TARİHİ SÜREÇ İÇERİSİNDE KIBRIS

TARİHİ SÜREÇ İÇERİSİNDE KIBRIS
ALPEREN GÜRBÜZER

Kıbrıs tarih boyunca gözde bir adamız. Nasıl gözde olmasın ki? Şöyle bir tarihe göz atıldığında gerek Fenikeliler, gerek Romalılar, gerek Hz.Osman devrinde oraya gönderilen Şam valisi Hz. Muaviye’nin orduları, gerek Cenevezliler ve Lala Mustafa Paşa, gerekse 1878’de adayı Sultan Abdülhamid’den bir bedel karşılığında adayı rehin alan İngilizler herhalde Kıbrıs’a gidelim bakalım ne var ne yokmuş diye gelmiş değillerdir. Kıbrıs’ın Akdeniz havzasında etkin bir ada olması, jeo-stratejik medeniyetlerin buluşma noktasında bulunması, hakeza okyanusların bir o yakasını bir bu yakasını buluşturan, hatta denizlerin okyanuslara açılan kavşağında stratejik üst olması ve daha nice birtakım avantajları bağrında taşımasından dolayı onu önemli kılıyordu her daim. Aynı zamanda Akdeniz de sürekli dikkatleri üzerine çeken yürüyen bir gemi görünümü veriyordu adeta. Demek ki, Kıbrıs a gelen ülkelerin birçoğu dini ya da kültürel refleksleri sonucu gelmiş değiller. Bilakis coğrafi konumu gibi iştahını kabartacak sebeplerle buralara kadar revan olmuşlar. İşte bu nedenlerden dolayı Kıbrıs tarih boyunca gündemde kalmayı becerebilmiştir hep.
Kıbrıs; aynı zamanda Asur, Mısır, İran ve Büyük İskender elinde birbirinden farklı özellikteki medeniyetlere beşiklik ettikten sonra 395 yılında Roma’nın hâkimiyetine geçer, ardından Roma’nın ikiye bölünmesiyle birlikte Doğu Roma (Bizans)’ın hatırı sayılır bir eyaleti olarak kalmayı başarabilmiştir.
Müslümanların bu adayla ilk izdivacı ise 649 yılında Hz. Osman döneminde gerçekleştirilen Kıbrıs çıkarmasıyla gerçekleşir, hatta bu seferde Allah Rasulü’nün halası Ümmü Haram’da Larnaka yakınlarında şehit olur. Bu fetih sayesinde Kıbrıs, her sene 7200 dinar vergi karşılığında İslam devletine bağlanabilmiştir. Ancak 965 yılına gelindiğinde tekrar Bizans’ın eline geçmesiyle hâkimiyetimiz sona erer buralarda.
Tarihin yaprakları 1191 yılına çevrildiğinde Arslan Yürekli Richard Kıbrıs’ı fethedip Templer Şövalyelerine satar. Şövalyelerde adayı Kudüs Hakimine devrederler. Kudüs Hakimleri bu alışveriş sayesinde güçlerine güç katarak ilerisinde Frank Krallığını kurmayı başaracaklardır. Öyle ki, Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs ve Suriye yönelik başlattığı çıkarmayla küffara karşı elde edilen zaferin ardından kaçacak delik arayan Haçlılar, bu kurulan Krallık sayesinde Kıbrıs’a sığınabilmişlerdir.
Selçuklular devrinde Frank Krallığı ile olan münasebetler her bakımdan iyi çerçevede cerayan etti diyebiliriz. Özellikle ticari alanda yapılan anlaşmalarla ilişkiler sonderece olumlu geçti diyebiliriz. Ne var ki bu diyalog, ta ki beşinci Haçlı seferine kadar sürebildi ancak. Haçlılık ruhu nüksedince ister istemez Krallık tüm bu ılımlı münasebetleri bir kalemde silerek İslam’ın karşısında tavır aldığı gibi, Haçlı seferlerinde Haçlıların sığınacağı mağara misyonunu üstlendi bizatihi. Bundanda öte 1362 yılında Kıbrıs Kralı birinci Pierre, Papanın iznini alır almaz donanmasını İskenderiyeye gönderecek kadar nankörlük örneği sergilemeyi göze almaktan geri durmadığı gibi, büyük bir müslüman kıyımının gerçekleşeceği zulmün öncülüğüne de ortak oldular üstelik. Bunun üzerine Memlük Sultanı Baybars zulmün açtığı yaraları unutmamış olsa gerek ki ancak 1426’da Kral Janus de Lusignan’ı hezimete uğratarak büyük bir ders vermiştir. Elde edilen zaferin ardından Kral fidye karşılığında serbes bırakılır. Memlüklere ödenen 800 floriden oluşan haraç 1517’de Osmanlıların Mısır’ı almasıyla el değiştirecektir. Yani haraç bundan böyle Osmanlı’ya ödenecektir.
Mısır fethi Osmanlının ufkunu daha da ötelere taşıdı. Şöyleki; Sultan III. Selim Hac yolunun emniyete alınması gibi nedenleri ileri sürüp yapılacak ilk icraatın Kıbrıs’ı Osmanlı coğrafyasına kazandırmak olduğunun bilinciyle, önce adayı Venediklilerden barış yoluyla teslim almak ister. Fakat yapılan teklifi kabule yanaşmamaları üzerine donanmamız 1570 yılında adaya çıkarma yaparak fetih gerçekleşir. Bu fetihle birlikte katolik Venedikliler tarafından kapatılan Ortodoks Kilisesinin de yüzü güler. Çünkü Kilise özgürlüğüne kavuştuğu gibi, Başpiskoposa büyük yetkilerde verilir bu fetih sayesinde. Tabii bu arada fethin sıradan bir olay olmadığının bilinciyle Venedikliler sürekli sinsi sinsi Haçlıları kışkırtarak İnebahtıda Osmanlının mağlup olmasını sağlayıp, ince bir taktikle yenilginin acısını çıkarmayı başarmışlardır. Bu ağır mağlubiyetle Osmanlı ilk yenilgisini tadarken, batıda İnebahtının kazandırdığı sinerjik etki ve moral sayesinde rönesansını gerçekleştirdi. Osmanlı bu noktadan sonra hasta yatağına düşmeye hızla ilerleyen ihtiyar delikanlı rolündedir adeta. Nitekim 93 Harbi bu Osmanlının hasta olduğunun ilanı ve teyididir zaten.
Meşhur Osmanlı–Rus Harbi dediğimiz 93 Harbi (1877–78 ) tarihi olayla Rusların sıcak denizleri inme niyetini taşımanın yanısıra Yunan/Rum-Rus ortodoks bağlarının ittifaka dönüşme ihtimalini iyiden iyiye hisseden İngiltereyi kara kara düşündürür. Ortaya çıkan bu durumun giderek sömürgelerine giden yolları tehdit eder hale geldiğini İngiltere’nin sezmesi üzerine Kıbrıs’a müdahale gereği duyulur. Dolayısıyla İngiltere Devlet-i Aliyye’den Ruslarla yapılan Ayestefenos anlaşmasının yerine Berlinde toplantı yapılarak mevcut anlaşmanın tekrardan revize edilmesi gerektiğini belirterek sömürgelerinin güvenliği adına Kıbrıs adasının kendilerine verilmesini deklare eder. Bu taleplerinin kabul edildiği takdirde Rus yayılmacılığına karşı hasta diye tabir edilen Osman’lıyı koruyacağına dair taahhütte bulunur. Ancak bu konuda Abdülhamid’in isteksizliği gözlerden kaçmadı ve bu isteksiz tavır karşısında İngiltere gerekirse Kıbrısı zor kullanılarak ilhak edeceğini Osmanlıya bildirdi. Uzun müzakereler sonucunda nihayet ada kira karşılığında İngilizlere verilir. Bilahare birinci dünya savaşı başladığında ise İngiltere Kıbrıs’ı resmen ilhak ettiğini açıkladı (5 kasım1914). Ada artık İngilizlerin bu şekilde işgaliyle elimizden çıkar. Dolayısıyla İngiltere bu fiili ilhakla ortadoğuya karşı açılan pencere hükmünde olan önemli bir üsse sahip olmuş oldu. Artık Kıbrıs bu noktadan sonra bizim için kayıp ve unutulmaya maruz bir ada’dır.

Enosis ruhu
Lozanda Türkiye Cumhuriyetince İngilizlerin bu ilhakına sessiz kalınıp itiraz edilmeyince Kıbrıs resmen İngiltereye bağlı koloni hale getirildi. Ancak ilhakın zaman içerisinde Rum ve Yunan Enosis romantizmine dönüştürülme çabalarını yerinde gören İngiltere’yi endişeye sevkettiği gibi, adada yaşayan Türkler açısından da sıkıntılar doğurdu. Şöyle ki; 1950 de ada’daki Rum Ortodoks Kilisesinin tertiplediği referandumla %96 çoğunlukla Enosis (Kıbrıs’ın Yunanistanla birleşmesi, bizim Turancılık akımının bir değişk benzeri) isteğinin çıkmasının yansımaları neticesinde EOKA adlı terör örgütü Enosis ideali adına Stalinistvarı katliamları göze alacak kadar etrafa korku salmaya başladılar. Aynı zamanda terörü kendilerinin doğal bir hakkı imiş gibi lanse etmeleri sonucu Kıbrıs kanayan yara halini alır. Bu yüzden ada’da tedhişe maruz kalan Türkler İngilizlerle ortak hareket etmek mecburiyeti hissetmişler, öylede yapmışlardır zaten. Dolayısıyla İngiltere 1955’te Ankara’nın müdahil olmasına tepki göstermemiştir. İngiltere sorunu iki millet arasında çözmek istediyse de Rumlar bu teklifi reddettiler maalesef.
Kıbrıs’ın derdi ile dertlenmeyi bir noktada İngiliz ve Rumların yol açtığı sancı haline borçluyuz. Nitekim Türkiye, İngiltere ve Yunanistan arasında imzalanan Zürih anlaşmasıyla bizim için o güne kadar kayıp ve unutulmaya yüz tutmuş Kıbrıs, yeniden dış meselemiz haline gelir. Yapılan anlaşmaların sonunda İngilizlerin ada’daki işgali resmen sona erdirilir. Böylece Rumlar İngiliz sömürgeliğinden kendilerini kurtarmış oluyorlardı.
Fatih Rüştü Zorlu farkı
Meseleyi biraz daha detaylandıracak olursak aslında1957’yılında Eısonhower doktriniyle İngiltere’nin bölgedeki rolünü devr alan ABD, meseleyi çözmek için kollarını sıvadığını görürüz. Amerika evvela Türkiye ve Yunanistan’ı NATO çerçevesine dâhil edip her iki tarafın anlaşmalarını sağladıktan sonra, aralarında İngilterenin de bulunduğu 19 Şubat 1959 yılında Fatih Rüştü Zorlu’nun ortaya koyduğu tezlerin etkisiylede Zürihte geçekleşen anlaşamayla o günün şartlarında ülkemiz için en iyi sonuç olarak değerlendirilebilecek bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti kurdurulması gerçekleşir. Dışişleri Bakanı Fatih Rüştü Zorlu yine aynı yıllarda (8 Haziran 1959) Yunanistanın AET’ye başvurmasının ardındaki ince hesabı sezip meydanı onlara boşbırakmamak adına, derhal Türkiyenin üyelik girişimini başlatır ve böylece 10 Eylül 1959’da her iki ülkenin ortaklık görüşmelerine start verilir. Fakat
1975 yılına gelindiğinde aynı duyarlılığın sürdürülmediği görülüyor. Ki; bu yılda Yunanistan tam üyelik girişiminde bulunurken biz ise iç meselerle vakit kaybediyorduk. Nitekim 1977 de AET ileYunanistan arasında başlayan müzarekelerin uzağında kalan Türkiye 1981’de Yunanistan’ın topluluğa girmesine seyirci kalmakla yetindi. 12 Eylül sonrası Kenan Evren’de Yunanistan’ın tekrardan NATO’ ya girmesini sağlayan vetoyu kaldırarak onlara ikinci bir mevzi alanının kazanmasına yol açan altın tepsiyi kendi ellerimizle sunmuş olduk. Oysa tabiat boşluk kabul etmez, bu yüzden Yunanlılar hem Avrupa topluluğunda, hemde NATO içinde bulunarak söz sahibi konumuna geldiler. Üstelik Türkiye’ye her platformada veto yetkisini kullanarak her fırsatta köşeye sıkıştırmakta hünerlerde, artık 1974’te savaşta kaybettiklerini masada telafi etmeyi becereklerdir bundan böyle. İster istemez bu noktadan sonra DP iktidarının diplomatik dehası Fatih Rüştü Zorlu farkı akıllara takılıyor. Nasıl aramazsın ki öyle bir dehayı?
Ya taksim ya ölüm
Hülasa-ı kelam İkinci Cihan harbinin ardından İngiltere Kıbrıstan elini ayağını çekme noktasına gelmiştir. Tabiî ki bu hiçbir zaman tamamen çekilme anlamına gelmeyecektir, ama yine de Kıbrıs’ın yönetimi Rumlar ile Türklere verilmesi gerçekleşir. Hele hele her iki halkında birarada olması adayı Yunanistan’a tamamen bırakmamak adına İngiltereyi avantajlı kıldığı gibi, bundan böyle en azından garantör devlet olarak iki askeri üs bulundurmayı da ihmal etmeyerek büsbütün adadan bağları koparmamış sayılırdı. Neticeyi itibariyle uzun bir aradan sonra nihayet Kıbrıs üniter devlet kabul edilir. Ancak üniter olmakla beraber herşey bitmiş değildi. Hakeza ada halkının Anayasayı değiştirme hakları olmaması dolayısıyla tam bağımsızlığını elde etmişte sayılmazlardı. Böyle bir girişime kalkışıldığında ise İngiltere, Yunanistan ve Türkiye gibi garantör devletlerinin müdahale hakkı doğuyordu çünkü. Bu yüzden adanın üniterliliği tartışmalıydı. Üstelik ilerleyen yıllarda Türk kesimi adada azınlık muamelesine bile maruz kalacaklardır. Dolayısıyla Rumlar bu yönde hem diplomatik kanalları kullandılar hemde tedhiş hareketlerine başvurdular. Öyle ki; Türk köyleri yerle bir edip cehenneme çevirdiler, hatta insanlar öldürülerek yıldırma politikalarına tevessül ettiler. Bu durumda Türk kamuoyu ‘Ya taksim ya ölüm’ sloganları ile tepki gösterince Türkiye müdahale etmek ister, ama ne yazık ki bu istek BM ve ABD barikatına takılacaktır.
Al kurtul
Aslında Rumların 1960’ın ardından kurulan Kıbrıs Cumhuriyetini fırsat bilip ENOSİS çalışmalarına hız vermesinin ardından korkulanlar gerçekleşti. Nedir o korkulan derseniz, işte o ünlü 1963 te başlayan Kanlı Noel eylemi ile yıkılan 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti hadisesidir. Nitekim bu olay, Kıbrısı Yunanistana bağlama çabalarının bir göstergesi sayılan bardağı taşıracak boyutta bir kıyımdı. Bu noktada Ankara güç dengelerin stratejine uygun şekilde Kıbrıs Cumhuriyetini kurtarmak arzusu doğrultusunda hareket etmiştir. Şöyle ki ilerleyen zamanlarda Yunan askerleri ile EOKA’cılar 15 Temmuz 1974’te adada önlerinde engel gördükleri Makarios’u darbe yapıp devirdikten sonra Kıbrıs Helen Cumhuriyetini kurdular. İşte bu olay Türk kamuoyunda ‘al kurtul’ şeklinde tepkilere yol açarak Türkiyeyi harekete geçirmeye yetti bile. Böylece garantör devlet olarak adaya 20 temmuzda1974’de barış hareketini devreye sokarak cunta yönetiminin düşmesi sağlanmış ve ardından Cenevre görüşmeleri başlatılır. Fakat bu görüşmelerden de netice elde edilemeyince 14 Ağustos 1974’de Mehmetçiğin ikinci kez adayı ikiye ayıracak fiili müdahelesiyle biranda dünya gündemine oturduk. Bu zafer sayesinde bugünkü yeşil hat diye tabir edilen Türk sınırını çizerek bağımsız Kıbrıs Türk Federe Devleti kuruldu.
Ver kurtul
Kıbrıs zaferi, zaferi ile kaldı ancak, ardından Yunan lobisinin Washingtonu etkilemesiyle Türkiye’ye karşı silah ambargosu uygulanması yürürlüğe girer. Bundan sonrası gelişmeler hiç şüphesiz masada Kıbrıs meselesine dönüşecek şeklinde cerayan edecektir. Yani artık Kıbrıs zafer değil sorun olarak günümüze kadar taşınacak olay olarak gündemde yerini alacaktır. Yunanistan’ın durumu nedir derseniz, o da albaylar cuntasının devrilişi ile derin bir rahat nefes almış, üstelik bu arada AB’ye de üye olmayı başarabilmiştir. Böylece Güney Kıbrısın yıldızıda Yunanistan’a eş değer şeklinde yükselmiş ve başına talih kuşu konmuştu adeta. Öyle ki; ilerki yıllarda Güney Kıbrıs tüm ada adına AB’ye üye olması kesinleşecektir bile. Türkiye ise 1974’teki zafer sarhoşluğuyla övüne dursun, KKTC’nin kaderi statükocu Denktaş’ın içe kapanık siyasetine terkedilir. Hep böyle olmuştur beş parmaklarını aştığımızın hülyasıyla teselli buluruz, ama iş masa başına geldiğinde politik manevra yapamayışımıza hep sessiz kalırız her nedense.
Her iki kesimin arasında bitmek tükenmek bilmeyen anlaşmazlıklar sonucunda 1983 yılında KKTC’nin bağımsızlığını ilan ettik, fakat kurulan yavru vatanı dünya platformunda tanınmasını gerçekleştiremediğimiz gibi, birtakım ekonomik yaptırım ve izolasyonların ağır faturası üzerimizde kaldı. Öyle ki; kamuoyunda bıkkınlığın alameti olan ‘ver kurtul’ anlayışı noktasına gelen bir mesele halini aldı. Hem izolasyonlar hem de 1995te gümrük birliği girme karşılığında Türkiye 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti ortaklık anlaşmasında yer alan; Kıbrıs Cumhuriyeti, Türkiye veYunanistan’ın birlikte üye olmadığı hiçbir uluslararası örgüte üye olamaz maddesine dayanan itiraz hakkından vazgeçtiğini AB’ye beyan etmesiyle Çiller hükümeti Rum tarafının tek başına Avrupa Birliğine üye olmanın yolunu açmıştır maalesef. Kelimenin tam anlamıyla gerek AB’nin Kıbrıs’a olan alakası, gerek 1972’de Güney Kıbrısın tüm ada adına AET ile arasında imzalanan Gümrük Birliği anlaşması, gerekse 1995’te de Türkiye’nin Gümrük Birliğine alınması görüşmeleri işin püf noktasını oluşturur. Bu görüşmeler sırasında satır aralarında yer alan; Güney Kıbrıs’ın adanın tümünü temsilen takvime bağlanması istenen ilintili maddeye ses çıkarmaması neticesinde önüne konulan ve altında imzası bulunan Murat Karayalçın ile Deniz Baykal’ın imzaladığı belgeye dayanarak üyeliğinin gerçekleştirildiği noktada başlar sancı. Türkiye yavru vatan muamelesi gördüğü Kıbrıs’ı yok sayarak bu tavizi verdi maalesef. Bu taviz sayesinde Kıbrıs AB platformuna kaydı. Gerçekten de 30.12.1995 tarihli resmi gazete ile yürürlüğe giren Gümrük Birliği görüşmeleri sürecinde AB ile Güney Kıbrıs arasında başlayacak tam üyelik görüşmelerine sorgusuz sualsiz gözü kapalı dönemin hükümetince onay verilmesi hiçbir zaman hafızalardan silinmeyecek kadar son derece düşündürücü hadise olarak kalacaktır.
Artık Kıbrıs AB zemininde
Peki ya Türkiye?
11 Aralık 1999 Helsinki zirvesinde’da Türkiye’nin AB adaylığı kabul edilirken Kıbrıs’ın birliğe girmesi konusunda engel çıkarılmaması gerektiği şartmış gibi önümüze konuldu. Güney Kıbrıs’ın tüm ada adına 2000’li yıllarda Yunanistan’ın da desteğinide arkasına alarak başlayan süreçte Rumların AB ile olan ilişkileri tek taraflı olarak lehlerine cerayan etti hep. 2003 yılında nihai kararla, Güney Kıbrıs elini kolunu sallayarak rahatlıkla tüm ada adına 2004’te AB’ye tam üye oldu nihayet. Üye olmanın şımarıklığı ile Rumların tezine göre Kıbrıs’ın üyeliği demek aynı zamanda Türkiye’nin garantörlük hakkının iptali demekmiş güya. Neyse ki ABD, AB’nin Kıbrısın tamamının tam üye olarak algılamasından rahatsızlık duydu ve konuyu Annan planı çerçevesiyle el atıp, meseleyi BM zeminine çekmesi sonucunda Rum tarafının heveslerini kursağında bıraktı. Başlangıçta Annan planına tereddütle yaklaşan Ankara, gün geçtikçe ne kadar plana destek çıktıysa Rumları dış platformda o ölçüde elini zayıflatmış oldu. Nitekim Annan planı ada halkına aynı günde sunulan referandum oylaması sonucunda; Rum tarafının hayır, Türk kesiminin evet demesi ile çözümden yana olduğumuzu cümle âleme isbat etmiş olduk. Ankara yeniden Fatih Rüştü Zorlu dönemini hatırlatacak diplomatik manevra ile Kıbrıs konusunda kendisine yöneltilen işgalci suçlamalarını bertaraf ettiği gibi, asıl sürekli mesele çıkaran tarafın Rum tarafının olduğu kozunu ele geçirme avantajını yakalamış oldu üstelik. Artık iş bu kartı iyi kullanıp kullanamadığımıza bağlı olarak şekillenecek herşey. Şayet bu kozu ya da kartı kullanabilirsek her platformda insiyatif sahibi olacağız demektir. Şuanda çözümden yana olan biz gözüküyoruz, çözümden yana tavrımızı sık sık teleffuz ettikçe öyle anlaşılıyorki; Rum tarafının sıkıntısı bir kat daha da artacak gibi. Bu noktada Ankara’ya düşen Rum tarafını sıkıntıya düşürmedeki azminden vazgeçmemesidir. Hükümet statükocu çevrelerin hamaset kokan sahte ulusalcı söylemlerin çığırtkanlığına kulak asmadan, yılmadan, usanmadan kararlığına devam etsin gerisi kolay.
Referandum sonuçların üzerinden bugüne gelinen noktada verilen sözlerin birçoğunun yerine getirilmemesine rağmen, KKTC’nin adım adım tanınması ve bağımsızlığının gerçekleşeceğine dair ümidimizi yitirmiş değiliz. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın; Kıbrıs için şimdiye kadar uygulanan politikaların çözümsüzlüğün çözüm anlayışıyla takip edildiğini, artık her alanda risk üstlenilmesi gerektiğini, hatta bu riski göze alacağını vurgulayan sözleri bu ümidi bize veriyor çünkü.
Türkiye gelinen noktada AB görüşmelerinde müzakere almasına aldı, ama öyle görünüyor ki; Kıbrıs, Rum ve Avrupalıların istekleri doğrultusunda kabul bulmadıkça AB’ye tam üyelik görüşmelerinin değişik başlıklarla askıya alınacağı uyarıları ile geçecek süreç gibi gözüküyor hep. Velhasıl, Uzun ince bir yoldayız hala. Ya sabır demekten başka çaremiz yok şimdilik.
Vesselam.