiyorum, sadece bu uzun soluklu yürüyüşün teyidi diyebilirim. Gerek Kâbe’de gerekse Ravza’da ne olduğunu anlıyamıyacağımız, aynı Buhara’da gördüğümüz ya da görülenlerin aynı benzerlerini hissettik ve yaşadık. Hissedilen ve yaşanılan hallerin izahını bilmiyoruz, sadece bildiğimiz şu var; İslam’a ve adaba çok önem veriyorlar. Tabii bu da bizim için büyüklüklerinin göstergesi oluyor.
-Seyyidim, Seyda Hz.leri döneminde sanki muhabbet daha ağırlıkta görülüyordu. Bu dönem için ne buyurursunuz?
-Sen Seyda(k.s) dönemini hatırlıyorsun, ama Gavs Hz.leri zamanında muhabbet daha da zirvedeydi. Seyda Hz.lerinden sonra, artık Seyyid Abdulbaki Hz.leri döneminde emeklemeyi bitirdik. Onun için emziği ve sütü bıraktık ve amelde yürümeğe başladık. İlim, akıl ve zikir ön plana çıktı. Çünkü hep muhabbetle olmaz. Muhabbet nereye kadar götürür ki? Bu yolda ilimle, akılla ve zikirle gittiğin zaman bu kalıcıdır. Seyyid Abdulbaki Hz.leri, şimdi bunu kısa zamanda vermeye başladı. Artık yürüyünüz, yeter o kadar keyf yaptınız, şimdi çalışma hizmet zamanıdır diyor adeta... Zaten muhabbetten maksat da bunların hâsıl olmasıdır. Demek ki, bunun zamanı gelmiştir ki, gerek zikir, gerekse hizmet üzerinde olsun çok duruluyor. Tabii ki öbür sadatlarda yaptılar, ama demek ki o gün için muhabbet daha ağırlıklı olması gerekiyormuş. Bizim hastalığımıza göre tedavi veriliyormuş. Bugün de gelinen noktada ilaç buymuş demek. Onun için niye o eski muhabbet yoktur dediğimizde, o zaman kendimizde bir eksiklik arayalım. Acaba hep o eski muhabbetle mi yürümemiz lazım? Biraz zor, artık olgunlaşma dönemindeyiz. Çünkü olgunlaşmaya ihtiyacımız var. Şartlar ve ortam onu gerektiriyor, sadece muhabbetle yol alınmaz kanaatindeyim.
— Seyyidim, Seyyid Abdulbaki Hz.leri ilim hayatını nasıl bitirdi?
— Gavs Hz.lerinden okudu. Değişik yerlerde okudu. Molla Dervişin yanında da okudu.
— Seyyidim, Seyyid Abdulbaki Hz.leri hiç sohbet ediyor mu?
— Bazan münakaşa ve anlaşmazlığın çıktığı durumlarda sohbet ediyor. Sohbeti ağırlıklı olarak İslam ve hizmet üzerinedir. Sofilere yönelik genellikle mesajı şudur:
“ Bizi her yerde bulamayabilirsiniz. Fakat öyle bir şey elinize alınız ki nerde olursa olsun, bu da İslam ve adaptır. Çünkü İslam bu yaptığınızın zırhı ve ihatasıdır. Adap ise onun devamını sağlıyor.”
En küçük adapsızlıkları dağlar kadar gözümüzde büyütmemiz lazım. Çünkü en küçük adapsızlık siyah noktadır. Nakşibendî tarikatı beyaz perde olduğu için, o siyah nokta perde de olduğu zaman, insanın gözü o beyazlığı görmüyor, direk o siyah noktaya ilişiyor. Bu durum tabii olarak zikri ve irşadı engelliyor. Bundan da öte birisinin hidayetine vesile olacaksan olamıyorsun. Yani adapsızlıklar o yaptığımız İslami amellere engel olmaktadır. Hatta namazları gece gündüz kılsan da âdâb yoksa, hiçbir kıymeti yoktur. Ne feyzi ne de bereketi olur.
Seyyid Abdulbaki Hz.leri sohbetlerinde bilhassa niyet üzerinde de çok duruyor ve şöyle buyuruyor:
“ Niyetinizi Allah rızası için sürekli kontrol ediniz.”
— Seyyidim, en son ne tavsiye edersiniz?
— En son Seydamız’ın tavsiye ettiği İslamı ve tasavvufu tavsiye ederiz. Allah’a kavuşmak istiyorsak, Gavs Hz.lerinin söylediği gibi nefsin tepesine basmak gerekir. Ümmet-i Muhammedin birlik ve beraberliğini sağlamaya çalışmak görevimiz olmalı. Fitneleri bertaraf etmemiz lazımdır. Resulüllah’ı, Gavs’ı ve Seyda Hz.lerini seviyorsak bu zat’ın peşinden gitmemiz lazımdır. Çünkü Gavs-ı Sani Hz.leri O’nların yollarını idame etmeye çalışıyor. Ona yardımcı olmamız gerekiyor. Tabii burada yardımcı olmak derken, kendi amel ve davranışlarımıza dikkat etmemizi kast ediyorum. Yoksa zahiri yardım değildir. Müslümanlar arasında en iyimiz Allah katında en takva olanımızdır. Kısacası İslam diyor ve tavsiye ediyoruz.
(BU RÖPORTAJ GÜNDÜZ GAZETESİNDE YAYINLANMIŞTIR)

Seyda (K.S)’ın anısına röportaj
SELİM GÜRBÜZER
Malumunuz, Seyda Hz.leri yediden yetmişe hemen herkesin bildiği bir gönül sultanıdır. Öyle ki, onu görmek için yurdun dört bir yanından gelen insanlar akın akın Menzile gelip ziyaret etmekteydiler. Hatta vefat etmesiyle birlikte sevenler o’nu son yolculuğunda yalnız bırakmadılar, gözyaşları içerisinde Fatihalarla uğurladılar. Dolayısıyla böyle bir Gönül Sultanının bizde de bıraktığı derin etkiyle 1993 ve 1994 yılları arasında o’nun hakkında yine o gül neslin evladının dilinden bize Menzil’de ilk röportaj yapmak nasip oldu. Bu arada bize bu fırsat ortamını sağlayan Hane-i Saadet evladı ve aynı zamanda Seyda Hz.lerinin oğlu S. Taceddin Erol’a da sonsuz şükranlarımı sunmayı bir borç bilirim. Şimdi ilginizi çekeceğinizden emin olduğum Seyda Hz.lerinin yeğeni S. Muhammed Saki Erol ile yaptığım röportajla baş başa bırakıyorum:

—Seyyidim, Seyda Hz.lerinin çocukluk dönemlerinden anlatır mısınız?

—Çocukluk dönemleri hatırımıza pek gelmiyor. Ancak son irşat dönemleri aklımıza geliyor. Seyda Hz.leri Gavs Hz.lerinin en büyük destekçisi ve yardımcısı idi. Gavs (k.s.), dar-ı beka’ya irtihal edince yirmi seneyi aşkın bir süre irşat faaliyetine koyuldu. Bu sefer yardımcı olarak S. Abdülbaki Hz.leri (Gavs-ı Sani) vardır ve onun dışında doğru dürüst yardımcısı yoktur diyebiliriz, buna rağmen, geniş bir halk kitleyi irşat edebilmiştir.

— S. Abdülbaki Hz.leri aynı zamanda babanız oluyor. Bir baba olarak halifelik döneminde Seyda Hz.leri için ne derdi?

—Bize nasihati genellikle şu oluyordu:

“Eğer benim evlatlarımsanız bana itaat etmeyin, bu zata itaat edin. Benden hiçbir şey sormayın.”

İşte görüyorsunuz bir baba olarak, bizimle kendisini mürşidin arasından çıkarttı. Zaten bizi bu tarikat-ı aliyyeye ısındıran S. Abdülbaki Hz.lerinin bu müthiş teslimiyeti, hal ve adabı oldu. O’nun davranışları aile üzerinde öyle tesir etti ki, bizleri Seyda Hazretlerine çok daha yakin kılıyordu. Bizleri hem bu yola teşvik ederken, diğer taraftan da bu yolun esaslarını kendi hayatında titizlikle uygulayarak örnek oluyordu. Zaten öyle olmasaydı bugünkü durum olmazdı. Her ne kadar Gavs-ı Sani ile Seyda Hz.leri kardeş olsada sanıldığının aksine irşad halkası illa da babadan oğula, ya da kardeşten kardeşe geçecek bir kural ve akide yoktur, çalışılarak ve manevi veraset yoluyla elde ulaşibilecek bir nimettir. Nitekim bugüne baktığımızda Seyda Hz.lerinin büyüklüğü Gavs-ı Sani Hz.leri üzerinde bir başka büyüklükte meyve vermiş durumda. Hatta gelinen nokta itibariyle begrüne baktığımız da bu yola gönül verenler üçe dörde katlanmış durumda. Hakeza sofilerde ki gayret ve sadakate bakıyorsun bir büyük mürşidde var olması gereken hususlara işarettir.

-Seyyidim, Seyda Hz.leri döneminde S. Abdülbaki Hz.lerini hep arkasında iki büklüm bir vaziyette arkasında görüyorduk. Bunu nasıl izah edersiniz?

-Bence o’nu gören âdâbı ve âdâbın ne olması gerektiğini bilmesi lazım. Seyda Hz.lerinin arkasında yürümesi olsun, suskunluğu olsun, edebi olsun, sofilerin içinde kayboluşu olsun tüm bu husussiyetler sıradan hasletler değil elbet. İşte bu yüzdendir ki Seyda Hz.leri döneminde bile, âdâbı öğrenmek isterseniz Seyyid Abdülbaki Hazretlerine bakmanız yeterli diyordum. Sizin de söylediğiniz gibi iki büklümdü adeta. Gerçekten de o’nun o iki büklüm âdâb hali bizim aile üzerinde çok etkisi oldu. Zaten 10-12 senelik medrese hayatımda ve aile ortamında babamdan gördüğüm en belirgin özellik âdâb üzere yaşamasıydı.

-Seyyidim, Seyda Hz.leri sizin amcanız olması dolayısıyla bize aktaracağınız bir hatırasını anlatırmısınız?

- Bir gece vaktiydi. Bir baktım patırtı kütürtü, bir ses geliyordu. O ara çok korktum. Acaba suikast filnanmı oldu diye. Ve yerimden doğruldum, Gökçeada’da kaldığımız evin etrafını dolaştım, ama birşey göremedim. Tabii sabah oldu, fakat hâlâ o anı unutamıyordum. Merakımı yenemeyip teyzeme sordum:

-Teyze! Gece garip birşeyler oldu, acaba bu neyin nesiydi?

Teyzem yüzümde ki şaşkınlığın farkına varıp bana olayı şöyle anlattı:

-Vallahi, bende çok korktum. Öyle ki korkudan amcanı uykudan uyandırdım. Ancak uykudan uyandırınca bana sitem ederekten niye uyandırıyorsun dedi. Neyse ki, birazdan kendine gelince tebessümle gördüğü rüyayı şöyle anlattı:

Resulü Ekrem Efendimizi rüyamda gördüm. O an mahşer günüydü ve başımı Resulüllah (s.a.v.)’ın tarafına doğru çevirip şöyle dedim;

-Ya Resulüllah ! Beni bu ümmetine feda et.

Tabii o anda, Resulüllah’ın şeklini tam bilemeyeceğim ama, beni o sırada uykudan uyandırınca rüyam tam olmadı.

İşte Seyda Hazretleri’nin Gökçeada’da geçirdiği günlerde yaklaşık bir senenin üzerinde beraber kaldığım en çarpıcı hatırası bu olmuştur. Bu hatıra her yönüyle Ümmet-i Muhammed için feda olmaya çalışmanın bir ifadesidir. Kelimenin tam anlamıyla Ebubekir Sıddık misali Ümmet-i Muhammed için ateşe bile girmeye razı bir duygu selinin ağır bastığı fedakarlıktır bu. Sonuçta Seyda Hazretleri olsun, Gavs Hazretleri olsun, Şah-ı Nakşibend (k.s.) olsun, bütün sadatlar insanlara öncülük yapıp kendilerini bu şekilde Ümmet-i Muhammed’e feda etmişler de.

- Seyda Hz.lerinin vefatına yakın zamanlarda bir anda birbirini takip eden sohbetlere başlamasını nasıl yorumluyorsunuz?

- Elbette ki ilginç bir durum, zaten bizde Seyda Hz.leri sohbet etmeye başlayınca içimize kurt düştü. Çünkü, ondan önceleri hiç sohbet etmezdi. Sadece Gavs Hz.leri vefat ettiği dönemlerde biraz sohbetleri olmuştu, daha sonrasında devamı gelmemişti. İşte uzun bir aradan sonra vefatına yakın dönemlerde sohbete başlayınca, doğrusu kendi kendime dedim ki; galiba ya kıyamet kopacak bizi uyarıyor, ya da vefat edecek. Tabii bu vefat düşüncesi nefsimizin hoşuna gitmiyordu. Dahası hiç aklımızın ucundan geçirmek istemediğimiz birşeydi. Tabii bu demek değildir ki ölümü hiç düşünmeyelim, her an, her salise yüreğimizde hissetmemiz lazım gelir, ama sözkonusu Seyda olunca o’nun vefat edeceğini hissetsek bile düşünmek istemediğimiz birşeydi. Dolayısıyla hiç alışık olmadığımız ardı ardına ansızın gelen o sohbetler bir noktadan sonra bize korku verir olmuştu. Neyse ki zamanla içimizdeki o korkular giderildi. Neyse ki diyorum, çünkü kendi açımızdan zor olsa da, onun açısından hayırlara vesile olduğu muhakkak. Sonuçta her ne olursa olsun canından aziz bildiği Resulu Ekrem Efendimizin yaşında vefat etti.

Bu arada Seyda Hz.leri’nin vefatıyla birlikte bir tecrübe daha kazandığımızı idrak ettik. Öyle ki, vefat sonrası sadatlar’ın himmeti çok büyük olmuştur. Dikkat ettiyseniz Seyda Hazretleri’nin vefatından sonra Menzil’e gelmeyen çok az insan oldu, üstelik sofiler arasında önem addedecek hiç bir sapma da olmadı. Zaten aslolanda bu, yani Seyda Hz.lerinin dar-ı bekaya irtihaliyle o’nun yolundan devam etmemiz gerektiğini anlamak çok mühim bir hadisedir. Buraya gelmekten amaçta Resulüllah’ı ve mürşidi sevip muhabbetullaha erişmektir. Bakın, Resulüllah’a (s.a.v) daha bir muhabbet duyabilmek için Kur’an-ı Kerim’de mealen: “Eğer beni sevmek istiyorsan Resulüllah’ı sevin” diye buyruluyor. Bir başka ifadeyle eğer sevilmek istiyorsanız Resulüllah’ı sevin mesajı var. Madem öyle Resulüllah’ı sevelim ki Allah’ı sevmiş olalım. Kaldı ki, Seyda Hz.lerine olan sevgimiz bizi Resulüllah sevgisine götüren bir basamaktır. Allah’a basamak basamak ulaşılır. Bu yüzden basamaktan gaye Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaktır. Bizim tek davamız olmalı, o da hiç kuşkusuz İslam üzerine ve sırat-ı müstakim üzere yaşamaktır. Eğer Seyda Hazretlerine olan sevgi ve muhabbetimiz bu davayla örtüşmeseydi, biliniz ki bugün bu irşat halkasının devamı gelmezdi. Bakın geçmişte birtakım bazı insanların mürşitleri vefat edince tarikatı bıraktıklarını müşahade ettik. Bu durum o insanların ilahi sevgiden yoksun olduklarına işarettir. Oysa, Sadatların yolunda mürşitten sonra kopma ya da ayrılma onların hiç sevmediği bir durum. Bu yolda devamlılık esastır. Anlaşılan o ki; Sadatlar sadece bize basamak oluyorlar, Allah’a ulaştırmak için Ümmet-i Muhammed’e hizmetkarlık yapıyorlar. Bizim onların ardında her seferinde ağlamamız, bence onların bu dünyadan gidişine değil, kendi halimize ağlamaktır. Seyda Hz.leri bu dünyadan ayrılmakla acaba yetim mi kaldık türünden hislere kapılsakta çok şükür bizi yetim bırakmadılar, bizi çobansızda bırakmadılar. İşte görüyorsunuz bu kapı kapanmadı, kapanmaz da. Madem bu kapı bu derece kıymet ifade ediyor, o halde tüm sofiler şu öğüdü kulağına küpe etsin:

Sadatlar’ın sevdiği şeyleri sevmek gerekir. Öncelikle bize ne yaptırmak istiyorlar, kendilerine mi taptırmak istiyorlar, yoksa Allah’a mı? Kendi ahlakını mı ihya etmek istiyorlar, yoksa sünnet-i seniyyeyi mi? İşte bütün bu soruları tahlil edip hakikate talip olmalıyız. Birkere bize uygulattıkları gerek hatme olsun, gerek vird olsun, gerek diğer görevler olsun Allah’a ulaşmaya yönelik uygulamalardır. Dahası Sadatlar bize Kur’anın tatbikini ve Allah zikrini telkin ediyorlar hep. İnşaallah bu yol kıyamete kadar böyle devam edecekte. Anlaşılan o ki, uzun ince bir yoldayız, ancak bu ince yolda sevgilinin sevgilisi sevgili olmak esastır. Hiç kuşkusuz sevgili ise Kur’an ve sünnettir. Zaten bu kapının en belirgin özelliği ehli sünnet çizgisinden zerre miskal şaşmamasıdır. Dolayısıyla bu kapıda kalabalık ölçü değildir, sayıya takılmamak en doğrusu. Uçmakmış, şuymuş, buymuş, bu tür kerametler doğrudur ama, bu büyüklüklerine delil olamaz.

Bakın bir gün Seyda Hz.lerinin yanındayken birisi kerameti sordu. Seyda (k.s) cevaben şöyle dedi:

Nasıl ki yeni adet olmuş bir kız adet gördüğünü annesinden, babasından ve etrafından saklıyorsa, aynen öyle de Nakşibendi tarikatının evliyaları da kerametlerini dışarıya izhar etmeyi ayıp telakki etmişlerdir hep. Bazen Allah Teala dostları üzerinden izhar ediyor ama, bu durum ancak birinin hidayeti sözkonusu olduğunda olabiliyor, zira işin içinde hidayete vesile olmak vardır. Besbelli ki Sadat-ı Nakşibendi yolunda mecbur kalmadıkça asla keramet gösterilmez. Şayet ortada bir keramet zuhur etmiş olsa bile bazen olur ki o zatın haberi oluyor, bazen olmayabiliyor, icabında sofinin haberi oluyor, zatın haberi olmuyor, ya da tam tersi sofinin haberi olmuyor, zatın haberi oluyor. Hatta öyle durumlarda var ki hiçbirinin haberi olmuyor. Dolayısıyla bu tür kerametler onların büyüklüklerine ölçü değil, bu yolda tek ölçü ehli sünnet çizgisi üzerine yaşamaktır.

Dikkat edin nerede bir sapkın hadise varsa anlayın ki o sapkınlığın arka planındaki ana neden unsur ehli sünnet çizginin dışına kaymanın ortaya koyduğu bir neticedir. Şayet insanlar biraz olsun ehli sünnetin temel kurallarına vakıf olsalardı şüphesiz zaman zaman ortaya çıkan bir takım sahte kurtarıcıların peşine düşmezlerdi Onun için İslamı herkesin bilmesi lazım gelir. Evliyanın büyüklüklüyüde İslama uygun davranışıyla ölçülüdür. Bakın bunca yıl oldu şimdiye kadar biz sadatlardan kesinlikle hilaf-ı evla, yani fetva kısmına aykırı hiç bir şey görmedik. Mesela cem-i tehir, cem-i takdim hilaf-ı evla konusudur. Bu mevzuda dört mezhep birleşmediği için, birgün Ankara’ya giderken Seyyid Abdülbaki Hz.leri benim namazımı tekrar bana kıldırdı. Çünkü tehiri, cem-i takdim etmiştim. Anlaşılan onlar hilaf-ı evlaya bile tevessül etmemişler, işin fetvası şudur, budur demeden arabayı durdurdu namazı tekrarlattılar bana. Kelimenin tam anlamıyla onların en büyük yönleri şeriata uygun davranmalarıdır. Tabii ki, şeriat demek Kur’an ve hadis demektir. Her ne kadar bugün şeriat kavramı yanlış lanse edilmeye çalışılsa da gerek Türkiye’de gerekse İslâm aleminde bilinen manada şeriat Kur’an ve hadistir. Kur’an Allah’ın kelamı, hadis ise Resulüllah’ın sözü ve yaşantısıdır. Kur’an'ı anlamada hadis birinci kaynaktır. Yani hadis Kur’anın tefsiri ve bize açıklayıcı şeklidir. Malum, tasavvufta o şeriat-ı uygulamaktır. Mesela Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de: Kalbler ancak Allah’ın zikri ile mutmain olur” buyurmakta. Şimdi sormak lazım bu ayeti nasıl anlamamız lazım gelir? Herkes bu ayet-i kerimeyi okuyor, ama nasıl anlıyor? Besbelli ki bu ayeti anlamak için uygulama yapmak, yani Allah adını yaşayarak o ayetin mana ve ruhuna vakıf olunabiliyor. O halde kalbin mutmain hale gelmesi için Allah’ı zikretmemiz şart.

- Seyyidim, Seyda Hz.lerinin; “Bir medrese talebesini binlerce sofiye değişmem” sözünden maksat nedir?

İşte görüyorsunuz bir medrese talebesi binlerce sofiye üstün geliyor. Medrese talebesinden maksat ilimdir. Burda ilme önem veriliyor, şahsa değil. Çünkü ilim farzdır. Sözkonusu ilim olunca akan sular durur, dolayısıyla bu sözü yanlış anlamamak gerekiyor, zira burda ilme teşvik vardır.

Bazen soruyorlar: Farzdan önceki farz nedir? Cevaben ilim diyorum. Elbette ki herkesin feraiz ilmini bilmesi gerekmeyebilir ama, oruç, namaz ve helal-haramı vs. bilmek farzdır. En azından ilmihalin farz kısmını bilmek zorundasınız. İlmin tamamını bilmek alimin uğraşına kalan bir husustur. Avamın (halkın genel seviyesi) ilmihallerde geçen farz kısmını bilmesi yeterlidir. Demek ki ilmin geniş ve kapsamlıca bilinmesi ancak ve ancak belli bir eğitim sürecinden geçmekle, yani rahlei tedrisattan geçmekle vakıf olunabiliyor. Muhakkak ki zahiri ilim olmadan batıni ilim tam olmaz. İslam tasavvufun zırhı derken bunu kastediyoruz. Onun için kim çoban olmak istiyorsa zırhını da yanına alması lazım gelir.

Şöyle bir Silsile-i Şerif’i bir göz gezdirin Nakşibendi tarikatı mürşitleri içerisinde zahir ilmi bitirmeyen halife yoktur diyebiliriz. Belki vardır, ama adapsızlık olmuş, o da sönmüş gitmiştir. Kaldı ki cahil bir Nakşibendi tarikatı halifesi nasıl halkı irşad edebilir ki, hadi diyelim bir gün iki gün irşad etti gibi göründü, ilim olmayınca bunun sonu gelmez ki, mutlaka bir yerde tökezleyecektir. Birkere alim bir insan hadis ilmi, tefsir ilmi, fıkıh ilmi gibi ilimleri bilmelisi lazım gelir ki alim olabilsin. Malum şeriat ilmini bilenlere alim deniliyor. Sırf dünyevi ilme sahip olmakla alim olunmuyor. Bakın 10-15 onbeş sene devam ettiğim medrese hayatımda benim üzerinde çok büyük emeği olan Molla İbrahim Hocam Menzil’e intisap etmediği zamanlarda bana söylediği bir cümlesi vardı ki hiç unutmam. Ve şöyle dedi:

-Bu kapıda otuz-kırk senedir İslamın dışında bir şey görmedim.

İşte bu cümle meramımızı anlatmaya yeter artarda. Kaldı ki Medrese Hocam (Seyda Molla İbrahim) önceleri Şeyh Maşuk’a intisaplıymış. Tabii Şeyhi vefat ettikten sonra bir mürşide bağlanmak için yola koyulmuş, derken Seyda Hz.lerini ziyarete gelmiş. Ve ziyaret esnasında Seyda Hz.lerinin göğsünden bir ışığın üzerine doğru güneş gibi doğduğunu anlattı. Hakeze bir seferinde de istihareye yatttığında Seyda Hz.lerinin yine iki göğsünün altından güneş topu gibi parlayan iki ışık görmüş. Ve o an Seyda Hz.lerine demiş ki:

“Bana da doktorluk yap.”

Tabii doktorluk yap demesi intisap etmek manasınadır. Ancak o arada vefat eden eski Şeyhi Şeyhi de rüyasına girince dona kalmış utanmış. Tabii bunlar istihare ile oluyor. Derken ertesi gün Seyda Hz.lerini intisap etmek nasip oluyor.

Aslında Seyda Hz.lerinin göğsünden çıkan o iki kaynak ışığı ilmede yorabiliriz. Seyda Hz.leri zaten medrese ilmini bitirmişti. Sonrasında manevi ilme başladı. Ve en nihayet ilm-i kal’den ilm-i hal’e geçti. Zaten ilim;

-Kal ilmi (zahiri ilim),

- Hâl ilmi(batıni ilim) olmak üzere iki kanaldan ilerler.

Şöyle ki;

Cüneydi Bağdad-i Hz.lerine sormuşlar;

- Falancı şeyh nasıl ne kadar büyüktür, üstelik uçuyor da.

Cevaben:

- Büyüklükse kuşta uçuyor, demiş.

Yine sormuşlar:

- İşte filan zat nasıl oluyorsa suyun üzerinde yürüyor.

Cevaben

- Yürümekse kurbağa da yüzüyor, demiş.

Tabii sorular bitmez devam eder:

- İşte, falan zat nasıl oluyorsa vasıta olmaksızın maşrıktan mağrıba gidip geliyor.

Bunun üzerine Cüneydi Bağdad-i Hz.leri tebessüm eedip şöyle demiş:

- Bunda ne var ki, şeytan da bir anda doğu ile batı arasında mekik dokuyor, bu da büyüklük sayılmaz.

İşte soru cevap ikilisinden de anlaşıldığı üzere bir zatın büyüklüğü İslam’a uyumluluğu ölçüsünce anlaşılıyor. Hatta Şah-ı Nakşibend (k.s)‘ e sormuşlar:

- Kurban, büyük mürşidi nasıl bilirsiniz?

Evet bu soru karşısında Şah-ı Nakşibendi (k.s.), tıpkı Cüneyd-i Bağdadi Hz.lerinin verdiği cevabın bir benzerini vermiş, demiş ki;

-İslama bağlılık derecesinden bellidir.

Anlaşılan o ki, bir Mürşidin büyüklük ölçüsü ehli sünnet yolu üzere olup olmaması esas alınır. Gerçekten bu kapının ehli sünnet yoluna bağlılığı tartışılmaz derecededir. Zaten Kuran ve sünnete bağlı kalınmasaydı Sadat-ı Kiram’ın yolu bu denli ilerleyemezdi. Bugün bu topluluğun bu noktaya gelmesi istikamet üzere yaşanmışlığın bir meyvesidir. Tekrar etmekte fayda var; büyüklük ölçüsünü asla kalabalık belirlemez, belirleyici faktör nicelik değil niteliktir, aslolan kemmiyet değil keyfiyettir. Yani İslam'a uygunluk esastır.

- Seyyidim, S. Abdülbaki Hz.leri genç yaşlarda hasta olduğu halde, Gavs Hz.leri o’nu hem medrese ilmi öğrenmek için Van’a gönderiyor, hem de orada tevbe vermesi için görevlendiriyor. Sizce “hastalık, ilim ve irşad” üçü bir arada nasıl yürütülür ki, bu mümkün mü?

- Elbette ki üçünü bir arada götürmesi sevdikleri iş olduğu içindir, hatta on tanesini de yürütebilirler. Düşünsenize bir insan sevdiği yemeğin beş çeşidini yiyebiliyor, ama hele bir gün hasta olmaya görsün o an mide bir tanesini bile kaldıramayabiliyor. Aynen öyle de bir insan, bir işi yapacağı zaman sevmesi ve inanması lazım ki iş görülsün. İşte Sadatların gönlü buram buram sevgi dolu olduğu içindir onlara meşakket zor gelmiyor. Nasıl zor gelsin ki, babam tâ genç yaşta iken kendisinde verem hastalığı nüksetmişti. Bu hastalığa rağmen asla gece namazlarından geri durmamıştır. Öyle ki onların hayatları ahlak olmuş, yani hastalık olsun sağlık olsun farketmez ahlak meleke haline gelmiş. Nitekim bu halleri hayat boyu sürer de.

Düşünsenize Seyyid Abdülbaki Hz.leri genç yaşta hapse de alınmış. Yanılmıyorsam bir ay civarında tutuklu kalmış. Dayım Seyyid Sıdkı bu durumdan haberdar olduğunda gözyaşlarını tutamayıp Gavs-ı Bilvanisi Hz.lerine anlatmış. Tabii Gavs (k.s.) şöyle demiş:

- “Ağlama, bu Sadatlar’a mutabaattır. Bütün Sadatlar hapse girmiş, sürgün olmuş, hatta şehit edileni var. Oğlum bir ay hapse girmiş çok mu? Şükretmemiz gerekir.”

Belli ki, Allah dostları Allah Rasulüne varis zatlar oldukları için o çile mecbur biraz da ordan dağılmakta. Bakın Seyyid Taha Hz.leri Seyyid Abdullah (k.s.) için ne söylemiş:

-Seyyid Abdullah’ın bir yönünden şüpheye düştüm. Herkes o’nu seviyor, ama ortada muhalefet eden yok gibi.

Düşünebiliyormusunuz Sadatlardan istisna kabildende olsa muhalefetle başbaşa kalmayanlar olabiliyor. Böyle olunca da ister istemez merak konusu olabiliyor. Anlaşılan çile bu yolun aşkı, değim yerindeyse çile mutabaat olmuş. Çile çekmekle örnek oluyorlar. Yetmedi bize sabr-ı cemil oluyorlar. Niye derseniz gayet açık; Resulü Ekrem ümmeti uğruna çileyi göğüslemiş diye onlarda mutabaat yapıp imanımızı korumaya alıyorlar. Bir başka ifadeyle onlar ne kadar çile çekiyorsa bizde o oran da korunmaya alınıyoruz.

-Seyyidim, biraz da S. Abdülbaki Hz.lerinin bel ağrılarından bahsedebilir misiniz?

-Bel ağrıları şiddetli derecede seyrediyordu. Hatta ameliyat olmadan önce çok hastaydı, kırk güne kadar yatakta kalmasına rağmen ameliyat olmak istemedi. Çok sıkıştırdık yine ameliyat olmadı. Bu ağrıların camiiye gidip gelmesine engel olmayacağını ve böyle de idare edebileceğini buyurdular bize. Fakat öyle bir zaman geldi ki artık ayakları zayıflamaya başlamıştı. Gerçekten tehlikeli noktaya gelmişti. Seyda Hz.leri o’nun yanına geldi, dedi ki:

“-Ameliyat ol, takdir-i ilahi neyse o olur.”
Seyyid Abdulbaki (k.s.) bu durum karşısında itiraz edemezdi, ama yine de:

“- Valla kurban ağrıdan değil de, bunun için...” demekten kendini alamadı. Aslında sıkılarak verdiği cevapla içinde ki o niyetini tam söyleyemedi. Dahası, camii ve ibadetinden olur endişesini dile getiremedi. Sonuçta Seyda Hz.lerinin telkininden kaçış olamazdı, ameliyat olur da.

Elhamdülillah, o her halükarda irşad faaliyetlerine ara vermeden devam etmesini bilen bir zattır. Hakeza ameliyattan sonrası ilerleyen günlerde bel ağrıları yine nüksettiğinde de ne bir şikayet, ne bir ah, ne de bir inilti işittik. Yani hiçbir siteme rastlamadık. Bırakın serzenişi hastalığını doktora söyleyeceği zaman bile utangaç halde dile getiriyordu. Hatta çoğu zaman doktorun neyin var sorusuna karşılık söylemeleri bizim zorlamamızla oluyordu.

Yanılmıyorsam Şeyh Muhyiddin Arabi Hz.leri bir gün hastalandığında o’na demişler ki :

“- Doktora git...”

Cevaben demiş ki:

“-Zaten doktor evimi yıkmış, ne doktoru. Rabbü’l Alemin takdir etmişse o olacaktır... ”

Tabii doktordan çare bulmak adetullahtandır, yani sünnettir. Muhyiddin Arabi Hz.lerinin ne doktoru falan demesi aslında çare aramayı reddetmek anlamında değil, kesinlikle hastalığını şikayete dönüştürmemek manasınadır. Gerek Seyda Hz.leri olsun gerek Seyyid Abdulbaki Hazretleri olsun bazen Menzil’den Afyon’a, İstanbul’a, Ankara’ya dinlenme ve tedavi maksatlı geliyor gibi görünseler de aslında bu bir bahanedir. Asıl gelmelerine sebep teşkil eden ana unsur irşad faaliyeti ve Ümmet-i Muhammed’in hidayetidir. Hakeza Seyda Hz.lerine mutabaat ve makamı içindir. Kaldı ki fakir insan çok, bu yüzden Menzil’e gelemiyorlar. İşte bu durumda gözönünde bulundurularak onların gelebilecekleri yakın bölgelerde bir müddet konaklayarak irşaddan istifade etmeleri sağlanıyor. Hatta bir yerden bir yere giderken yolculukta bile irşad hız kesmiyor, sanki seferilik onlar için istirahat demek. İnsanlar tevbe aldıkça kendilerini dinlenmiş hissediyorlar. Sağlıklarını riske atsalarda sevenlerle buluşmak adına bu seyahat onlar için ab-ı hayattır. Nasıl ki, en büyük azab iki sevmiyen insanı biraraya getirmekse, en büyük rahatlık da seven insanların bir arada olmasıdır. Zaten yapılan araştırmalar ve ilim adamlarının beyanları bunu teyid ediyor. Malum, Seyda Hz.lerinin Afyon’a romatizma ağrıları için geldiği söylenirdi hep. Zahiren baktığımızda doğru bir söz, ama uygulamaya baktığımızda nasıl tedavi olmaksa habire irşad faaliyeti yürütüyordu, şunu bir kere daha beyan edeyim ki; Sadatların ara sıra Menzil dışına çıkışları irşad faaliyetleri ve bizim kurtuluşumuz içindir.

- S. Abdülbaki Hz.lerinin Seyda Hz.lerine beyatı nasıl oldu?

- Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin, Seyda Hz.lerine beyatı 21 gün sonra gerçekleşti. Tabii Gavs Hz.leri hakikaten çok değişik bir mürşiddi. Kasrik hep eşkıya ve soyguncuların cirit attığı bir mekandı. Olsun eşkiya da olsa Gavs Hz.lerini gören yanından ayrılmazdı. Hırsız olsa hırsızlığından dönüyordu. Gavs Hz.leri ve Seyda Hz.lerinin insanlar üzerinde o kadar çok büyük etkisi oldu ki eski yaşantılarına son verdiler. Ziyarete gelen insanlar Gavs’ın aile efradına da muhabbeti çok oldu. Babam çocuk yaşta olmasına rağmen nerdeyse Gavs kadar o’nuda çok seviyorlardı. Evet o yıllarda hem yaş itibariyle küçük, hem de hastaydı. Hasta haliyle bile Gavs Hz.lerinin o’na olan şefkatı, sofilerin ona olan muhabbeti hiç üzerinden eksilmedi. Bilhassa kendine has adab duruşuyla dikkat çekiyordu. Besbelli ki Gavs (k.s.)’ın şefkatı sadece hane-i saadet üzerinde değil yediden yetmişe herkes üzerinde sevgi iklimi oluşturmuştu.

Gavs Hz.leri vefat ettikten sonra tabii ki emaneti üstlenecek en büyük halef Seyda Hz.leri idi. Yanılmıyorsam Seyyid Abdulbaki Hz.leri yirmi bir güne kadar tevbe alıp intisap edememişti. Ama bize kendisi söyledi; kesinlikle bu halim Seyda Hz.lerine karşı herhangi bir itirazdan dolayı değildi. Ki; o sıralar ben 11-12 yaşlarında idim. Gavs Hz.leri zamanında yaşım çok küçüktü. Vefatı bizim aileye ağır gelmiş ve adeta şok olmuştuk. Bence o şokun etkisinden babamın intisabı geciktiğini düşünüyorum. Tabii bazı halifeler babamın bu tutumuna anlam veremeyip baskı yapmışlar, fakat o onlara aldırış etmeksizin hepsini reddetmiş. Hatta bazı halifeler Seyda Hz.lerine babamı şikayet etmişler bile. Seyyid Abdulbaki Hz.leri yine bu şikayetlere hiç aldırış etmeksizin, herşeyini bırakıp Gavs Hz.lerinin yattığı markadın kapısına yapışmıştı.

Tabii ki dünya çekemezliği ne kadar varsa, ahiretin de çekemezliği vardı. Bu hususta arasında hiç bir fark yok diyebiliriz, aynı ticaret gibidir. Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin bu halini çekemiyenler oldu. Hatta bir gün Seyda Hz.lerinin yanında onun bu durumu hakkında Gavs (k.s.)’ın halifelerinden biri ileri geri laf ettiğinde dövmeye kalkışmış bile. Tabii intisap ettikten sonra bu tür olayları bize anlatmıştı. Derken yirmibirinci gün Seyda Hz.leri elinden tutmuş demişki:

“- Seyyid Abdulbaki otur.” İşte o oturuşta her ne oluyorsa, o an herşeyden vazgeçip Seyda Hz.lerine beyat ediyor. Hakeza hatırladığım kadarıyla bize ve anneme şöyle bir hatırlatma da bulunur, dedi ki:

“- Sizler gitmek istiyorsanız gidin.”

Biz tabii köydeki bazı olaylardan dolayı bir iki kere gitmek istedik, bunu bizatihi yaşadık. Babam bir kez daha hatırlatmada bulunup;

“- Şayet beni dinlerseniz gitmezseniz. Ama gidiyorsanız gidin, ben gelmiyorum, hiçbir yere ayrılmıyorum” diye kendisi ile mürşidi arasına girecek hiçbir perde kalmadığını beyan etti. Yine bazı olaylardan dolayı birgün babama dedim ki:

“- Kurban, Allah hakkı bilmez mi?”

Seyyid Abdulbaki Hz.leri cevaben:

“- Bak oğlum, Allah imanımızı, herşeyimizi bu zatın eline vermiştir. O’nun hakkı herşeyi onda bulmakla mümkün ve buna inanın” dedi.

Yani, babam imanına vesile olmayı mürşidden biliyordu. İşte bu duygular eşliğinde Seyda Hz.lerinin irşad yıllarında en büyük destekçisi Seyyid Abdulbaki Hz.leri olmuştur. Menzilde her ne iş her ne hizmet varsa en çok koşturan Abdulbaki Hz.leri oldu. Sonrası malum amele başlayınca bu seferde iki büklüm halde yap dedi yaptı, kalk dedi kalktı, otur dedi oturdu, işte böyle kemale erdi. Kelimenin tam anlamıyla sekiz şarttaki ölüm rabıtasında ölü yıkayıcısının elinde teslim olurcasına babam da mürşidinin huzurunda ölü ve cansız gibiydi. Bizim Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin halifelik dönemlerinde zahiri gözle gördüğümüz adap hali buydu. Gerçekten de Gavs Hz.leri vefat ettikten sonra babamın Seyda Hz.lerine hem zahiren, hem de moralmen çok desteği oldu.

- Seyyidim, Nakşibendi Tarikatının mürşidleri arasında fark var mı?

- Nakşibendi Tarikatının mürşidleri olsun, sofileri olsun insan nefesleri kadar çok değişik meziyet ve meşrebleri vardır. Tabii bunları birbirine tercih etmek son derece yanlıştır. Yok efendim Şah-ı Nakşibend mi daha büyük, yoksa şu mu daha büyük gibi sorularla meşgul olmak abesle iştigaldir. Kaldı ki bu tür kıyaslar bizim haddimize mi düşmüş.

Bakın, sanatkâr yaptığı işten belli olur. Tabii ki, sanatkâr sanatkârı yetiştirmek için vardır. Zaten günü geldiğinde o sanatkâr kendini bir çok alametiyle belli eder de. Netice de hepsi Resulüllah Efendimizin (s.a.v) büyüklüğüdür. Allah dostları Resulüllah'ın (s.a.v.) bahçelerinden yetişen güllerdir. Hepsi o bahçeden yetişiyorlar. Burda esas olan hangi bahçıvan bahçeyi daha iyi bakıyorsa, işte o en güzeli, ve en büyüğü olabiliyor. Hepsi büyük ama, büyüklük tecrübeyle sabittir. Onlara düşen tecrübeye tecrübe katmaktır. Daha doğrusu bir mürşidde mevcut bulunan tecrübenin mürşide aktarıldığında, ya da bir sonraki mürşidin tecrübesine tecrübe ilave edildiğinden dolayıdır ki, bizlerin gözüne sanki daha büyükmüş gibi gözükür, oysa hepsi dediğim gibi aynıdır. Yani bu büyüktür, şu küçüktür diye kıyasta bulunmak yanlıştır. Önemli olan bu irşad faaliyetinin yürütülüyor olması ve irşadın kıyamete dek sürdürebilirliğidir.

- Seyyidim, irşad sürecine baktığımızda, Gavs Hz.leri zamanında tek tek tevbe veriliyordu. Seyda Hz.leri zamanında 10-15 kişiye tevbe ve Gavs-ı Sani Hz.leri döneminde ise hiç de alışık olmadığımız irşad metodu dikkatimizi çekiyor. Bu durumu izah edebilir misiniz?

-Bazı şeyhler Seyda Hz.lerinin sağlığında 10-15 kişiye bir anda tevbe vermesine itirazda bulunmuşlar. Neymiş tek tek tövbe verme yerine 10-15 kişiye aynı anda tevbe veriyormuş. Bugün de Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin bir başka yöntemle 200 ila 300 arası insana aynı anda tevbe verdiğini görselerdi kimbilir neler diyeceklerdi. Aslında bu olup bitenlere şaşmamak gerekir. Sadatların mevcut şartlara göre bazı imkânları faaliyete geçirmesini doğru anlamak gerekir. Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin şeritle vermesi hakikaten bir imkandan kaynaklanan bir husustur. Gerçi ben Afyon’da değildim ama, duyduğum kadarıyla orası artık biriken kalabalığı kaldıracak güçte değilmiş. Onun için araştırdık, inceledik Sadatlardan şeritle (uzun bez iplikler-sarığa benzer şerit) biat vermiş olanı var. Yanılmıyorsam Abdullah Dehlevi Hz.leri’nin halifelerinden biri böyle tevbe vermiş. O yazılardan derledik, topladık Afyon’a gönderdik. Hatta sorduk şerit’e kaç kişi alabilir diye, 75-100 kişi arasında olabilir dediler. Nasıl ki, Seyda Hz.lerinin 10-15 kişiye bir arada tevbe vermesine itiraz edenler olmuşsa, o gün de Abdullah Dehlevi Hz.lerinin bir halifesinin şeritle tövbe vermesine itiraz etmişler. Anlaşılan o ki şeritle inabe günümüzde Nakşibendi tarikatının ikinci meyvesi diyebileceğimiz bir uygulamadır.

Dikkat ederseniz Gavs Hz.leri Menzil’in ismini Buhara koymuş. Neredeyse hayati boyunca geçirdiği onca hicret hayatından sonra Menzil’e konakladığında buranın ismini Buhara koymuştur. Ancak bazı itirazlar olmuş, yani o günün konjonktürü müsait olmayışından dolayı o isim pek kullanılmadı, ama Menzil’in asıl adı dediğim gibi Buhara’dır.

İşte Şah-ı Nakşibendi’nin Kasr-ı Arifanı neyse şimdi ki Buhara’da odur. Bence Buhara Nakşibendi tarikatının ikinci gür seda alev alışıdır. Dahası Buhara Resulü Ekrem Efendimiz’den bu tarihe kadar yapılan irşadın tekrar yeşermeye başladığı mekânın adıdır. Bu yüzden Menzilin Buhara ismiyle müsemma olması gayet tabiidir. Zira Sadatların büyüklüklerinden bu ismi almış durumda.

- Seyyidim, Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin Türk Cumhuriyetlerine ve Orta Asya’ya olan ziyaretinden bahsedebilir misiniz?

- Şahsi kanatim odur ki, Türk Cumhuriyetlerine yapılan seferde tüm orda medfun olmuş Sadatlarla görüştü. Hiç kuşkusuz her karış toprağında Sadatlara ait her ne iz varsa bunu hissetik, hatta bir keresinde şahit olduğum hadiseyi anlatayım size. Bir gün Abdulhalık-ı Gücdevani Hz.lerinin türbesindeydik. Türbenin etrafında bir tur dönerken, meğer farkında olmadan sırtım o an markada gelmiş, nasıl gelmiş doğrusu ben de bilmiyorum. Babam derhal beni yanına çağırdı, dedi ki:

“Sırtını markada dönme.

Bu halimi düzeltmeye çalışırken, bu kez sırtım Seyyid Abdulbaki Hz.lerine doğru gelmiş oldu. Herneyse ben anladım ki, kesinlikle orada onların hepsiyle buluştular. Bazı şeyler var ki sözle kalemle, kitapla anlatılacak gibi değil. Nasıl ki, suyun tadı nasıldır sorusuna cevap verilemiyor, ancak içince anlıyorsak, gerçekten de orda bazı yaşanan hadiseler söylenilmiyor, yaşamak lazım. Oraya gidenlerin hangisine sorarsanız sorun, bence aynı cevabı verirler. Yani o yaşadıklarımız kesinlikle kelimelere sığmaz ve ifade edilemez de. Öyle ki, Abdulhalık-ı Gücdevani Hz.lerinin markadında benim içimde acaip bir sıkıntı vardı. Etrafta insanlar hep mahsun bir halde ağlıyorlardı. Kendim de ise acaip bir tutkunluk vardı. Hatta bir başka gün ise Şah-ı Nakşibend (k.s.)’ın türbesine gittik, oraya vardığımızda geceydi. Yine aynı acaip haller burada da devam etti. Tabii rabıtadayız, bir an gözümü açtığımda bir baktım, Seyyid Fevzeddin’in başı Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin iki elinin arasında, sanki onu havaya kaldırırmış gibi gördüm. Daha ben Fatihayı şerife duasını duymadan gözümü tekrar kapattım, bir baktım bu sefer ellerinin arasında ben varım. Gerek Seyyid Fevzeddin’in, gerekse şahsımın sakal koyuşu bu topraklarda Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin elleri arasında gerçekleşti. Gerçekten çok değişik bir haldi, anlatılamaz, zaten anlatamayız da. Ordaki insanlara da sorsanız hepsinde bir haller oldu ama dille ifadesi zor olduğundan yaşayan yaşadığı ile kaldı. Öyle ki Seyyid Fevzeddin şaşkın halde dedi ki:

“Ben Şah-ı Nakşibend Türbesine kadar, kesinlikle sakal koymak gibi düşünce kalbimde yoktu. Her ne olduysa orda oldu.”

Hakikaten orda çok değişik haller oldu, benim sakalım da orda bırakıldı. Sanki fırtınadan önceki bir sessizlik vardı. Tabii bu mesele biraz değişik, bir o kadar da derin, belki müsadesi yok, ancak bu kadarını söyleyebildik.

- Peki, Türk Cumhuriyetlerinde insanlar Seyyid Abdulbaki Hz.lerini nasıl karşıladılar?

- Oradaki insanlar Sadatları görünce, sanki babaları kaybolmuş, bekledikleri bir baba gelmiş gibi karşıladılar. Kesinlikle ne biz, ne de ordaki insanlar birbirimize yabancılık çekmedik. Zaten müminler kardeştir buyruğunun tatbikini kendi mecrasında öz kardeş gibi kaynaşarak yaşadık. Çünkü orası atayurdumuz. Bu yüzden öz kardeşiz. Yetmiş senedir aramızda bağ kalmadığı halde, sanki bir saniyelik bir bağ kaybolmuş gibi hissettik. Kaldı ki onlar da sofidirler ve Nakşibendi Tarikatına mensuplar ama, tabii ilim olmadığı için hep kulaktan duymayla adaplarını muhafaza edebilmişler, yapabildikleri kadar yapmaya çalışmışlar.

Bir gece bir yerde misafir kaldık. O insanlar gece kalktılar, sabaha kadar sevgi ve muhabbetten uyuyamadılar. Hatta o gece koyun kestiler, yemek yaptılar, sabah namazından sonra yeyip içtikten sonra bizi yolcu ettiler. Hele o ayrılık vakti varya, kayda değer bir hadiseydi, bizi göz yaşları içerisinde uğurladılar, hatta çoluk çocuk hepsi ağladılar. Kelimenin tam anlamıyla mükemmel bir misafirperverlik örneği sergilediler, unutamayacağımız çok değişik haller yaşadık.

-Seyyidim, Türk Cumhuriyetlerinin ziyaretinin akabinde Menzil’deki Markad’ın yapısı Türk mimari tarzına dönüştürüldü, bizi bu konuda aydınlatır mısınız?

-Onu biz de hissettik. Zaten o seyahatten sonra peşpeşe kararlar gelmeye başladı. Gerçekten de o ziyaretin akabinde camii olsun, markad olsun yoğun bir inşaat faaliyeti başladı. Tabii bu bizim zahiri gördüklerimiz, zahiri yorumumuz ve manevi kısmını bilmiyoruz. Zahiren baktığımızda Kasr-i Arifan Menzil’e, Menzil'de Kasr-i Arifan'a dönüşmüş durumda.

Malum, Gavs Hz.lerinin zamanında yapılan camii, Seyda Hz.leri döneminde iki misli büyütüldü. Görüyorsunuz inşaa faaliyetleri sürekli katlamalı gidiyor. Gerçi bunlar ölçü değil. Bu tür katlamalı imar faaliyetlerine bakarak onların büyüklüklerinden bahsetmek nefsimizin hoşuna gidiyor ama bunlar zahiri faaliyetlerdir. Yine birkez söylemekte fayda var, kendi kendimizi tatmin ediyoruz. Oysa Seyda Hz.lerinin vefatı sofiler için en büyük nasihattır. İnşallah hepimiz onların bıraktığı manevi miraslardan en güzel tarzda yararlanırız.

- Seyyidim, Seyda Hz.lerinin bıraktığı camii tamamen yıkılarak yerine daha büyük kapasitede camii inşa edilirken, sadece Seyda Hz.lerinden hatıra kalan minareye dokunulmayıp muhafazaya alındı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

-Seyda Hazretlerini bize hatırlatması gereken sadece minare olmamalıdır. Bakın Seyyid Abdulbaki Hz.leri bana bir tesbih vermişti. Üstelik bu tesbihle Hazret Muhammed Diyauddin (k.s) vird çekmiş bile. Sözkonusu tesbih Hazretin dedesine verilmiş. Şeyh Abdurrahman-i Tahi’den de babama geçmiş ve babamda bana verdi. Neyse, Umreye gittiğimizde o tesbih, nasıl olduysa Mekke’de kayboldu. Sürekli taşıdığım tesbihi kaybedince çok üzüldüm. Hatta beni o ara endişe sardı. Tarikattan tard edilirim endişesidir bu. Öyle ki korku ile üzüntüyü bir arada yaşıyordum. İçimi dökmem gerekiyordu, hemen içimde yaşadığım tufanı dayanamadım Dayıma söyledim:

“- Vallahi tesbihi kaybettim, ben mahvoldum. En iyisi burda bizi affederse affeder. Kâbe’nin yanında işi bitirelim.”

Dayım Seyyid Abdulbaki Hz.lerine durum vaziyeti anlatınca, babam bana doğru dönüp tebessümle yanına çağırdı. Dedi ki:

“- Bak evlat, bunlar dünya malıdır, fanidir. Bunlarla kafanı meşgul ederek zaman kaybetmeye değmez. Maksat o tesbihi Allah’a götürmektir. Nihayetinde onun hammaddesi bir ağaçtır. Onun manevi bir yadigar yönü var ama, gaye değildir. Tesbih, Allah’a ulaşmada bir vasıtadır.”

Şimdi bunu ne diye anlatıyorsunuz diyebilirsiniz, çünkü diyorsun ki bize sadece minareyi bıraktılar, ya da Gavs Hz.lerinin mihrabını, Seyda Hz.leri markadını bıraktı. Oysa bunlar bizim açımızdan nefsimizi tatmin etmekten öte bir anlam ifade etmez, onlar açısından sadece hediyeleri kalsın diyedir. İlla da hediyeden bahsedeceksek sonuçta ister Gavs Hz.leri olsun ister Seyda Hz.leri olsun onların en büyük eserleri, işte bu cemiyet, bu hatmeler, bu irşad faaliyetleridir. Hatırlamaksa biz bunlarla sadatları hatırlamamız lazım. Bir minareyle, bir mihrabla hatırlarsak çok yanlış yapmış oluruz. Kaldı ki zahirde görülen tüm eserler fani, geçicidir. Kalıcı eserler belli; salih ameller, hatmeler, vird’ler ve irşad faaliyetleridir. Bence aslolan Gavs Hz.lerini, Seyda Hz.lerini ve bütün sadatları hatmede ve vird’lerde hatırlamak esastır. Bu tür amellerde hatırladığımız zaman asıl kalıcı beraberlik o zaman olur. Eğer bir minareyle, bir mihrabla, bir camii ile hatırlarsak, tüm bunlar bizi en fazla elli sene oyalar. Hatıranın kıyamete uzananı güzeldir. Bugün Şah-ı Nakşibend (k.s.)‘ın neyi kalmış ki? Gittik o Sadatların markadlarını gördük, iyi hoşta, biz onların markadına gitmeden de hatırlayabiliriz pekala. Nasıl mı? Günlük hatmelerimizi yaparak, günlük virdlerimizi çekerek elbet. Onun için yapacağımız amellerle hatırlamak en güzeli. Zahiri görüntülerle yol alınmaz. Bunu ısrarla söylemekten maksadım, gerçekten de ihtiyaç hissettiğimden dolayıdır, şayet bunları kitap haline getirip yazılırsa bazı insanlar kendinden bir örnek çıkaracağını düşünüyorum.

Camii inşa faaliyetleri hususunda itirazlar oldu elbet, ama işin özünü kaçırmamak gerekir. Sanki, Seyda Hz.lerinin temeli ile Gavs Hz.lerinin temeli aynı değilmiş gibi habire hatıralara takılıyoruz hep. Bence camiin temelleri daha da büyütüldü. Hatta Seyda Hz.leri vefat ettiğinde Seyyid Abdulbaki Hz.leri hepimizi topladı ve bütün aileye dedi ki :

“- Seyda Hz.lerinin temellerini bu şekilde bırakmıyacağız. Daha çok büyütmek zorundayız. Onun için bana yardımcı olacaksınız...”

Derken büyük bir kararlılıkla temeller her yönüyle çok büyütüldü. Buna katkıda bulunmamız lazım, kendimiz için tabii.

Hz. İbrahim'i (a.s.) ateşe attıkları zaman alaca keler hariç tüm hayvanlar ateşi söndürmek için çalıştılar. Yani tüm hayvanat su dökerken, diğeri de üfürdü. Hz. İbrahim (a.s.) hayvanatlardan su dökene dedi ki:

“- O ateş koca dağ gibi, senin o damlacık suyun neye yarar ki? Fakat ben senin dostun olduğunu bileyim.”

Öbür üfürene de (yaklaşık 300 kertenkele türünden en ağulusu olan alaca keler) dedi ki;

“- Ya zaten ateş dağ gibi üfürsen ne olur ki? Ben de senin düşmanın oldum.”

Bu misalden hareketle bizim burda katkımız şu olacak:

Bu yolun kıymetini bilelim ve ölesiye sevelim.

Bu yolu seviyoruz, bu yolun kıymetini biliyoruz diyebilmeyi murad ederler. Bizim katkımız başka daha ne olabilir ki?

Anlaşılan minareye takılmamamız lazım gelir. Hatta Seyda Hz.lerinin şahsına da takılmamak gerekir. Bunlar istedikleri şeyler değil. Fakat üzerine titredikleri ehli sünnet yoluna, İslami adaplarına takılmamız lazım gelir. Çünkü, Sevgilinin sevgilisi sevgilidir. Bu yüzden Sadatların sevdiği şey bize sevgili olmalıdır. Şayet seviyorsak sevgilisini de sevmemiz lazım gelir. Sadece o’nu sevmekle bu iş bitmez. Mutlak sevgiliye giden yolu sevmemiz lazım ki saplantılardan kurtulabilelim.

Bize bırakılan gerçek miras takip ettikleri yollarıdır. Madem öyle onların yollarına râm olmak gerek. Hakiki manada manevi mirasa sahip çıkmalı, bilhassa adaplara sıkı sıkıya riayet etmek şart. Bütün bu temel kaideler hepimiz için musavidir. Tabii ki ilk müracaat edeceğimiz kapı Kur’an ve sünnet-i seniyyedir, ondan sonrası ise adaptır. Gavs Hz.lerini ve Seyda Hz.lerini seveceksen şahsı için değil, yolu için seveceksin. Seyyid Abdulbaki Hz.lerini seveceksen, o yola götüreceği için, seni maksadına ulaştıracağı için seveceksin. Ki; o zaman hakikatı bulabilesin. Her ne ararsanız mürşidinizin manevi güzelliğinde arayın. Yeter ki aramaktan imtina etmeyin. Keramettir, şudur, budur vs. bunlarla oyalanmayın. Bırakın bu tür şeyleri uçuk kaçıklar yapsın, bu onların problemi. Bizim kesinlikle peşine düşmemiz gereken şeyler değil.. Hepimiz bu zatların evladıyız. Evet biz zahirde evladıyız, ama, esas olan maneviyatta da evlat olup sırat-ı müstakim üzere yaşamaktır. Şunu iyi biliniz ki, Sadatların gerçek evlatları sırat-ı müstakim üzere yaşayanlardır.

Madem ki, sonuçta hepimiz onların manevi evladıyız, o halde ne duruyoruz miraslarına sahip çıkmak zamanıdır. Onların mirasları demin de söylediğimiz gibi istikamet üzere yaşamaktır.

- Seyyidim, Seyyid Abdulbaki Hz.lerini Türk Cumhuriyetlerinde Sadatları ziyareti ardından Umre yolculuğuna çıkmasını nasıl izah edebilirsiniz?

- Şunu öncelikle belirteyim ki Umre’nin ilki farzdır. Keza öyle Hac ibadetide olup ilki farz olup, diğerleri sünnettir.

Hiç kuşkusuz bu umre ziyaretide, Türk Cumhuriyetlerine gittiğimizde Sadatların mekanlarını ziyarette ki niyet edilen gayeden ayrı değildi. Bence yükünü hafifletmek ve bu yürüyüşü teyid etmek içindi. Ve edildi de.

Şahsi kanaatim odur ki, hem Resulüllah’ın Ravza Mutahharasında olsun, hem Türk Cumhuriyetlerinde medfun yatan Sadatların markadında olsun bazı anlatamayacağım durumlar teyid edildi ve her tarafta kabul gördü de.

Bu zatları kerametleriyle anmak hoş karşılanmaz ve çok abestir. Her ne hikmetse insanoğlunun bazı olağan üstü hallere karşı zaafıyetinden olsa gerek tatmin olma yolunu tercih ediyor. Oysa aslolan İslam ve adaptır. Bakın orda birgün benim gördüğüm bir olay oldu. Teravihleri kılıyorduk. Rükn-i Yemani ile Hz. İsmail hücresi tarafından Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin tam arkasındaydım. İnanın, babamı Kâbe kadar büyük gördüm. Büyüdü, büyüdü, öyle büyüdü ki akıl sır erdirmek mümkün değil. Ve orda ertesi gün hatır almaya gittik, orada yine benim içimde aynı patlama oldu. Daha fazla anlatmam zor, bundan ötesini bilmiyorum, sadece bu bir yürüyüşün teyidi diyebilirim. Gerek Kâbe’de, gerekse Ravza’da tıpkı Buhara’da ne olup bittiğini çözemediğimiz duygu fırtınası yaşadık. Öyle bazı hissedilen ve yaşanılan haller vardı ki gerçekten izahatı çok zor. Sadece bizim bilmemiz gereken bir şey var ki; İslama ve âdâba çok önem verdikleridir. İşte büyüklükse, İslam ve adab, bu yetmez mi. Zaten buna önem vermeleri bizim için büyüklüklerinin göstergesi oluyor da.

-Seyyidim, Seyda Hz.leri döneminde sanki muhabbet daha ağırlıkta görülüyordu. Bu dönem için ne buyurursunuz?

- Siz Seyda Hz.leri dönemini görmüşsünüz, hele birde Gavs Hz.leri zamanını görseydiniz muhabbet neymiş şaşardınız, zira muhabbet o dönem daha da zirvedeydi. Şimdi artık yeni bir döneme girmiş durumdayız. Bu dönemde emeklemeyi bitirmiş olmamız gerekir. Gerçekten de Seyyid Abdulbaki dönemiyle birlikte bebek emziği ve sütle oyalanma terkedilip hizmet ağırlıklı bir döneme girdik. Bu irşat döneminde daha çok ilim, akıl, fikir ve zikir ön plandadır. Sırf muhabbetle nereye kadar gidilebilir ki? Bu yolda devamlılık esastır, ama ilimle, akılla ve zikirle gittiğin zaman bu ebedül ebed olur. Seyyid Abdulbaki Hz.leri, şimdi bunu kısa zamanda vermeye başladı bile. Zaten hal ve tavırlarıyla bunun belli edip bizlere İslamiyet üzerine yaşayın, yeter artık o kadar keyf yaptınız, şimdi çalışma zamanıdır diyor adeta. Malum, muhabbetten maksat da bunların hasıl olmasıdır. Demek ki, bunun zamanı gelmiş ki, gerek ilim olsun, gerek zikir olsun, gerek hizmet olsun, gerekse adap olsun herbirinin üzerinde çok duruluyor. Tabii ki daha önceki sadatlarda gerekeni yaptılar, o gün için muhabbet daha ağırlıklı olması gerekiyormuş ki o yapılmış. Bizim hastalığımıza göre o şartlarda öyle tedavi veriliyormuş. Bugün demek ki ilaç buymuş. Madem öyle, niye o eski muhabbetler yoktur dediğimizde, derhal bir mazarete sığınmaya başvurmaktan ziyade eksikliği kendimizde ararsak daha iyi olur. Acaba hep o eski muhabbetle mi yürümemiz lazım? Sırf muhabbetle vuslata ulaşmak zor, artık olgunlaşma dönemindeyiz. Çünkü, olgunlaşmaya ihtiyacımız var. Gün bugündür, bugün hizmet ağırlıklı çalışmak günüdür.

- Seyyidim, Seyyid Abdulbaki Hz.leri ilim hayatını nasıl bitirdi?

- Gavs Hz.lerinden okudu. Değişik yerlerde okudu. Molla Dervişin yanında da okudu.

- Seyyidim, Seyyid Abdulbaki Hz.leri hiç sohbet ediyor mu?

- Bazen münakaşa ve anlaşmazlık çıktığı durumlarda sohbet ediyor. Sohbeti ağırlıklı olarak ehli sünnet yolu üzerinedir. Sofilere yönelik genellikle vermek istediği mesaj şudur:

“ Bizi her yerde bulamayabilirsiniz. Fakat öyle elinize bir ölçü alınız ki nerde olursa olsun, aldığınız şey İslam ve âdâp olsun.. Çünkü İslam bu yaptığınızın zırhı ve ihatasıdır. Adap ise onun devamını sağlıyor.”

Her ne şartta olursak olalım, en ufak âdâbsızlığı dağlar kadar gözümüzde büyütmemiz icab eder. Kaldı ki gözünüzde büyütmediğiniz hafife aldığınız o âdâbsızlık sonuçta siyah nokta olarak karşınıza çıkabiliyor. Nakşibendi tarikatı asla siyah leke kabul etmez. Bu yol Rasulullahtan bugüne ak ve pak olarak gelmiş. Düşünsenize o siyah nokta bir an beyaz perde üzerinde olduğunu varsayalım, beyaz perdeye bakan bir insan o an beyazlığı görmeyecektir, gözü direk o siyah noktaya ilişiceği muhakkak. Dolayısıyla siz siz olun kalbinizi lekelemeyin, hele leke bulaşmaya bir dursun ister istemez zikre ve irşat hayatına mani olabiliyor. Birisine bu yolun güzelliklerini anlatmaya kalkışsan ya da hidayetine vesile olmaya çalışacaksan olamıyorsun, niye? Besbelli ki en ufak âdâbsızlık yapmaya çalıştığımız salih amele engel olabiliyor. Hatta namazları gece gündüz kılsak da âdâb yoksa hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Çünkü o kılınan namazın ne feyzi, ne de bereketi olur.

Seyyid Abdulbaki Hz.leri sadece adab üzerinde durmuyor, aynı zamanda niyet üzerinde de çok duruyor ve şöyle buyuruyor:

“ Niyetinizi sürekli Allah için kontrol ediniz.”

- Seyyidim, en son ne tavsiye edersiniz?

— En son Seyda’mızın tavsiye ettiği ehlisünnet yolunu ve tasavvufu tavsiye ederiz. Allah’a kavuşmak istiyorsak, Gavs Hz.lerinin söylediği gibi nefsin tepesine basmak gerekir. Ümmet-i Muhammed’in birlik ve beraberliğini sağlamaya çalışmak görevimiz olmalı. Fitneleri bertaraf etmemiz gerekir. Resulüllah’ı, Gavs-ı Bilvanisi’yi ve Seyda Hz.lerini seviyorsak bu zatların izlerinden gitmemiz lazım gelir. Çünkü Seyyid Abdulbaki Hz.leri onların yollarını idame etmek için vardır. Dolayısıyla yardımcı olmamız gerekiyor. Tabii burada yardımcı olmak derken, kendi amel ve davranışlarımıza dikkat etmemiz gerektiğini kast ediyorum. Zahiri yardım değil elbet.

Velhasıl; İslam’ca yaşamak diyor ve tavsiye ediyoruz.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2582/seyda-ksin-anisina-roportaj.html