MÜSPET MİLLİYETÇİLİK

MÜSPET MİLLİYETÇİLİK

ALPEREN GÜRBÜZER

Millet kavramının lügat manası gidilen yol demektir. Bu lügat manasından hareketle bu kavramın dini ve şeriat anlamı da söz konusudur. Zaten Kur’an-ı Muciz’ül Beyan’ın birçok yerinde, millet kavramı din ve şeriat anlamındadır, dolayısıyla Müslümanlar “Millet-i İbrahim’ kapsamına girer. Hâsılı Millet sözcüğü Kur’anda din anlamındadır, sonradan dini yönü göz ardı edilerek ulus anlamı yüklenmiş. Oysa Ulus bir inancı belirleyemez, sadece belli soydan gelenleri kapsayan bir sözcük görevi ifa edebilir. Geçen hafta Türklük sorunlu kavram mı? Başlığı altında yazımızda da belirttiğimiz gibi şayet bir kısım aydınlarımız bu tür kavramları kaynağına dokunmadan kullansalardı bu konuda problem çıkmazdı demiştik.
Millet kavramı gerek iman, gerek şeriat, gerekse sosyolojik yönünden tarif ettiğimizde bu kavrama ayrı manalar verildiğini görürüz. Şöyle ki; tutulan, gidilen yol manasına gelen Millet’e imanı açıklama yapıldığında ‘din’i manada tarif edilmiş olunur. Şayet fıkhı yönünden ele alırsak “Şeriat”, toplum açısından incelenirse bugünkü manada kullanılan ‘millet’ tarifiyle karşılaşırız. O halde orta yol bulmak adına millet kavramını toplumun objektif adı, manevi cihetiyle de sübjektif adıdır diye tarif edilebilir. Hatta maşeri vicdanın ve toplumun ortak noktalarda buluştuğu yola da millet diyebiliriz. Ancak müşterek noktalar kritik edildiğinde müspet de olabilir, menfi de.
Millet kavramını sosyolojik manada sınıflandırmaya tabi tuttuğumuzda şu kategoriler ile karşı karşıya kalabiliriz: Kitle, grup, ümmet ve millet vs.
Dini açıdan milliyet kavramını incelediğimiz de ise Bediüzzaman’ın ifadelerini esas alıp, yani Millet-i İslami’ye ve Millet-i Küfriye diye tasnif edebiliriz.
Kutsal kitap gönderilmiş milletlere ehli millet(kitap ehli) denilir. Kitap ehlinin her biri ayrı ayrı zikredildiklerinde ise yine kendine özgü milletler topluluğu karşımıza çıkar, tıpkı İslamiyet, Nasraniyyet ve Yahudiyet tasnifinde olduğu gibi.
Fakat Ehli Kitabın dejenerasyona uğramasından sonra, Kur’an; Kitap ehlini yani ehli milleti, Millet-i İslamiye’ye çağırmakla kalmamış, onları Hanif olan Millet-i İbrahim şemsiyesinin altında cem olmaya davet etmektedir. Yani, dinimiz ümmet şuuru içinde birlikteliği ön görmektedir. Dilde, fikirde birliktelik olabileceği gibi, din gibi büyük bir daire etrafında bir olmak da pekâlâ mümkün. Zaten dilleri, renkleri ve yaşayış biçimleri farklı olan milletlerin Kâbe etrafında halka oluşturarak kardeşlik şuuru içerisinde tek yürek, tek kalp olması bu durumu teyit ediyor. Kuran-ı Kerim; “Dillerinizin ve renklerinizin ayrı olmasında hikmetler vardır” derken buraya işaret etmektedir. Demek ki; ümmet kavramı, imanı kökten(fıtri) gelmektedir. Şöyle ki; farklı meşrep ve kimlikte olan toplumların, grupların, fertlerin, hatta değişik ülkelerden gelen insanların Kâbe etrafında hep birlikte ‘Lebbeyk allahumme lebbeyk’ demesi bu durumu ispatlamaktadır. Hac, ibadeti aynı zamanda İslam âleminin ortak paydalarda buluşabileceğinin (Büyük birliğin) en kalıcı adresidir. Ferdi manada imam(lider) ne ise, büyük topluluklara nazaran da ümmet de odur. Kur’an-ı Muciz’ül Beyan’ın Hucurat Süresin de; “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra, da birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık” buyurarak hem iç içe dairelerden oluştuğumuzu, hem tanışma esprisini, hem de sosyal dayanışma dediğimiz birçok alanda birlikte hareket etmemiz gerektiğini hatırlatmaktadır.
Her Toplumun kendi iç bünyesinde alt daireleri vardır. Bu durum çoğu kez dernek, kuruluş ve cemaatler olarak ortaya çıkar ve bunlar genellikle bir önderin etrafında teşekkül ederler. Nasıl ki, askeri teşkilatlarda, bölük, tabur, alay ve tugay gibi küçük alt birimden büyük birime doğru yapılanmalar var ise, beşeri planda da buna benzer büyük entegrasyonlar söz konusudur. Alt birimlerin varlığı sanıldığının aksine ayrıcalık değil, bilakis kendi aralarında münasebetlerin daha koordineli ve aralarındaki işlerin kolay kılınması açısından büyük birlikteliğe yol açmaya matuf birimlerdir. Milletin bünyesinde yer alan alt birimlerin bir arada olmaları birbirini inkâr manasında algılayamayız. Öyle mana vermeye kalkışırsak, yeryüzünde başka ırktan veya alt kimliğe sahip tek bir insan kalmayacak tarzda birbirimizi boğazlamamız gerekiyor. Bakın Bediüzzaman bu meseleyi nasıl izah ediyor, diyor ki: “- Şu ayet-i kerimenin (Hucurat Süresi) işaret ettiği tearuf ve teavün düsturunun beyanı için deriz ki: Nasıl ki, bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, ta takımlara kadar tefrik edilir. Ta ki, her neferin muhtelif münasebeti ve münasebete göre vazifeleri tanınsın, bilinsin, ta, o ordunun efratları, düstur-u teavün altında hakiki bir vazife-i umumiye görsün ve hayat-ı içtimaiyeleri adanın hücumundan masun kalsın. Yoksa tefrik ve inkısam, bir bölüm bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir.
Aynen öyle de, heyet-i içtimaiye-i İslami’ye büyük bir ordudur; kabail ve tavaife inkısam edilmiş. Fakat bin bir adedince ciheti vahdetleri var:
Halik’ları bir, Rezzak’ları bir, vatanları bir-bir, bir bir, binler kadar bir, bir...
İşte bu kadar bir birler uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktiza ediyorlar. Demek, kabail ve tavaife inkısam, şu ayetin ilan ettiği gibi, teasuf içindir, teavün içindir; tenakur için değil tehasum için değildir” (Mektubat-Said Nursi S.250–251))
Anlaşılan Bediüzzaman milliyet kavramını izah ederken; müspet milliyet ve menfi milliyet diye iki kategoride tanımlar. Batının içimize attığı truva atlarından biri de menfi milliyet tohumudur. Menfi milliyet kavramı bünyemizde yaptığı tahrifat sonucu Müslümanlar arasında birbirlerini düşman görme eğilimi doğmuştur. Kendi milletini üstün görüp, başkasını küçük görme diye de tarif edebileceğimiz menfi milliyet saplantısı büyük entegrasyona gidilen yolda en büyük handikabımızdır maalesef. Üstelik ırkçılık cereyanı bu üstünlük duygusundan beslenmektedir. Bu ırkçılık cereyanına Kur’an-ı Muciz’ül Beyan hamiyet-i cahilliye, unsuriyet ve kavmiyet olarak ifadelendirmektedir. İçice olan insanlık daireleri, birbirlerini imha etmek için değil tabiî ki, bilakis organize daireler halinde büyük daire oluşturmak için vücuda getirilmişlerdir. İç içe daireleri yıkmaya yönelik her hareket unsuriyet perverliği doğurarak ırkçılığı körüklemektedir. Ki; Allah Resulü (s.a.v.); “İslamiyet asabiyet-i cahiliyesi kesip atmıştır. Müslüman olduktan sonra, Habeşli bir köle Kureyşli bir efendi arasında hiçbir fark yoktur” beyan buyurmaktadır. Veda hutbesinde de üstünlüğün ancak ve ancak takva ile olabileceğine işaret edilerek milletlerin ilayı kelimetullah (Allah adını yüceltmek) için hizmette ve takvada yarışa teşvik etmektedir yüce peygamberimiz. Kısır çekişmeler, takva dışı birtakım suni şeyler için üstünlük taslamayı, kati suretle İslamiyet reddeder. Hâsılı milletin bağrında taşıdığı dairelerin var oluş gayeleri birbirini yok etmek için değil, tam aksine temel esas takvada yarıştır. Ebedi kardeşlik kavgayla mümkün değil zaten.
Emeviler, Emevi olmayanlara Mevali(azatlı köle) gözüyle baktıklarından dolayı ittihadı İslam’a sekte vurmuşlardır. Bu yanlış uygulamalara tepki gösteren Hz. Hasan (r.anh) İle Hz. Hüseyin (r.anh) Emevi kılıçlarına maruz kalarak şehit olmuşlardır. Emevi ırkçılığı her şeyin üstünde addedilerek İslami kardeşlik şuuru dışlanmıştır. İslami siyaset yerine menfi milliyet siyaseti izlenince, Arap asabiyetçiliği İslami devlet anlayışının yerine galebe çalmıştır. Diğer kavimleri Mevali görmek onları rencide etmiş ve İslam adaleti yerine milliyet-i adalet ikame olmuştur. İşte Hz. Hüseyin (r.anh.) bu durumu bozulma olarak görmüş, böylece mücadelesini rabıta-i diniye (dine bağlılık) üzerine tanzim ederek şahadet şerbetini içmiştir bu yüzden.
Menfi milliyet fikri her devirde çıban rolü üstlenmiş ve milletlerin helakine de yol açmıştır. Osmanlı’da son dönemlerinde yaşanan vahdet şuuru yerine ırkçılık cereyanına itilmesi çöküşünü hızlandırmıştır. Çünkü Devleti Aliye adeta kavimler haritasında müteşekkildi. Fransız ihtilalinden sonra hızla yayılan menfi milliyetçilik rüzgârları, Osmanlı içinde yaşayan farklı milliyetlerin kan bağına dayalı milliyetçilik heveslerini harekete geçirerek, büyük birlikteliğin dağılması sürecinin başlamasına sebep olmuştur. Irkçılık damarları kaynayan milletler Osmanlı’ya başkaldırarak birlikteliği baltalamış, derken beraber ağlayıp, beraber gülen ve her alanda birlikte hareket etmek yerine terkedilmişlik duygusu baş tacı yapılmış ve ardından çöküş de kaçınılmaz vaziyet almıştır. Nitekim artık bu gidilen yolda pişman olup, geriye dönüşte söz konusu olamazdı. Çünkü sosyolojik bir gerçek vardı ortada: Bağımsız milletler veya Ulus devletler gerçeği diye. Öyle ki dünya yeni bir çağın eşiğine gelmişti. Zira İmparatorlukların dağılması uluslaşma sürecin meydana getirmişti.
Madem vahdet(birlik bilnci) şuuru yok, o halde yapılacak olan müspet milliyet şuurunu milletlerin hafızasına yerleştirmek olmalıdır. Her ferdin milletini sevmesini hoşgörüyle makul karşılayıp, başka milletlere ateş püskürmeye ve kaba sözler sarf etmeye, düşman gözüyle bakmayı gerektirmeyeceğini cümle âleme ilan ederek dışımızdaki topluluklarla da işbirliği ve dayanışma içerisine girmek en akılcı yol olacaktır. Resulüllah (s.a.v.)’in, “Kişi kavmini sevmekle suçlanamaz” hadis-i şerifini bu anlamda değerlendirmeliyiz. İslami bir şuurla insanın milliyetine mensubiyet duygusuyla sevmesi müspet milliyetçilik olup, şayet ırk şuuru ile milliyetine sevgi beslenilirse menfi milliyetçiliğin kapısı aralanmış olacaktır. İslam adına her şeyi sevmek güzel bir meziyet, bunda kuşkumuz yok. Yunus Emre bu anlamda ‘Yaratılanı sev, Yaradan da ötürü’ diyerek buna işaret etmektedir. Her şeyin başı Allah Rızası duygusudur. Rıza-ı Bari için hem insanı, hem ailemizi, hem akrabamızı, hem milletimizi, hem de bütün İslam Âlemi’ni seveceğiz. Rıza-ı Bari dışında sevme duyguları, insanı kuru cihangirlik davasına iteceği aşikâr. Niyetimizi ‘ilahi ente maksudu ve rıdaike matlubu (Ya Rab! Maksadım sen, amacım senin rızanı kazanmak)çerçevesine oturtarak ila’yı kelimetullah ülküsünü ülkü edinebiliriz pekâlâ.
Müspet milliyet duygusunun çerçevesini Said-i Nursu Hz.leri şöyle çizer: “Şu müspet fikri milliyet, İslamiyet’e hadim olmalı, kal’a olmalı, zırhı olmalı, yerine geçmemeli; Çünkü İslamiyet’in verdiği kardeşlik içinde uhuvvet var; âlem-i bekada ve âlem-i berzahta o uhuvvet baki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavi olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kal’anın taşlarını kal’anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev’inden ahmakane bir cinayettir. (Mektubat, S.299 Sözler Yay.1981 İst) Bediüzzaman’ı Kürtçü ithamıyla küçük düşürmeye çalışan menfi milliyetçilerin feveranlarına rağmen, O farklı bir metotla Türk milletini överek hakkını teslim etmiştir: “İşte, ey ehl-i Kur’an olan şu vatanın evlatları! Altı yüz sene değil, belki Abbasiler zamanından beri, bin senedir Kur’an-ı Hâkim’in bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’an’ı ilan etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’an’a ve İslamiyet’e kala yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehacümatı def ettiniz. (Mektubat, Sahife 299–300)
Evet, müspet milliyetin ruhunu İslamiyet oluşturur. Farklı milliyetlere mensup milletlere; ‘inanıyorsanız kardeşsiniz” prensibinde birleştiren iksirin adıdır İslamiyet. Müslümanlar ayrı ayrı millet daireleri oluştursalar da İslamiyet çimentosuyla birbirlerine husumet duymamalı. Bir İslam Ülkesinde farklı milliyete sahip sayıca az Müslüman topluluklar çoğunlukta olan Müslüman milliyete eşittirler. Çünkü Müslüman Müslüman’a karşı azınlık addedilmez ve farklı muameleye tabi tutulamaz da. İslam’ın hâkim olduğu coğrafyada azınlık muamelesi sadece gayr-ı Müslimlere yapılır. Zimmîler bu ülkenin asıl vatandaşı olamaz, ama ırkı ne olursa olsun kelime-i şahadet getiren her Müslüman İslam ülkesinin aslı sahibidir. Bu yüzden Osmanlı asli unsurlara milleti hâkime demiştir. Soy sop faslı mevcut kimliklere üstünlük ve asliyet kazandırmıyor, asliyet ancak ve ancak Müslüman olmakla mümkün.
Velhasıl; gerçek milliyet şuuru veya milliyetçilik, İslamiyet dairesi içinde mecz olmuş ve İslamiyet’e hadim milliyet anlayışı esastır. Yani, İslami ölçülere ters düşmeyecek milliyet ve milliyetçilik şuuru kabulümüzdür.
MİLLİ ŞUUR
Biz; ‘’müspet milliyetçiliği’’ şiâr edi¬niriz. Avrupa’nın içimize attığı ‘’menfi milliyetçilik’’ tohumları bizi bağlamaz. İslâm’a köle ve hadim (hizmet) olmaya namzet bir milliyetçilik her zaman kabulümüzdür. Fransız ihtilalini müteakip tüm dünyada gelişen milliyetçilik akımları, batı’dan ithal olduğu bir sır değil artık. Avrupa’da kilise sultası sükûnet bulunca, milliyetçilik sahneye çıkıverdi. Avrupa’da dalga dalga yükselen milliyetçilik akımı kendi coğrafyamıza da sıçrayarak şemsiyemiz altında yaşayan mevcut kavimleri tahrik etmiş ve böylece Batı fırsattan istifade, menfi milliyetçilik Truva atını içimize konuşlandırarak Osmanlı’nın çöküşünü hızlandırmayı başarmışlardır. Gerçekten de bu durum bağrımızda yaşayan kavimlerin milliyetçilik reflekslerinin canlanmasına neden olduğu gibi, her birinin bağımsız devlet olma isteklerini de perçinlemiştir. Oysa Osmanlı’nın üç kıtada hükmet¬mesinin sırrı vahdet(Birlik) bilinci idi. Nitekim bütün ırklar vahdet şuuru içinde altıyüz sene bir arada yaşamayı başarmışlardı. Osmanlı çokluk içinde birliği sağlayan tek cihangir devletti çünkü. Maalesef, Batıdan toprağımıza sıçrayan menfi milliyetçilik rüzgârları bir anda ‘’birlik beraberlik’’ şuurunu silip süpür¬müş, netice-i itibariyle geldiğimiz nokta ise; Sakarya! F.Grenard; ‘’Osmanlı hiç bir zaman milliyetler zıddiyetini yaratmamıştır’’ diyerek, Osmanlı’nın uzun seneler bu şuurla ayakta kaldığının gerçeğini vurgulamıştır. Dolayısıyla Osmanlı; çeşitli kimliklere sahip azınlıkların birbiriyle bütünleşmiş ve aynı kilimin desenlerinin görüntüsü tarzında şekillenmiş topluluklardan meydana gelen cihanşümul bir devlet diye tarif edilebilir. Fakat bu birlik kilimi XIX. yüzyılda hızla yayılan menfi milliyetçilik rüzgârları sayesinde Osman¬lı’nın hem vahdet şuurunun hem de ümmet anlayışıyla çatışması sonucunu doğurduğu gibi sosyal bir hareket olarak milliyetçilik akımının ortaya çıkmasını sağlamış, böylece ortaya çıkan bu cereyan yeni bir devletin kurulmasına zemin hazırlayarak ulus devletin doğmasına yol açmıştır. Aslında değişen devlet değildi, yeni bir anlayış kalıbına geçişti sadece. Nasıl ki Osmanlı, Selçuklunun bir devamı idiyse, Türkiye Cum¬huriyeti de Osmanlı’nın bir devamı niteliğindedir. Dolayısıyla Cumhuriyeti Osmanlı’dan ayrı değerlendirmek abesle iştigaldir.
Anlaşılan Milliyet fikri tarihin derinliklerinde bir nüve, ortaçağlarda bir filiz, zamanımızda da doruğa ulaşmış bir akım olarak yoluna devam edeceğe benziyor.
Zira Milli Şuur, önceleri Ro¬ma’nın yıkılışı ve parçalanması sonucu meydana gelmiş, sonra Ortaçağ’da canlanmaya başlamış, Rönesans’tan sonra da hız kazanmıştır. Kelimenin tam anlamıyla, asri milletler, Ortaçağ’da Ro¬ma’nın parçalanmasıyla vücut bulmaya başlamışlardır. Yani bu parçalanmanın modern anlamda milletle¬rin doğmasıyla birlikte milliyet duygusunun doğmasına da vesile olmuştur diyebiliriz.
Orijinal bir Mısır kavmine, ancak antikite(ilk çağ) çağında rastlayabiliyoruz, fakat tam gelişmiş halde değil tabiî ki. İran ise o çağlarda bir dağınık manzara arz eder. Hakeza Akdeniz Avrupa’sında da Yunan, Atina ve Isparta gibi siteleri gör¬mek mümkündür. Bütün bu tohum veya site görünümü veren teşek¬küllerin ‘’asri millet” kimliğine kavuşması yukarda da belirttiğimiz gibi Roma’nın parçalan¬ıp dağılmasıyla gerçekleşebildi ancak. Görüldüğü gibi milli oluşumların yapılanmaları birden ansızın doğmamış, tarihi bir süreç içinde yavaş yavaş ortaya çık¬tığı anlaşılıyor.
Sebepler zinciri üst organizasyonların doğmasına yol açmıştır. Nasıl mı? Mesela Bizans’a ‘’Helenizm’’ şuuru veren en önemli etken, sürekli Türk, İran ve Araplarla karşılıklı yapılan savaşlar veya kendi aralarındaki mücadelelerdir. Bu savaşlar sayesinde İstanbul çevresinde milli şuuru halkası oluşabilmiştir. Demek ki; savaşlar bir noktada milli duygu¬ların perçinleşmesine sebep olabiliyor da. Nitekim İspanya sürekli Araplarla yaptığı savaşlar sonucunda milli şuur kazanabilmiştir. Hakeza yine İngilizlere şuur kazandıran ruh hali, Elizabeth’den sonraki devrede İspanyollarla yapılan savaşlar olup, bu savaşlar neticesinde İngiltere Kraliye¬ti doğdu nihayet. Demek ki her alanda sebep-netice ilişkisi esas olduğu gibi, mil¬liyet şuurunun gelişmesinde de sebep netice ilişkisi geçerli akçeymiş meğer.
Ortaçağ sonlarına şöyle bir göz gezdirdiğimizde Batının en medeni ülkesi İtalya’dır. Fakat XIX. asır sonlarında Venedik, Milano, Cenova ve Floransa arasındaki beliren iç kavgalar ve çekişmeler bu medeni yapıya gölge düşürmüş, derken bu ülkeleri birlik şuurundan mahrum bırak¬mıştır. Dante, bu gidişata dur demek için; ‘’Milli İtalya dili’’ tıl¬sımını ateşlemiştir kitlelere. Onun bu çıkışı yeniden milli şuur etrafında adımların atılmasını sağladı. Bu yüzden Dante, Batı klasiklerinin remzi ol¬muştur.
Almanlara da milli duyguyu veren olay; Romen-Cer¬men ihtilaflarıdır. Protestanlığın dirilmesinde önder olan Lut¬her’in İncil’i Almancaya çevirmesi de işin tuzu biberi olmuştur. Daha sonraki devrelerde ise milli duygular Nazizm’in ırkçılığına dönüş¬ecektir.
Bizimle birlikte yaşayan Balkan devletlerine baktığımızda; Bulgar ve Sırplara milli şuur veren hadisenin Osmanlı’nın Balkan savaşlarında istilaya uğra¬masından kaynaklandığını görürüz. Vahdet şuurumuz, Balkan devletlerinin birer birer ayaklanması ile milliyetler tezadına dönüşmüştür maalesef.
Fransız ihtilalinin neticesinde ‘’Hâkimiyet milletindir’’ prensibi doğmuş, bu slogan XIX. Asrın birinci yarısından sonra meyvelerini vererek Roma, Yunan, Sırbistan gibi tek çatı altında yaşayan ülkelerin bağımsızlıklarını elde etmelerini sağlamıştır.
Artık XIX. asrın sonlarına doğru iyiden iyiye, önceleri kıvılcım, sonra alev alan ‘’Milli Şuur’’ ruhu koca bir ateş meşalesi haline gelerek dünyanın gündemine girebilmiş, hatta milliyetçilik kavramı etrafında kürsüler kurulmasının yanı sıra, bu meşale bir fikir, bir akım, bir kaide ve kurallar manzumesi haline gelmeye başlamıştır. Milli devlet temaları dünya gündemine iyiden iyiye yerleşmiş ama daha sonraları dünya ölçeğinde gelişen küreselleşme dalgası milliyetçiliğin hızını azalttığı da ayrı bir vaka. Bu arada şunu belirtmekte yarar var; her ne kadar dünyada birtakım değişik adlar altında bloklar kurulsa da, asıl itici gücün milli şuur olduğu da gözlerden kaçmıyor. Çünkü oluşturulan paktlara katılan her ülkenin temsilcileri, katıldığı platformlarda önceliğini kendi ülke çıkarlarını hesaba katarak tavır sergiliyorlar. Oluşturulan birlikteliklere şeklen küreselleşme denilse de aslında iyi incelendiğinde özünde ülke menfaatlerinin ön planda tutulduğu anlaşılıyor.
Ümmet şuurunun en parlak birim olmaya yaklaştığı an ise ‘’Haçlı Seferleri’’ dönemidir diyebiliriz. Fakat bu ümmet bilinci, belli bir dönem itibarıyla sınırlı kalmış, yani millet kavramı kadar uzun uzadıya kalıcı olamamıştır. I. ve II. Dünya savaşlarında görülen ittifak, ya da itilaf adı altında bloklaşmalarının temelinde devletçilik şuuru hâkimdir. Çünkü bloklaşma ile bir araya gelen ül¬keler nihayetinde kendi âli menfaatleri denilen çıkar ilişkilerine göre savaşmışlardır. Kurulan ittifaklar belli bir amaca ulaştıktan sonra tekrar köylü köyüne, evli evine misali dağıldıkları gözlemlenmiştir. Nitekim Varşova paktı çöktü, diğerlerinin de uzun ömürlü olacaklarının garantisi yok, NATO ve AET gibi bloklar zaman içinde eriyebiliyor da. Bolşevik ihtilalinden sonra “sınıf şuuru” unutulmuş, yerini Rus milli menfaatleri almıştır. Zaten sınıf milletin bütünü değil bir parçasıdır. Öyle görünüyor ki, tarihin temel yürütücü birimi önümüzdeki yıllarda da milliyetçilik olacak gibi. Ama Ümit ederiz ki milliyetçilik şovenliğe dönüşmez. Şu günlerde global ve evren¬sellikten dem vurulsa da, evrensellik her nedense hep şekilde kalıyor, asıl niyet ve içgüdü kanaatimce milli menfaatte odak¬lanıyor galiba.
Batı cenahında böyle olurken, acaba doğu nasıl durumda derseniz; mesela Araplar ve Berberiler, dünyanın gidişatının tam tersi bir görünüm veriyorlar. Nasıl mı? Şöyle ki; söz konusu ülkeler Millet olma şuuruna erişemediklerinden bölün¬müşler ve şu isimlerle anılmaktalar:
—Şeyhlikler, Krallıklar, Emirlikler, Cumhuriyetler vs. diye. Her ne kadar tarihte Arap dünyasında görülen kabile çatışmalarını mil¬liyet çerçevesinde değerlendirilmese de, Emeviler’de görülen Mevalilik, yani Emevi dışındakilerin azadlı köle görme düşüncesi, bir nevi ırkçılık hareketi olarak değerlendirilebilir pekâlâ. Öyle ki, Emeviler iba¬detlerde bile, Emevi imamın arkasında namaza durulur esası ge¬tirmişlerdir. Oysa dinin milliyeti, ırkı olmaz.
Savaşların tek başına milliyetçilikten kaynaklandığını söylemek de yanlış olur. Böyle olsaydı savaşlardan önce milli oluşumların olması gerekirdi. Ama şunu söyleyebiliriz; milli şuur ve milliyetçiliğin doğuşunda savaşların büyük bir rolü olduğu muhakkak. Şu bir gerçek tarihin derinliklerine indiğimizde site kavgalarında bile aynı kavmin şehirleri birbirleriyle mücadele içinde oldukları görülecektir. Hakeza din savaşlarında aynı soy içinde kan davaları söz konusuydu. O tarihlerde milliyet kavramı yoktu, ama insanlar çeşitli bahaneler ve sebeplerle savaşıyorlardı. Savaşlara neden olan amiller ne ise, dinleri, dilleri ve daha sonraları milliyetçiliği doğuran sebepler de aynıdır. Allah’ü Teâla (C.C.) her şeyi bir sebebe bağlamış çünkü. Tıpkı bulutu yağmura vesile kıldığı gibi. Zira Hiçbir şey gökten zembille inmiyor. Milliyetçiliğin zıddı, elbette ki emperyalizm olgusudur. Emperyalizm dallanıp budaklandıkça aynı oranda milliyetçilik de gelişecektir. Her iki unsurda birbirlerinden beslenen yapışık ikizlerdir adeta. Türk halkının Kurtuluş savaşını zaferle noktalamasının altında yatan gerçeklerden biri de, azgınlaşan emperyalizme karşı verilen tepkilerin oluşturduğu engin ruhtur. Milli Kurtuluş mücadelesi aynı zamanda ulus devletine geçiş olup bir anlamda milliyetçiliğin dirilişidir. Bugün devletimiz Milli mücadelenin zaferi neticesinde milli karakter kazanmıştır. Elbette milliyetçi olacağız, ama bizim milliyetçilik anlayışımız, başka milletlere zulüm, baskı ve sömürmek manasında olmayacak asla. İstesek de ırkçı olamayız, çünkü sevgi denen iksir genlerimize işlemiş. O halde Milliyetçilik kavramını şekilcilikten çıkarıp öz manada, yani Bediüzzaman Said-i Nursinin dilinde; ‘’müsbet milliyet’’ adını alan milliyetçilik tarifini esas almalı.
Şu da bir gerçek; dünya üzerinde ne kadar millet varsa bir o kadar da millet tarifi yapmak mümkündür. Şöyle ki;
—ABD: Anayasa’ya bağlılık ve Amerikan vatandaşlığı ilkesini esas alarak,
—İsveç: Ortak vatan, ortak tarih ülküsünü şiar edinerek,
—İsrail: Din ile beslenmiş İsrail idealini savunarak,
—Hindistan: Kozmopolitlik manzara içinde bir arada yaşama amacını taşıyarak,
—Fransız: Kültür birliği etrafında bir arada bulunmak olarak,
—Alman: Soy birliğine önem vererek,
-İrlanda: Soyu esas alarak tarif yaparlar. Hâsılı mensubiyet şuuru her ülkenin kendi ortak paydalarında buluştuğu noktalarda meyve verebiliyor. Görüldüğü gibi her millet kendi menfaatine ve çıkarına uygun tarifini yapmaktadır. Bunda da haklıdırlar. Çünkü milletler ancak ortak paydalarda bir arada durabiliyorlar. Bizim Türk Milleti olarak diğer milletlere nazaran avantajımız, daha çok ortak paydalarımızın olmasıdır. Coğrafyamızı da bir takım etnik alt kimliklerin olması millet olmamıza gölge düşürmeyecektir, bilakis etnik ayrılıklar ayrılık sayılmaz bir bütünün, yani millet olmanın zenginliğidir. Etnik ayrılıklara farklı gözle bakmamalı ve bir milletin zenginliğini ortaya koyan unsurlar olarak telakki edilmelidir. Etnisiteleri durduk yerde kaşırsak o zaman problem var demektir. Her şey kendi mecrasında, doğal akışına bırakmakta sayısız faydalar var. Yetmiş iki millete aynı gözle bakan bir necip millete de bu yakışır zaten. Çünkü hepimiz aynı kilimin desenleriyiz. MİLLET KAVRAMI VE ÜMMET

Ana baba ve evlat bir arada ‘’aileyi’’, ailelerin bir araya gelmesiyle ‘’Oymaklar’’, oymakların birleşmesiyle ‘’kavimler’’, kavimlerin ge¬nişlemesiyle ‘’imparatorluklar’’, imparatorlukların dağılmasıyla da ‘’milletler’’ meydana gelir. Arapçada ‘’millet’’ kavramı ‘’melle” kökünden gelip, birçok manalar ihtiva etmektedir; —İzlenilen yol,
—Sünnet,
—Şeriat,
—Tarikat,
—Esas,
—Din vs.
Birde “Ümmet” kavramı vardır ki, bu kavram Kur’an-ı Kerim’de birçok anlamlarda kullanılmıştır:
—Kavim anlamında,
—Topluluk,
—Sayılı yıllar,
—Hayvan türleri,
—Akrabalık bağları,
—Ortak paydada birleşen insanlar vs. Bugün sosyolojik olarak kullanılan ‘’Millet’’ kavramı daha çok İslâm toplumunun objektif adı, ümmet ise sübjektif adıdır. Arapça birçok manalar içeren ‘’millet’’ kavramı ile Kuran’da değişik manalara gelen ‘’Ümmet’’ kavramı günümüz kriterlerinden çok farklı. Gelinen noktada Hıristiyanlığın hayattan ayrı düşünülmesi, bir Hıristiyan milletinden değil, ancak Hıristiyan cemaatinden söz edilebilir ancak. Çünkü Batı ‘’Sezar’ın hakkı Sezar’a, İsa’nın hakkı İsa’ya’’ beyanıyla dini devletten soyutlanmıştır. Bu tutum tabiî ki millet olmaya manidir. Oysa İslâmiyet hayatın bütün alanına hükmünü koyduğu gibi, devletle ilgisi olması bakımından dolayı millet olma vas¬fını da inkâr etmez. Fakat burada İslâm’a milli bir veçhe verdiğimiz anlamı çıkmasın. Baştan da belirttiğimiz gibi Millet kavramı sosyolojik manada kullanıldığı müddetçe, İslâm toplumu¬nun dış görünüşü ile alakadar bir kavram özelliği kazanacak, iç muhtevasını da ancak ‘’ümmet’’ kavramı oluşturacaktır. Şurası unutulmamalıdır ki; tarihe, dine ve birçok mukaddes değerlere kapalı olarak tarif edilen ‘’Millet’’ kavramı, İslâm toplumunun ka¬bulü olamaz. İslâmiyet; toplumların ilişkileri açısından ‘’Millet’’ gerçeğini inkâr etmez, bilakis Allah’u Teâlâ; “Sizleri bir erkek¬le bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışasınız diye şubeler ve kabilelere ayırdık’’ (El-Hucuret Suresi ayet 13) diye beyan buyuruyor.
Dinimiz Cihanşümul olup, bütün insanlığa şamil. Dolayısıyla bugünkü manada millet kavramını ancak toplum ilişkileri açısından bir unsur olarak değerlendirilebilir. Nitekim İbn-i Haldun; ‘’Kavim ve nesillerin başkalığı ve çeşitliliği onların geçinme ve şekil usullerinin birbirlerinden farklı olmasın¬dandır’’ beyanıyla bu durumu teyit eder adeta. Hâsılı; İslâm toplumunun dış kabuğunu millet, iç kabuğunu da ümmet oluşturur. Millet, bir cemiyet birimi olup, aynı zamanda bağrında ‘’men¬subiyet şuuru’’nu da taşır. Ümmetin ruhunu ise ‘’din birliği’’ kapsar. ‘’İna¬nanlar kardeştir’’ düsturu, aynı zaman da ümmetin tarifidir. Yine bir başka meselede‘’siyasi ümmet’’ kavramıdır. Ki bu kavram tek dil, tek bayrak, tek coğrafya içerir ki bu bizim kabulümüz olamaz. Çünkü dinimiz; ‘’Renklerinizin ve dillerinizin birbi¬rine uymaması Allah’ın ayetlerindendir (Er-Rum /12)’’ buyurarak mil¬letlerin varlığını reddetmiyor. Her nedense farklı farklı cemaatlerin varlığı kabul edilirde iş millet olmaya geldiğinde neden kabul edilmez doğrusu anlamış değiliz. Üstelik İslâm’a engel teşkil eden bir durumun ortada olmamasına rağmen.
“El-Hucuret Suresi ayet 13’’ de belirtilen insanların kabileler halinde yaratılmasında ki hikmetler şunlardır:
—Nesebi korumak, akraba ilişkilerini ve sıla-i rahimi güçlendirmek.
—Kabileler arası dayanışmayı ve tanışmayı sağlamak ve aralarında sevgi bağları oluşturmak.

-Toplumlar arası yarışta üstünlüğün maddi ilişkilerde değil, takva da olabileceği şuurunu kazandırmak.
-Bütün toplumların ortak atadan, yani aynı baba (Adem) ve aynı ana (Havva)’dan geldiğinin bilincinin verilmesi vs.dir
İslâm, görüldüğü gibi, kabileleri, kavramları ve daha ileri gelişmiş şekli olan millet kavramını dışlamaz, bilakis milletlerin İs¬lâm’a hizmet yarışında, din şuuru (ümmet) içinde tanışmasını ve dayanışmasını öngörür. Elbette milli din tezine karşıyız. Çünkü İslâm, herhangi bir milletin kabuğuna girecek kadar dar bir din değildir. Dinimiz evrensel ve Cihanşümul’dur. O’na milli özellik vermeye kalkışmak hatadır. Milletlerin İslâm’a ihtiyacı var, İs¬lâm’ın değil. Allah(C.C.) bu dini en güzel şekilde tamamladı ve kıyamete kadar koruyacak olan da yine O’dur. Millet kavramı ile ümmet mefhumunu karşı karşıya geti¬ren bir takım basiretsiz insanlar, millet ve ümmet kavramlarına değişik manalar vermişlerdir. Şöyle ki; ‘’İnananlar kardeştir’’ ilkesini, Müs¬lümanların tek dil, tek bir devlet çatısı altında algılayıp, ‘’Siyasi Ümmetçiliğe’’ dönüştürdüler. Oysa bugün dünyada dört dörtlük İslâm devleti¬nin varlığından söz edemeyiz ki; Siyasi İslâm birliğinden de bahsedile¬bilsin. Bizim İslâm birliğinden kastımız “siyasi ümmetçilik” olma¬malı. Müslüman devletlerin kendi aralarında ekonomik, sosyal, kültürel vs. alanlarda işbirliğine gitmesi ve bu yolda birliktelikler kurması bizim tasvibimizdir. Hıris¬tiyan ülkeler, nasıl ki milli yapılarını bozmadan ekonomik, sosyal ve kültürel işbirliği içinde bloklar kuruyorlarsa, pekâlâ biz de, İslâm ülkeleri ile hemen hemen her alanda entegre olmaya ve örgütlenmeye gidebiliriz. İşte bizim İslâm birliğinden anladığımız budur. Bizim ne Nasr’ın millet anlayışı, ne Mısır ve Arap milliyetçi¬liği, ne de Baas ırkçılığını esas alan ‘’millet’’ düşüncemiz var. Öte yandan bir kısım “İhvan-ı Müslim’in” ve “Ezharliler” in savunduğu gibi de, siyasi ümmetçilik bizim kabulümüz değildir. Tüm Milletlerin ‘’İnananlar kardeştir’’ şuuru çerçevesinde İslâm’a hadim olmalı(hizmetkâr), hâkim(egemen-temsilci) ol¬mamalı. İşte bizi; Nasır, Baascılardan ayıran İslam’a ‘’hadim’’ (hizmetkârlık) olma duygusudur. Millet asla, İslâmiyet’in yerine geçe¬mez, geçmemeli de. Ancak O’na hizmet etmekle mükelleftir tüm ülkeler. Mensubiyet şuu¬runu inkâr eden bir kısım İhvan-ı Müslim ve Ezherliler gibi siyasi ümmetçiler millet gerçeğinden kaçmakla hata ediyorlar. Birlikte¬lik, ancak ortak paydalarda buluşmakla mümkün, İslâm ülkeleriyle en bariz ortak pay¬damız ‘’din’’ birliğidir. Din olgusu, sınırların kalkmasını, bayrak¬ların indirilmesini, dillerin iptalini, kültürünün kalkmasını gerektirmez. Bilakis bu farklılıkların İslâmi şuur içinde tüm Müslüman halklarına zenginlik getireceği muhakkak. Müspet milliyet anlayışımız, İslâm’ın ışığı çerçevesinde millet olmayı yeğler, dinin milli şuura engel olmadığını kabul eden bir görüşü savunuruz Velhasıl; Men¬subiyet duygusu bizi yerel ve milli bilincine, ümmet duygusu ise bizi din kardeşliği şuuruna götürür. Her ikisi de gerekli diyoruz. Nitekim bir aydınımızın soyunu inkâr eden soysuz, dinini inkâr eden dinsizdir sözü bilmem meseleyi izah etmeye yeter mi? Fakat bu cümleden hakaret anlamı çıkmasın, soyunu inkârla soysuzluk kimliğine rızalık, dini inkâr etmekle ateist kimliğini kabullenmek olarak algılanmalı.
Vesselam.