MANEVİ VE SOSYAL ADALET

MANEVİ VE SOSYAL ADALET

ALPEREN GÜRBÜZER

Kin, nefret, şiddet hiçbir zaman dünyamıza adalet getiremedi, getiremez de. İşte geçmişte Bosna, işte Çeçenistan ve daha nice insanlık dışı katliamlar, gözümüzün önünde cereyan eden her biri birer kanayan yaralarımız, maalesef ‘’Yenidünya düzeni’’ gibi moda sloganların içi kanla dolu. Hümanizm gibi yıldızlı kavramlar cellâtlıkmış meğer. 21.yüzyılın eşiğinde gelinen nokta, pek de iç açıcı değil. Rejimler, iktidarlar, kitlelerin haklı taleplerinin önüne geçtikçe, fanatizm daha da güç kazanmakta. Batı, ortaçağın karanlık engizisyon ve giyotinli uygulamalarını terk edip, sosyal adaleti kavramaya başladığı anda davayı kazanmayı başarabilmiştir, ama aynı duyarlılığı kendi dışındaki topluluklara karşı zulümlere vardıracak kadar noktalara taşımasıyla birlikte onları öteki görme ikilemi arasına düşmüşlerdir.
Bir başka ikilem hali ise, ülkemiz içerisinde toplum mühendisliğine soyunanların ortaya koyduğu tabloda görülecektir. Oysa İki dere arasında olmak çoğu kere ülkemiz için sancılı olmaktadır. İlim adamları yaşadığımız bu sancılı evreye “geçiş süreci” diyorlar bu yüzden. Geçiş sürecinde yaşadığımız sıkıntılar genellikle ; ‘yerellikten milliliğe dönüşememek, millikten evrenselliğe sıçrayamamak gibi süreçlerin yansımaları söz konusudur. Dünya geçte olsa farklılığın veya eşitsizliğin özgürlük olduğunu anlayabilmiştir, ama Türkiye henüz bu düzeyi yakalamış değil. Yakın zamanlara kadar özdeşliğin veya eşitliğin, adalet olduğu biliniyordu. Oysa özdeşlik veya eşitlik totalitarizm demektir. İnsanlık bugün anlamaya başlamış olsa dahi, Kur’an-ı Mu’ciz’ül Beyan çok önceden; ‘’Yoksa onlar Rabbinin rahmetini mi paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların maişetlerini biz paylaştırdık. Birbirlerine iş görmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır’’(Zuhruf Suresi, ayet 52) ayetiyle insanlar arasındaki farklılığın olabileceğine dikkat çekmiştir. Yani, Fransız sağının 1968’de sunduğu öğretiyi Kur’an çok daha önceden bildirmiştir. İslâmiyet açıkça, sosyal farklılıkların, mesleki tabakalaşmanın varlığını kabul eder. Allah-ü Teâlâ, farklı işlere karşı kabiliyet ve istidatları yaratmış, beş parmağın beşi bir olmadığı gibi, toplumun da tek düze olamayacağını gözler önüne sermiştir. İnsanların farklı kabiliyet ve istidatlarından, ister istemez rızık farklılığı doğmaktadır. Demek ki Marksistlerin tam eşitlik, ya da herkese aynı derecede eşitlik paylaşım ilkesi ütopikmiş meğer.
Sosyal adaletsizliğin ve fırsat ve imkân eşitliğinin olmadığı toplumlarda, insanlar sefalette ortak olmayı tercih edeceklerdir. Nitekim kitleler; ‘’bir kısmımız zengin, büyük bir kısmımızın fakir olacağına, hepimiz fakir olalım’’ duygusuna kapılacaklardır. Böyle duygu yüklü kitleleri fanatizmin kucağına itme ve provoke etmek çok daha kolay olacaktır. Yapılacak olan tek şey, sermayenin tabana yaygınlaştırılması, tekelleşmenin önüne set geçmektir. Bu konuda Kur’an’da, ‘’Ta ki o mal sizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet olmasın’’ uyarısını yaparak, insanlığa gerçek sosyal adaletin yolunu göstermektedir. Kuvvetsiz adalet aciz, adaletsiz kuvvet zulümdür sözü çok yerinde anlam yüklü bir ifade. Adaletin en büyük kuvveti ve desteği hukuki kurallardır. Hukukun ve devlet hâkimiyetinin olmadığı zeminler, kaygan ve girifttir. Hukuki temellerden yoksun adalet aciz, adaletle bağdaşmayan hukuki ilkelerde zulme eşdeğer olarak kabul görmektedir. Hukuk yazılı normları ile toplumu düzene sokar ve haklıyı haksızı ayırır sadece. Ama hangi hukuk? Ancak adaleti yapan hukuktur. Bir kimse şiddete maruz kalan fertlerin cezalandırma hakkını kendisinde göremez. İhkak-ı Hak ilkel çağlara mahsus uygulamalardır. Bu bakımdan İslâm, ‘’çöle inen nur’’ olarak tecelli ederek insanlığa kurumlaşmayı ve adaleti getirmiştir. Dinimiz İhkak-ı Hak’kı tasvip etmeyerek, suç işlendiğinde devletin hakemliğinde hukukun işlenmesini öngörmüştür. Resûlüllah (S.A.V.)’in ‘’Bir yerde kötülük gördüğünüz zaman elinizle, gücünüz yetmiyorsa dilinizle, dilinizle de gücünüz yetmiyorsa kalbinizle buğz ediniz...’’ hadisi şeriflerini ehlisünnet âlimleri, elle müdahalenin devlete ait olduğunu, dille âlimlerin, kalple buğz etmenin ise avam’ın yapabileceğini beyan buyurmuşlardır. Demek ki, her kesimin kendi içinde hukuku mevcut. Devlet devletliğini bilecek, âlim bilgiyi konuşturacak, avam ise haddini aşmayarak kalbi ile kötülükleri kınayacak. Toplumda sosyal adalet ancak bu dengeleri korumakla mümkündür. Aksi takdirde ortamda kargaşa hâkim olabileceği gibi, önü önlenemez şiddet ve anarşizm kol gezecektir. Onun için adalet şart diyoruz. İnsanlar, önce iç dünyalarında adaleti tesis edecek, daha sonra da sosyal adalet uygulama isteme hakkını elde edecek. Bu şartları gerçekleştirmediğimiz müddetçe sosyal hayatta kalıcı adaleti kuramayız. İnsanlığın özlediği adaleti yakalamak için, hem manevi adalet, hem de sosyal adaleti gerçekleştirmek gerekiyor. Sözün özü, adalet her şeyin (mülkün) temelidir.