TARİHİ KİMLİĞİMİZLE BARIŞIK DEMOKRASİ

TARİHİ KİMLİĞİMİZLE BARIŞIK DEMOKRASİ
ALPEREN GÜRBÜZER

Tabana dayanmayan hareketler, tepeden oluşturdukları oligarşik yapılarla demokratik katılımın önünü kesmektedirler. Çıkara dayalı ilişkiler ağı bugünkü siyasi organizasyonların içine düşüpte bir türlü işin içinden çıkamadıkları en belirgin özellikleridir. Elbette ki bu çukurdan çıkamazlar. Çünkü halkı dışlayarak yapılan siyasetin beraberinde siyasi çürümeyi de getireceği muhakkak. Siyasi mekanizmaların demokrasiden yoksunluğu lider sultasını ve kendi kaderine terkedilmiş siyaseti doğurmaktadır. Duverger’in ‘Halksız demokrasi’ diye tanımladığı durum siyasi partiler için de geçerli bir akçe.. Maalesef halksız demokrasi, lider sultasına dayalı partilerin türemesine yol açmaktadır.
Halka rağmen, halksız oluşturulan organizasyonların temelinde yatan felsefe, belki de Türk toplumunun yapısı ile ilgili bir mesele olsa gerektir. Henüz daha halkımız tam anlamıyla sivil örgütlenmeye geçmiş değil. Belli ki bu konuda epeyce mesafe kat etmemiz gerekiyor. Dolayısıyla halkın kültürel değerlere içten bağlılığını fırsat bilen bir takım mahfiller, siyasi vitrinlerini jakoben elitist (ayanlar-eşraf) kesimle süslemektedirler. Oysa batı da bile ideolojilerin gelişmesinde değerlerin fonksiyonu söz konusudur. Kapitalizm Protestan ahlakıyla beslendirilmiştir çünkü.
Halka yabancı yapılanmalar çoğu kez çatışmaya sebep olmaktadır.
İbn-i Haldun medeniyetlerin kuruluş, yükseliş ve düşüşünü sosyolojik bir dille açıklarken, asabiyetin (toplum dayanışması) zayıflamasını umran’ın yıkılışı olarak dile getiriyor. Malum olduğu üzere Osmanlı, ilhamını kendinden önce var olan Selçukludan alıyordu. Nitekim Selçukludan devralınan 260 yıllık tarihi birikim Osmanlı’yı yeni ufuklara taşımıştır. Osmanlı Selçukluyu reddetmemiş, bilakis kendi yapılanmasında toplumsal dayanışma ekseni olarak kullanmıştır. Hakeza Selçukluya da malzeme olarak kendinden önceki Asyatik kültürel birikimler renk katmıştır. Osmanlı’ya gelen halkada kazanılan birikimlerin genel hatlarıyla bütünleştirdiğimizde ise her şeyden önce İslam’ın sağladığı zenginlik ile Asyatik kültür ve Selçuklu tecrübesinin bize medeniyet kazandırdığını görürüz. İşte bu tür terkiple (sentez) Devlet-i Aliye cihanşümul devlet olabilmiştir.
Osmanlı’nın devlet teşkilatı, askeri ve idari organizasyonu reayanın (halkın) ruhuna uygun yapı sayesinde uzun süre ayakta kalabilmeyi başarmıştır. Tebaa Allah’a mutlak manada itaati esas kabul edip, Yaratanın dışındakilere itibari manada itaat ediyordu. Divan-ı Hümayunumuz (Devlet teşkilatı) tarihi birikiminin yanında İslam’ın öngördüğü tarzda halkın hizmetine amade idi. Yani hadim devlet (halka hizmetkâr) anlayışı Osmanlı’nın ruhunu oluşturuyordu.
Demek ki; Osmanlı nizamı dediğimiz olay aslında Asyatik kültür, Selçuklu kilimi ve İslam’ın kattığı zenginliğin terkipleniş halidir. Bu sentez dayanışmacı yapı ortaya koymuştur. Kelimenin tam anlamıyla Osmanlı bürokrasisi bu terkiplerle yoğrulması neticesinde topluma dayalı teşkilatlanma projeleri ile derinlik kazanmıştır. Osman Gazi Söğüt’te iki yüz çadırlık teşekkülü ile Gaziyan-ı Rum, Ahıyan-ı Rum, Bacıyan-ı Rum ve Abdalan-ı Rum gibi örgütlenmelerle en büyük toplumsal dayanışmayı sağlayarak büyük bir sivil organizasyonu gerçekleştirmiştir. Ahiler kasaba ve şehirlerde teşkilatlanarak sınır boylarında güvenliği temin ettikleri gibi, ülke içindeki ticari organizasyonlarında başında rol oynuyorlardı.
Osmanlının kuruluştaki toplumsal dayanışma ruhu (katılımcılık) sekteye uğrayınca, ister istemez iç nizamın bozulmasına neden olmuş, derken yerini ayanlık ve feodalleşmeye bırakıp bayağılık almıştır. Oysa güçlü merkezi yapımız feodal yapılanmalara geçit vermiyordu. Nitekim işler ağırlıklı olarak kenardan ziyade merkezde toplanıyordu. Fakat zaman içerisinde merkezi sistemin dejenere olmasıyla birlikte çevre teşekkülleri neşvü-nema kazanarak giderek âdem-i merkeziyetçilik anlayışı yeni bir boyut kazanmıştır. Osmanlı içinde nükseden bir takım ayaklanmaların özünde sanıldığı gibi devlete karşı bir isyan olmayıp, sadece çevre-merkez çelişkisinin bir ürünü tarzında değerlendirilmelidir. Âdem-i merkeziyetler filizlendikçe çevrenin önde gelenleri de (ayanlar) ister istemez sahneye çıkabiliyordu. Celali ayaklanmaları bu hareketlerin ilkini teşkil eder zaten. Ayanlar nüfuzlu insanlar olabileceği gibi, ulema ve kapıkulu ağalarından da olabiliyordu. Ki; bunları kalemiyye, ilmiye ve seyfiyye unvanları ile de kategorize edebiliriz. Ayanlar zaman içinde daha da güçlenerek eyaletlerin yönetimini ele geçirebilecek düzeye kavuşmuşlar, derken 1807 Senedi İttifak sayesinde karizmalarına karizma katmışlardır. Bu yapıların önlenemez yükselişi sayesinde varlıkları onaylanarak onlara statü verilmesine sebep olmuş, böylece ortaya çıkan yeni organizasyonların ardı arkası kesilmeyince, ister istemez bu oluşumlar Osmanlı sistemine uyumlu hale getirilerek âdem-i merkeziyetin ayakta kalabilmesi sağlanıyordu. Resmiyet kazanan bu organizasyonlar ilkin taşralarda boy vermiş, daha sonra da merkezi duruma gelecek seviyeye ulaşmışlardır. Aslında bu teşkilatlanma halk ile devlet arasında yeni bir yapıyı ortaya çıkarıyordu. Bu yüzden Fuat Köprülü bu yapıya asalak kümeler ismini verir. Ayanlara bir diğer ifadeyle nüfuzlu kişiler manasına gelen “Eşraf” da denilmektedir. Ayrıca Fatih döneminin güçlü merkezi sisteminin doruğa ulaştığı noktada Lonca teşkilatı, gerileme sürecine girdiğimiz devrede ise Lonca ahilerinin yerini Lonca ayanları almıştır.
Birde meseleye Eğitim yönünden baktığımızda devşirmelerin üst kademelerdeki fonksiyonları dikkatimizi çeker. Osmanlı bürokrasisinde yer alan devşirmelerin eğitimi Enderun sistemi sayesinde gerçekleşirdi. İlk etapta Enderun’un gayesi yetenekli kumandan veya yönetici yetiştirmekti. Hatta ilk dönemlerde Enderun’a girmek için evvela esir, devşirme ve köle şartlarına haiz olmak şartı aranırdı. Ne zaman ki XIX. Yüzyılda milliyetçiliğin bütün dünyayı etkisi altına almasıyla birlikte millilik şuuru gelişince, Enderun’a alternatif olarak modern eğitim kurumları devreye girmiştir. Böylece yerli yöneticilerin doğmasını sağlayacak okulların teşekkülü Enderunilerin tepkisine yol açsa da, söz konusu okullar bizde varız dercesine tarihe damgasını vurmuşlardır. Ümmet anlayışın yerini milli anlayışa terk etmesiyle birlikte bu durum Osmanlı aydınlarını kendi kimliğine döndürmüş ve yerli yönetim kadrosunun doğmasına yol açmıştır. Anlaşılan Enderuni yapının okullaşmaya dönüşmesinin akabinde Enderunluk varlığını yitirmiş, ama zihniyet olarak günümüze kadar uzanan izdüşümleri kalkmamıştır hala. Nitekim Güneydoğu’daki aşiret yapıları Enderun anlayışın bir yansıması olarak telakki edilmeli. Demek ki sistemin asıl unsuru olan Enderuni yapı, Osmanlı’da çevre-merkez ikilemini gözler önüne sergilemesi açısından mühim bir yer teşkil ediyormuş meğer.
Peki, Cumhuriyet dönemi nasıl derseniz, elbette ki; Cumhuriyet döneminde de aydın-halk yabancılaşması olayı, tipik bir Enderuni zihniyetinin değişime uğramış biçimi diye cevap verilebilir. Aydınların yabancı okullarda (kolej türü) yetiştirilmesiyle ortaya yeni kozmopolitlik bir tablo ortaya çıkarmıştır. Şöyle ki adı Türk, ama milli kimliğine yabancı yönetici kadrolar ağırlıklı olarak söz sahibi olunca, bu sefer değişik bir Enderun anlayışı hortlamış oluyordu. Günümüzde de bu zihniyetin uzantısı olarak modernite ve post modern tartışmalarını gündeme getirmiştir. Zira yaşanan aydın-halk ikilemi batılılaşma serüveniyle birlikte geleneksel yapılarla modern yapılar arasında uçurumu doğurmuştur. Kelimenin tam anlamıyla Divan-ı Hümayun’u oluşturan azınlık yöneticilik geleneği, günümüzde bir başka elit tabakayı türetmiştir. Özellikle bir eli yağda bir eli balda diye tabir edebileceğimiz yeni aristokrasiyi andıran yapılar bize de bulaşmış maalesef. Halka tepeden bakan zihniyet, bir başka tür Enderuniliğin aramızda kol gezdiğinin ifadesi olsa gerektir. Osmanlı yönetiminde ağırlığını hissettiren Enderunilik, bugün siyasi organizasyonların şemaları incelendiğinde o geleneğin uzantılarının varlığını görebilmekteyiz hala.
Halka rağmen halksız siyaset uygulamaları halksız demokrasinin ömrünü daha da uzatmaktadır. Topluma taban tabana zıt aktarma formüller sinemizde derin yaralar açmaktadır. Nitekim Tanzimat’tan günümüze kadar halkla diyaloga girmemek meziyet addedilmiş, sadece halk seçimden seçime hatırlanıp ziyaret edilen merci olarak muameleye tabi tutulmuştur. Oysa siyasi yapılanmamızı toplum gerçeklerini dikkate alarak biçimlendirebilirdik pekâlâ. Her nedense bu durum bilerek veya bilmeyerek göz ardı edilmesi yeğlenmiş.
Belki de Enderun modeli Osmanlı coğrafyasının konumu itibariyle, o günün şartlarında çok milletli olmanın gereği olarak doğru metot olarak kabul edilebilir, fakat XIX. yüzyıldan itibaren milli devlet anlayışının yerleşmesi ve milli teşekküllerin doğmasıyla birlikte bu zihniyetin devam ettirilmesini yanlış buluyoruz. O halde halksız demokrasi yerine katılımcı ve tarihi kimliğimizle barışık demokrasiyi yerleştirmek gerekir. Tarihi kimliğimizle barışık demokrasiye her geçen günden daha çok ihtiyacımız var çünkü.
Batıdan aktarma formüllerle şimdilik sözde demokrasicilik oyunu oynanmakla kalmıyor, aynı zamanda halka yabancı yeni Enderuniliği yaşatmışta oluyoruz. Bu yüzden toplum dinamikleri göz ardı edilerek çıkarılmaya çalışılan yasama faaliyetlerini doğru bulmuyoruz. Kanunlar toplumun aynası olması lazım gelirken, maalesef asker gölgesinde militer ve totaliter tutumda ısrar ediyoruz. O halde bu durumda ne yapmalı sorusuna verilecek cevap gayet açık, bu oyunu bozacak tarihi kimliği ile barışık sivil ve katılımcı anlayışa uygun bir demokrasiyi biran evvel hayata geçirmeli ki yeniden dirilişimiz gerçekleşebilsin.
Artık bu noktadan sonra bize giydirilmeye çalışılan elbisenin artık dar geldiğini anlıyoruz.
Tanzimat’tan bu yana başımıza geçirilen tasmaları artık atmanın zamanı geldi, hatta geçti bile. Halkın bu kokuşmuşluktan sürekli dert yanması milli iradenin harekete geçeceği sinyallerini vermektedir. Zorla giydirilmeye çalışan üsten dayatmalar sıkıntı vermeye başlayınca, insanımız artık sivil inisiyatifini ortaya koyabilecek tavrı sergilemeye başlıyor gibi. Batıda görülen ferdiyetçiliğin aksine mayamızda mevcut olan dayanışmacılık ruhumuz sivil toplum olgusuna dönüşebiliyor da. Bizim sosyal dayanışma ruhumuz, aynı zamanda katılımcı ve sivil toplum anlayışımızın bir ürünüdür.
Tarihi kimliğimizde yerini alan ahilik ve vakıf ruhu günümüzde bir değişik sivil kuruluşların meydana gelmesine vesile olmuştur. Sivil olgular sadece batıya has bir meziyet olmayıp, bizatihi bizim yapımızda mevcutta. Zira toplumumuz, dayanışma ve fedakârlık olarak algıladığı sivil toplum olgusuna sıcak bakmakla yetinmemiş, bu yönde hareket eden sivil hareketlere elinden geldiği kadar desteğini vermektedir. O halde Osman gazi ne kadar sivil toplumcuysa, biz de bir o kadar katılımcıyız demeli.
Japonlarda da tıpkı Türk milletinin yapısına benzer dayanışmacılık ruhu var. Öyle ki; imparatorun ülkesi uğruna yahut gurubu uğrunda kendini feda etme gibi tipik örnekler, batıdaki ferdiyetçiliğin bir değişik durumunu ispatlar. Japonlarda sadece serbest piyasa ekonomisi içeren politikalarda batıya açıktırlar. Yani, Japonya sosyal ve kültürel alanlarda kendi mührünü iç organizasyonlarına yansıtarak ferdiyetçi ve rekabetçi batıdan ayrılmakta, ekonomide ise evrensel olabilecek kadar anlayışlı bir model oluşturmayı başarabilmişlerdir. Dolayısıyla Japon toplumu dayanışmacılık sayesinde, Türkiye’de yaşanan ilerici-gerici ikilemin doğmasına da fırsat vermemişlerdir.
Türk milleti olarak bizim de Japonya’dan alacağımız birçok dersler olsa gerektir. Japonya’yı süper güçlerle yarışır kılan asıl neden, teknolojide batıya açık, yerel değerlerinde ise asla taviz vermeyen bir tutum sergilemeleridir. Peki ya biz, maalesef bizde Japon modelinin tam tersi bir tutum izleyerek modernleşmeği sadece kılık kıyafette değişim olarak sanmamızdır. Nitekim başörtüsü konusu gerçek anlamda hangi kesimin özgürlükleri savunduğunun bir göstergesidir. Batıda kılık kıyafet mesele olmazken bizde laiklik bahane edilerek bireysel haklar ihlal edilebilmekte. Türkiye’de modernleşme ve bireysel özgürlüklerin savunuculuğunu muhafazakâr kesimler üstlenmiş durumdalar, kendilerini Cumhuriyetin ve laikliğin öncüleri tanıtanlar ise yasakçılığın girdabında debelenip etrafa korku salıyorlar habire. Bu yüzden başörtü meselesi kimlerin hangi noktada durduğunu göstermesi açısından, yani özgürlük noktasında turnusolümüzdür. Üstelik teknolojik gelişmelere kayıtsızlığımızda buna eklenince ilkel bir modernleşme ülke görünümümüz kendiliğinden ele veriyor da. Gün geçmiyor ki bireysel hak ve özgürlüklerimize balta vurulmamış olsun. Ne zaman aklımız başımıza gelir bilinmez ama, bir bildiğimiz var ki; o da hala yüzeysel batılılaşma politikalarına devam etmekte olduğumuzdur. Her zaman deriz ya, doğuya kapalı olmayan, aynı zamanda batıya da açık dayanışmacılık ruhumuz kabulümüzdür diye. O halde yeniden o ruhumuzu canlandırabilirsek belki de yeniden doğuş anlamına gelen Rönesans’ımız söz konusu olabilir.
Velhasıl; Tarihi kimliğimizle barışık ve dayanışmacı ruhumuza uygun katılımcı demokrasiyi ikame etmekte yarar var, çünkü tarihi kimliğimiz gereği buna mecburuz.
Vesselam.