SİHİRLİ FORMÜL ARAYIŞI

SİHİRLİ FORMÜL ARAYIŞI
ALPEREN GÜRBÜZER
Yüz seneyi aşkındır anayasa meselesiyle meşgulüz. Askeri anlayışla birçok kez anayasa yapıldı, yine de şikâyetler bitmedi. Zaten her defasında bozuk düzen olduklarını kendileri söyleyip duruyorlar. Bir türlü militarist eğilimleri bertaraf etmeyi düşünemiyorlar ve Yahya Kemal’in değimiyle; “Devamlılık içinde değişme” gerçeğini idrak edemiyorlar da.
Anayasa meselesinin özünde halktan uzak bir anlayışı mevcut. Halka her defasında rey (oy) için müracaat edilmiş, fakat halkın katılımı istenilmemiştir. Maalesef taban oy deposu olarak düşünülüp, tavanın ise hiçbir külfete maruz kalmadan nimetlerden faydalanması sağlanmış. İşte bu anlayış günümüze dek süregelmiş ve hala da devam ediyor da. Hâsılı totaliter düşünceler ve yaşamdan kopma yarınlarımızı karartıyor.
Üstelik her kurdukları yeni düzenle geçmişi hain ilan ederek sistem oturtturulmaya çalışılmış, kalabalıklar hain edebiyatı ile oyalanılarak, bulunduğu mevkileri daha da sağlamlaştırmışlardır. Cumhuriyetin ilanı ile hemen hemen bütün saltanat erbabı hain damgası yemekten nasibini almış ve bir sonraki kurulacak düzenlere de örnek teşkil etmiştir. Tıpkı 27 Mayıs ihtilali ile DP’nin hain ilan edilmesi gibi. Bu da yetmezmiş gibi halkın gönlünde taht kurmuş bir başbakanın göz göre göre ipe verilmesi, gerçekten tüyler ürpertici... Necip Fazıl 27 Mayıs ihtilalini, yoğurttan ve kartondan kurulmuş hükümete hançer saplamak olarak yorumluyor ve de haklıdır da... Böylesi bir hükümeti devirmek için, Türk silahlı kuvvelerinin her birimini seferber etmeye gerek yoktu ki. Yani, ülkemizde ihtilalin adı var, gerçekte değişimden söz edilecekse tabandan gelecek bir reform olayı ortada yoktu ki, olsa da fırsat vermezlerdi zaten, bir kaşık suda boğarlardı adamı. Halk yıllardır tepeden yönlendirilmiş, katılımcılık duygusu gelişmemiş ve sivil inisiyatifini ortaya koyacak örgütlenmeler sağlanmamış, bir ülke düşünün ki, böyle bir ortamda yönetime el koymak için bilmem özel bir çabaya gerek var mı? Meclis’in cumhurbaşkanını bile seçmekte zorlandığı bir ülkede her halükarda 12 Eylül’ü yapmak kolay olsa gerektir.
Her 15–20 senede 5–10 bin kişiyi hain ilan ederek yönetimi devr almak bize has bir moda. Hainler zinciri günümüze kadar uzatılmaya çalışılmış ve çalışılıyor da. Birilerinin rahatı için mutlaka diğerlerinin hain ilan edilmesi gerekiyormuş meğer. İşte, bu çarpık durum ülkemizde ara sıra nükseden ihtilal serüvenlerimizin temelinde yatan bir hastalık tablosu hali. Oysa tarihimize bağdaşmayan bir anlayış... Osmanlıyı inceleyelim, bakın ne görürsünüz: “Kelleleri alınan vezirlere bile hain dememişiz.” Kelimenin tam anlamıyla bir kırılma yaşıyoruz, devamlılık ve değişimi fark edemiyoruz galiba.
Osmanlı’ya yücelik veren İslam şuurudur. Dinimiz, kendini kabul etmeyenlere bile hak ve hukuk vermiştir. Nitekim Hz. Ömer (r.a.) hasta yatağında, ölürken bile zımmılerin haklarının gözetilmesini telkin ediyor. Bu engin anlayış, hiç kuşkusuz İslam’ın bize bahşettiği bir tavırdı.
Gerçek düzen ve inkılâplar, bir adamın veya bir kurumun değil, tarihin malıdır. Tarihi ile barışık, kültürü ile barışık, bilge insanları ile barışık ve halkı ile barışık düzenler millidir. Barışıklığını dış dinamiklerle sağlayan ve dış ülkelerin anayasalarını tercüme edip, ülkemize empoze etmeye kalkışmak, buna da inkılâp demek abesle iştigaldir. İlim; tercüme inkılâbın olamayacağını beyan ediyor bize. Bukalemuncu tavırlar, ortama göre renk veya şekil göstermek millilikle bağdaşmaz zaten. İşte Mecelle bu kaygıdan doğmuş, nitekim Mecellenin uygulama alanı halka dayalı, halka göre göre şekillenip, kaynağı dini olan bir hukuktur.
I. ve II. Meşrutiyetler hep bir reform gibi gösterildi. Oysa empoze edilmeye çalışılan anayasalara baktığımızda kökü dışarıda ithal ve tercüme beyanlar mecmuası olduğu ortaya çıkıyor. İşin garip tarafı, tercüme etiketli anayasalar inkılâp olarak lanse edilmiş, aynı zamanda her defasında da eski olan ne var ne yok hepsine ateş püskürülmüş, tercüme mevzuatlar sanki bizim buluşumuz gibi halka dikte ettirilmeye çalışılmıştır.
Tanzimat denen ucubenin bir diğer adı da Gülhane Hattı Hümayunu’dur. Tanzimat’tan beri yeni düzen peşindeyiz. Öyle ki 1839’da Gülhane Hattı Hümayun’u okunuyor, şeriatın metni ile başlanıyor: “Irz masundur, namus masundur, hürriyet adalet gelecek, eşitlik gelecek” diye. Birde üstüne üstelik bu gibi ilahi beyanlara ilaveten sloganik sözler de monte ediliyor. Üstelik Şeriat’ta methediliyor, bütün bu ifadelerle ülkede kanun yokmuş, İslam’da yokmuş gibi sanırsın, oysaki bal gibi Avrupacılık güdülüyor. Çok güzel kavramlar bazen ulaşılabilmek istenilen hedef için malzeme olarak kullanıp, asıl niyetlerinin gerçekleşmesine zemin hazırlamak, öteden beri yabancı olmadığımız taktiklerdir. Aslında sinsi faaliyetlerle yapılmak istenen, şeriat (bizim anladığımız manada şeriat Kur’an ve sünnettir) düşmanlığı olup, içinde ithal reçetelerin kabulüne yönelik girişimlerdir. Daha sonraları Tanzimatçılarımız Sırp ayaklanmasının, Bulgar isyanına, oradan da Ermeni ayaklanmasına yol açmaması için “Gayri Müslimlerle devleti nasıl idare ederim?” gibi problemlerle karşılaşmışlardır.
Sürekli fikir koşuşturması içinde bulduk kendimizi, “bizi hangi düzen kurtarır” sorusunun cevabını hep arar olduk. Tanzimat bunu araştırdı, bize bu kapıyı araladı, bir sonraki düzen meraklılarına ışık verdi nitekim. Meşrutiyet ise bu sihirli iksirin formülünü yakalamışçasına hareket etti. Hepsini denedik, ama arzulanan bir türlü gerçekleşemedi. Cumhuriyetle yeni bir yaşama adım attığımızı ilan ettik, derken bugüne geldik. Serüvenimiz bitmedi, bugün itibariyle yine sihirli formüller peşindeyiz. Her ilan ettiğimiz düzenlerin kılıfı anayasa oldu. İthal tercümelerden esinlenerek yazılmış metinler, halkın dünyasına yabancı olduğu için, çare olamadı. Böyle olunca da kimimiz kurtuluşu demokraside, kimimiz sosyalizmde, kimimiz kapitalizmde, kimimiz masonlukta arar olduk. Elbette her sistemin bize öğreteceği ve kazandıracağı faydalı yönleri vardır, fakat hiçbirine tek başına bağlanmak derde deva değildir. Bizi kurtaracak reçete, bütün bu sistemlerden faydalanılır yönleri varsa iyiden iyiye etüt ettikten sonra, kendi değerlerimizle kucaklaşarak, hür düşünmenin yollarını açmaktır. Bugün insanımız, hür düşünemiyor, halkın adına düşünen bir takım sözde entel denilen seçkin zümre her şeye hâkim çünkü. Tabandan tavana yapılanma olmadığı müddetçe, galiba yaralarımız iyileşmeyecek gibi. Halkın vicdanına ve örfüne uygun milli bir Anayasa modeli kurmadığımız sürece, daha çok sihirli formül peşinde koşturacağız demektir. O halde devamlılık dediğimiz değişme boyutunu iyi kavramalı.
Hasta adamın dosyası gözden geçirilirse şu sihirli formüllere rastlanır:
—Tanzimat formülü (Gülhane Hatt-ı Hümayunu),
—Mithat Paşa formülü (I. Kanun-i Esasi),
—II. Meşrutiyet formülü,
—%100 Avrupalaşma formülü (Dr. Abdullah Cevdet reçetesi),
—İslamlaşma hareketi (Sebilürreşat formülü),
—Türkçülük hareketi (İlk Türk Yurdu reçetesi),
—Z. Gökalp ve Yeni Mecmua formülü,
—Prens Sebahattin formülü (Âdem-i merkeziyet teşebbüsü),
—Terakki Perver formülü,
—Cumhuriyet formülü,
—Serbest Fırka formülü (reçetesi),
—Altı ok formülü,
—DP formülü (Demokrasi Hareketi) (Bkz. Yağmur Yayınevi İst. Doğu-Batı Sentezi, Peyami Safa S.89)
Ayrıca:
—27 Mayıs (MBK reçetesi) ve 12 Eylül formülü,
—Özal formülü(Serbest piyasa ekonomi hamlesi vs.)
İşte, sihirli formül arayış serüvenimizin alt başlıkları bunlardan ibaret. Bütün bu değişme evreleri iyi analiz edildiğinde bir kısmı pozitif manada bir kısmı da kırılma anlamında olduğu görülecektir.
Bütün bunlara ilave olarak, bir de 28 Şubat post modern darbe, 2007- Temmuz elektronik muhtıra girişimi ve 2008 Nisan yargı darbesi arayışımız söz konusu.
Hâsılı, koşuşturmadır gidiyoruz. Galiba, bu hengâme de, bir gün araya araya doğruyu bulacağız gibi. Derler ya, arayan ya Mevlayı, ya da belasını bulur, ümidimiz odur ki; Mevla’yı bulmak olsun. Tabular, tabular, tabular, bir bir yıkıldıkça, tabandan tavana yapılanma emareleri filiz verdikçe, ümidimiz daha da artacak sanki. Sivil toplum, sivil katılım, sivil inisiyatif, milli ve İslami söylemlerin her platformda konuşulmaya başlanılması bu ümidi doğuruyor bize. Millete yabancı, yerel ve evrensellikten uzak formüller çözüm sunamadı. Tarihten bugüne, bugünden yarına bizi taşıyacak bütüncül anlayış bizi kurtarır diyoruz. Bütün bu hengâmede sihirli formül arayışı biraz Fransız hastalığı gibi görünüyor. Zira Fransa 1789’da cumhuriyet kavramını bir idari biçimi olarak algılamayıp, ideolojik veçhe kazandırmış ve 1789 cumhuriyet devriminin başlangıcı addedilmiştir hep. Yani öncesi dışlanmış, sonrasına da methiyeler dizilmiştir. Oysa çok övdükleri cumhuriyet de kendi içinde cazibesini kaybedince beş kez yıkılmak zorunda kalmıştır. Krallık bu beş cumhuriyetin arasından iki kez sıyrılarak imparatorlukta yaşanabilmiştir yeniden Cumhuriyetin beşincisini imparatorluk debdebesinden sonra kurmak De Gaulle’ye nasip olabilmiştir ancak. Sihirli formül arayışları bir önceki yönetime kara, bir sonrakine de ak demeyi gerektiriyor çünkü. O halde Fransa örneğine benzer yeni bir Krallık yahut bir diktatörlük getirmeyeceğimize göre bu münakaşa niye?
Demek ki; bizde de Fransız serüvenine benzer ak-kara bakış tarzımız söz konusu. Ak kara ikilemi içine düştüğümüz acı manzara olup, insanımız analiz metoduna yahut hür tercihlere motive edilmiyor. İlla birilerini yüceltmek veya karalamak denen hastalığımız var. Oysa iyi ve kötü değerlendirmesi ya da suç ve ceza nitelemesi, ilahiyatçıların, hâkimlerin, hukukçuların işi. Hele hele tarihi hizaya sokmak bizim işimiz olmasa gerek, bırakın onu tarihçiler konuşsun, biz sadece anlamakla mükellefiz. Şimdi gün bu gün, yani değişim halkamızın son vetiresi olan cumhuriyetimizi katılımcı demokrasi ile donatma günü.
Sihirli formül arayışında Osmanlı’yı karalayıp cumhuriyete meşruiyet kazandırmaya meziyet telakkisi sandık. Osmanlı’da hürriyet ve eşitliğin olmadığını hamasi duygularımızla telkin ediyor, cumhuriyetle hürriyet ve eşitliğe geçtiğimiz kehanetini savunduk. Büyük siyasi deha Abdülhamit Han, Meclis-i Mebus an’ı açış nutkunda II. Mahmut gibi diğer padişahlarının miriyeti içerisinde yaşadığını, fakat bunların arasında hürriyet ve vatandaşlık şuurunun gelişmediğini, artık eşit olduğunu söylerken, Mustafa Kemal’in Meclis’te konuşmalarının geriye doğru tekrarının bir örneğini sergiliyordu. Demek ki, sihirli formül arayışı ak-kara ikilemi üzerine gelişmiyor, bir tarihi süreç gerçeğini unutmamalı. Ve çok şükür ki, cumhuriyetle tam demokratikleşme gerçekleşmese de yinede demokrasiye adım atabilmişiz.
Bir kere her sihirli formül arayışı ve olayını öncelikle o devrin kendi yapısı ve şartlarında değerlendirmek gerekiyor. Kanunnamelerle ün salmış Kanuni Sultan Süleyman’dan bilgisayar beklemek nasıl bir haksızlıksa, cumhuriyeti kuranlardan da aynı ölçüde ‘katılımcı demokrasi’ anlayışı beklemek bir hayaldir. Şu anda bulunduğumuz şartlar Türk insanını sivil söylemlere itmiştir. Çok değil bundan 5–10 sene önce bu kadar sivil toplum olgusu ve şuurundan bahsetmek söz konusu değildi. O halde tarihi yorumlarken o devrin şartlarını göz ardı etmemeli. İhtilalsiz, ayaklanmasız demokrasiye geçebilen tek cumhuriyet biziz.
Sihirli formül arayışında Abdülhamit Anayasayı ilan etmedi diye, Ermenilerin yaftası olan “Kızıl Sultan” lakabını ağzımıza sakız yaptık. Farklı kimliğe sahip çok mezhepli çok meşrepli ve birçok değişik etnikli milliyetleri bağrında taşıyan imparatorluktan, meşrutiyeti beklemek hiç bir akıl izanının kabul edemeyeceği bir husustur. İmkânsızları imkânlı gibi göstermek kolaycılık olsa gerek. Kaldı ki bugün bile 21. yüzyılın eşiğine geldiğimiz demde bile tam manada demokratikleşmeyi sağlamış değiliz. Şunu hafızamıza iyice belletmeli; tarihi kişilere endekslememeli, hislerimizi tercüman yapmamalı ve tarihi olayları tabir caizse laboratuar olgusu tarzında ele almalıyız. Çünkü hayat devam ediyor, tarihte olduğu gibi.
Elbette ki Türkiye’nin de İngiltere gibi demokratikleşmeye yumuşak geçiş yapmasını arzularız, ama olmadı bir türlü. Önce meşruti bir krallık daha sonra demokratikleşme pekâlâ olabilirdi. Fakat Fransa’dakine benzer dalgalanmalar birikmiş gerilimi bugünlere taşıdı ve İngiltere örneği gerçekleşemedi maalesef. Her şeyden önce milli mücadelenin maddi tezahürünü Büyük Millet Meclisi oluşturur. Bu meclisin kararıyla kurtuluşumuz gerçekleşmiştir. Milli mücadele sonucu yeni bir rejim doğmuştur, adı: Cumhuriyet. Zira Cumhuriyette Meclisin kararıyla gerçekleşmiştir. Nitekim BMM, Cumhuriyetle birlikte TBMM adını alır. İlginçtir TBMM’nin çıkardığı ilk kanunlar arasında TBMM’ne karşı olmak vatani ihaniyetten sayılmıştır. Bugüne döndüğümüzde TBMM’ye muhtıra vermek artık vatana ihanetten sayılmıyor. Demek ki; EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ MİLLETİNDİR hükmü gerçek manada o yıllarda gerçekleşmiştir. Sonraki yıllarda bu hüküm sulandırılarak egemenlik sanki bir avuç azınlığın tekeline dönüşmüştür.
Cumhuriyetin ilk yılları padişaha ve halifeye sadakatle başlamış, daha sonraları meşruiyet kayması gerçekleşerek, saltanat lağvedilmiştir. Sihirli formül arayışında tek partili, daha sonra çok partili derken bugünde yeni arayışlar içindeyiz. Sihirli formül arayışı öyle karmaşık ki, sırf bir ideoloji mantığı ile tarihi vetireyi anlamak çok zor. Hâsılı bu konularda daha çok fikir eksersizi yapmaya ihtiyacımız var.
Vesselam.