HALK BİR DAĞ KADAR SESSİZ

HALK BİR DAĞ KADAR SESSİZ
ALPEREN GÜRBÜZER

Malum olduğu üzere I. dünya savaşından sonra İngiltere’nin hâkimiyeti kalkınca sahnede Amerika baş aktör olarak yerini aldı. Amerika güç olunca ister istemez sırasıyla monarşistleri, faşistleri ve sosyalistleri sildi haritadan. Rakiplerini hızla darmadağın eyleyen ABD dünyanın tek kutuplu, tek jandarması konumuna gelince bu sefer de hedef büyülterek yeşil kuşak diye adlandırıdığı fay hattına odaklandı. Bu arada eskisi kadar savaş olmadığı için devlete bağlı askeri sektörlerin işleri sekteye uğramış olsa gerek ki, kara kara düşünmeye başladılar. Askeri cenahda manzara bundan ibaretken sivil güçler tam tersi güçlendi, dolayısıyla bunun getirisi olarak ister istemez küresel ekonomik güçlerin ortaya çıkmasına şahit oldu dünyamız.
Ortaya çıkan bu yeni tabloda sınırların bir anlamı kalmadığı gibi, milliyetsiz ekonomilerin sermayesi adeta George Soros’un şahsında bütünleşti. George Soros bilindiği üzere devletin küçülmesi gerektiğini savunan adam, hakeza kapalı topluma reddiye döşeyen biri. Bu gerçekler ışığında milliyetsiz ekonomiler ile milli ekonomiler arasında gerilimin çıkması kaçınılmazdı, zaten öyle de oldu. Küresel sermaye mütemadiyen biryandan milli ekonomileri çökertmek için ülkeler arasında balans ayarları yaparken, diğer yandan da önceden planlanan stratejilerini yürütüyorlardı. Öyle ki; yeni sisteme, yani küreselliğe ayak uyduranlar ödüllendiriliyor, uymayanları ise ülkeleri içindeki karışıklıklar çıkartılarak problemleri ile yanlızlaştırılıyorlardı.
Birinci dünya savaşı aslında Osmanlı’yı yıkmak için planlanan bir savaştı. Ortadoğuda yaşayan topluluklar Osmanlı şemsiyesi altında uzun yıllar huzur ve barış içinde yaşamışlardı. Ne zaman ki, beyaz adam bu topraklara ayak basmaya başladı kan hiç eksik olmadı bu coğrafyada, hala da bu alanlar kanayan yara olmaya devam ediyor da.
Osmanlı’dan sonra Türkiye’nin konumu ise statükocu prensiplerine göre planlanmıştı. Eğer Osmanlı’nın bakiyesi Türkiye bertaraf edilirse Ortadoğu’yu kontrolü çok daha kolay olabilirdi. Öyle de gerçekleşti. Zira böl - parçala - yut politikası gereği adına kabile diyebeliceğimiz topluluklardan bir sürü devletçikler oluşturuldu. Amerika işi daha da garantiye almak adına İsrail üzerinde bu bölgeyi kontrolünü sağlamaya devam ediverdi. Yani balans ayarlamalarında gelinen noktada 1979 İran devrimi ve ardından Afganistan işgali derken ABD’yi ister istemez Büyük Ortadoğu Planına sürüklemiştir. Nitekim ülkemizde gerçekleştirilen 80 darbesi de bu planın bir ayağı idi aslında.
Oğul Bush, Saddam belasından bu bölgeyi kurtardığını övüne dursun, o ikinci Vietnam sendromunu yaşadığını derinden hissettikçe uykuları kaçıyor daha şimdiden. Amerikada seçimlerin iyiden iyiye yaklaştığı dönemde Bush’un Irak’a girmekle hata yaptığını itiraf etmek zorunda kalsa da artık çok geç, son pişmanlık fayda vermez. O topraklardan geri dönse bir türlü, dönmese bir türlü, değneğin iki ucu da hem kirli hem de sivri çünkü. Alın yazısında nevarsa her devletin son demlerinde başına gelebilecek akıbet ABD içinde geçerli akçe, bu böyle biline.

İÇ AHVALİMİZ

Dünya ölçeğinde ahvali durum bu iken, Türkiye dış politikada; Yurtta sulh cihanda sulh prensibi doğrultusunda istikrardan yana bir politikayı tercih etmiştir hep. Suya sabuna dokunmayan bu polilitikalarına ilaveten yapay uluşçuluk girişimleride bu işin tuzu ve biberi oldu tabii.
Bu ulusal politikalarla gerçekten hem içte hem de dışta barış rüzgârları esti mi acaba? Estiyse ne ala, esmediyse bu söylenen güzel sözün sloganlıktan öte hiçbir kıymeti harbiyesi olamayacağı muhakkak. Oysa çağdaşlık adına tavandan tabana halka dayatılan elbise dar geldiğinden birliği ve dirliği bugüne kadar ülkemizde temin edilemedi, ya da bilinçli bir şekilde sürekli kaosun devamı tercih edildi. Şayet içte birlik ve beraberliği gerçek anlamda sağlanabilseydi Özal’ın ifadesiyle 21. yüzyılın Türk asrı olması kaçınılmazdı.
Dış güçlerin kendi aralarında kıyasıya mücadelelerine rağmen, Türkiye hep mercek altında tutulan bir ülke olmaya devam ediyor ve devam edecekte. Türkiye’nin kıymeti etkisinden değil tarihi misyonunu da arkasına alarak kendiliğinden kaynaklanan birikmiş potansiyelinde. Aynı zamanda artı avantajımız kıtalar arası geçiş yolları üzerinde köprü konumunda bulunmamızdır. Dolayısıyla tarihi misyon, jeopolitik ve stratejik önemi büyük olan bu güzel ülkemizin uluslar arası arenada hiçbir zaman es geçilmesi söz konusu olamaz. Bu yüzden dış güçlerin kendi aralarında tek ortak paydaları: Türkiye, yani ülkemiz üzerindeki bir takım hesap ve çıkar müşterekliğidir. İşte, zaman zaman ayağınızı denk alın dercesine terör silahı ile ülkemize ayar çekilmesinin nedeni bu ortak ilişkilerde gizli.
90’lı yıllarda ülkemiz sadece pazar kavgası veren güçlerin rekabetine sahne olmadı, aynı zamanda PKK ile başımız ağrıtıldı sürekli. Ve elimize PKK kartı verilerek ‘al oyalan’ denildi adeta. Hala da bu süreç, bu oyun devam ediyor da.
Önümüzde iki kavşak noktası var; ya yeniden yapılanmanın gereklerini yerine getireceğiz, ya da dünyanın geldiği noktadan ve anlayışından yoksun kalıp, statükoculuk
çukurunda debinip duracağız. Demir perde ülkeleri bile değişimin gereklerini yerine getirerek gelişme trendine girdiler. Macaristan Avrupa Birliğine girme aşamasında. Bakın Adolf Hitlerin baskıcı Almanyası bile artık demokrasinin merkezi. Biz hala yerimizde sayıyoruz, vesayet demokrasisi ile bir yere varmamız mümkün gözükmüyor, illa da olur derseniz bunun adı demokrasi değil diktatörlüktür. O halde yalana, talana ve halkı yaldızlı laflarla kandırmaya gerek yok, yaşadığımız demokrasi yutturmasıdır sadece. Gerçi son yıllarda Kopenhag kriterleri ileri sürülerek gerçekleşen değişim ve dönüşüm rüzgârlarının Turgut Özal’dan sonra yeniden yeşermeye başlaması ümit veriyor bizlere. Ülkemizin üzerini kaplayan karabulutları bir bir çekildikçe gelecekten ümit varız, ümit varda olmaya mecburuz. Çünkü bu ülke hepimizin. Tayyip Erdoğan dönemi ile Türkiye yeniden kabuğundan çıkmaya başlaması ve sessiz dönüşümün (sessiz devrim) gerçekleşmesi bu ümidimizi tazeliyor. Fakat şu günleri oligarşik güçler yeniden işbaşındalar, illegal faaliyet gösteren BÇG (Batı Çalışma Grubu) yerine CÇG (Cumhuriyet Çalışma Grubu) var çünkü. Şimdilerde ise Ergenekon çetesi başımızı ağrıtıyor.
Kürtlerin Saddam’ın yokluğundan istifade ile Kuzey Irak kaynaklı terör yükselişe geçtiği gözlerden kaçmadığı gibi, senelerdir kangrenleşmiş problem olarak önümüzde duruyor. Mahir Kaynak uzun yıllardır PKK’nin eylemleri karşısında halkın tavrını şöyle özetliyor: Halk birdağ kadar sessizdir. Halktan duyduğumuz ses, sizin verdiğiniz sesin yankısıdır.
Bu veciz ve son derece anlam yüklü satırlardanda anlaşıldığı gibi; Millete rağmen yeni bir ulus inşa etme girişimleri neticesinde halk maalesef birdağ kadar sessiz. Çünkü onu yok sayarsanız, halk da sizi yok sayar, hatta sırra kadem basar. Milletimizin sükût hali sonderece deruni, bir o kadar da sessizliğinin içerisinde bilmediğimiz nice ince mesajlar var, ama anlayan anlıyor ancak. Bunca medya bombardamınına rağmen bir türlü yönlendirilmeyen kadim bir halkımızın varlığı kimi çevrelerin canını sıksa da durum vaziyet bu, alışmak zorundalar, korkunun ecele de yararı yok zaten. Yıllardır PKK’nın cinayetleri karşısında halkımızdan beklenen tepkinin bir türlü gelmemesi onları inceden inceye düşündürüyor, düşünmeleri devam edecek gibi de.
Perde arkasında neler var, neler yok diye irdelemeyi belkide tasavvufi kültüre borçluyuz. Bu kültürün verdiği basiret yanımız olmasa sloganların pekâlâ esiri olabilirdik. Herşeyin görünen yüzü ile karar kılsaydık toplum mühendisliği projelerinin oyuncağı, ya da maşası olabilirdik pekâlâ. Yıllardır Türkiyede yürütülen ve sahne alan alışık olduğumuz filmi izleye izleye, perde arkası aktörlerin varlığının olabileceğini geçde olsa kavrayabildik bu sayede. Seyrettilen filimler ve senaryolar bize gösteriyor ki; kırılgan fay hattı olan ülkeyiz, aynı zamanda terörürün eksilmediği coğrafyanın insanıyız.
Tasavvuf kültürü insanımıza belkide en çok feraset ve basireti kazandırdı. Bilinenleri değil bilinmeyenleri öğretti, perdenin önü olduğu gibi arkasınında olabileceğini gösterdi halkımıza. Halkımız tasavvufun öğreti sayesinde lisanı hal ile sanki ‘Sükûtumuzdan mana çıkaramayan sesimizden hiçbirşey alamaz’ diyor adeta. Kimbilir yıllarca hor görülmüşlüğün, adam yerine konulmamanın sessiz tepkisini ilgisizliği ile sergiliyor bu tavrı. Belki de beraberce yürüdükleri bu topraklarda bir zamanlar kardeş bildiği, kız verip kız aldığı, omuz omuza cepheden cepheye seferber olduğu Kürt, Laz, Çerkez vs. kardeşleriyle arasına ayrılık tohumlarının ekildiğini hisseder gibi. ‘Kahrolsun..’ gibi sloganik söylemlere eşlik etmemesinin derin anlamı bu olsa gerektir.
Halkın hala dağda üç beş çapulcu diye nitelendirilen örgütün üstesinden gelinememesini anlamış değil belkide. Özel Harekâtın asli görevinin dışında masabaşı işlerinde görevlendirilmesine şaşmış da olabilirler, ya da birinci tehlikenin irtica olduğunu cümle âleme ilan edip, PKK’nin geri planda bir tehlike olduğu nitelemesine de canı sıkılıyor olmuşta olabilir. Bütün ihtimaller dâhilinde bu deruni sessizlik şifresini çözmek için uğraşa duralım halk inatla, ya da ne hikmetse sessizliğini bu konuda sürdürmektedir. Hepsinin ötesinde bu vatanın Kuvay-i Milliyecileri hep bizmi olacağız, biraz da seçkin ve elitist tabakanın çocukları şehit olsun dercesine sessizliğe bürünmüş haldeler. Her halükarda yine de bu sessiz mesajlardan hoşlanmayan derin güçlerin; ikide bir neden bu kadar tepkisizsiniz diye sitem etmesini de doğrusu anlamış değiliz.
Bu hengâmede akıl dolusu manevralar yapılmazsa belki de bu şalvoyu kolay kolay atamayabiliriz. Çok uğraşılar ve gayretlere rağmen etnisiteler arasında ciddi anlamda çatışmalar oluşturulamadı hala. Hrant Dink cinayeti de böyle bir senaryonun parçasıydı ama cenazesinde sloganlardan uzak her çeşit insanın katılımıyla uğurlanması sahneye koymak istedikleri oyunlarını suya düşürdü. Sadece PKK’nin işlediği cinayetlerin ve şehit cenazeleri ardından birkaç haykırış, birkaç nara oluyor o kadar. Hele şükür, 1980 öncesinde olduğu gibi Kürtlere karşı sağ-sol çatışmanın bir benzeri sahneler yaşanmıyor. Zaten yaşansa da netice alınamaz. Çünkü Türk’ü, Laz’ı, Kürd’ü ve Çerkez’i vs. ile harmanlanmışız, ayrımız gayrımız yok, boşa uğraşmasınlar bu coğrafyada kolay kolay ayrılık – gayrilik çıkmaz.
Sağ-sol, Alevi-Sünni, Türk-Kürt ve Laik-Antilaik vs. ikilemleri tamamen bir oyunun planı, iç ve dış güçlerin beklentileriyle alakalı suni ayırımlar diye yorumlayabiliriz. Halk bu ayrımların parçası durumuna düşürülmek istenildiğinin farkında, şimdiye kadar uygulamalar bize gösteriyor ki; suni ayırımlar yüzünden bütçemizi sarsacak kadar paralar harcanmış, üstelik ağır borç altına girişilmiş bu işler için. Fakat netice itibarıyla o bölgede belediye başkanları hoşumuza gitmese de Kürtlerden seçiliyor. Neden acaba, birkez olsun hiç düşündük mü? Yoksa devletimiz ile bölge halkı arasında güven bunalımı mı var, ne dersiniz? Bu tür sorular ve düşünceler hiçbir zaman sorgulanmıyor, ya da sorgulanılmak istenilmiyor. Sorgulanmasa da tarih doğru ve yanlışın canlı şahidi zaten. Tarih şuuruna erdiğimizde Türkiye’nin yeni bir kavşağa yol alacağını pembe şafakların doğacağını birgün görürüz elbette.
Demek ki; bir görünen gerçekler var birde görünmeyen, yani bir ben var birde benden içeri diyen Yunus’un şiirini andırıyor bu dağ gibi duruş. Bu duruma Fırtınadan önce sessizlikde denilebilir.
Vesselam.

HALK BİR DAĞ KADAR SESSİZ

ALPEREN GÜRBÜZER

Malumunuz I. dünya savaşı sonrasında İngiltere’nin hâkimiyet gücü zayıflayınca Amerika baş aktör olarak sahne aldı. Tabii sadece sahne almakla kalmadı, süper güçte oldu. Derken ele geçirdiği güçle sırasıyla dünyanın neresinde monarşist bir idare varsa, nerede faşist bir idare varsa, nerede bir sosyalist idare varsa ülkeler üzerinde ki etkisini siliverdi. İşte ABD kendine rakip olacak her ne akım varsa bunları bir bir eritip, dünyanın tek kutbu veya tek jandarması konuma gelebilmiştir. Yetmedi gücüne güç katmak için hedef büyütüp kendince yeşil kuşak diye adlandırdığı fay hattına odaklandı. Ancak bu fay hattına odaklandığı ilk yıllarda, dünya sathında eskisi kadar pek iç ve dış savaş olmadığı içindir askeri alanda ki işleri sekteye uğradı diyebiliriz. Yine de süper devlet olmanın avantajıyla bu kez küresel ekonomik gücünü sivil güçler üzerinden ağırlığını ortaya koyarak bu alandaki açığını kapatmasını bilmiştir. Zaten dünyada yerli işbirlikçiler olduğu müddetçe değil ABD'ye, daha birçok küresel güçlerin çıkarlarına hizmet eden birçok piyon ülkelerin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Hiç kuşkusuz ortaya çıkan böyle bir tabloda sınırların pek bir ehemmiyeti kalmaz. Öyle ki, hudutları tel örgüler belirlemiyordu, bilakis ekonomik alanlar belirliyordu. Nitekim milli çizgilerin yerini milliyetsiz ekonomiler, yani paranın gücünü elinde tutan George Soros varı çizgiler yer aldı.
George Soros ekonomide liberalliği savunmanın ötesinde bir patron edasıyla kendince kapalı toplum ilan ettiği ülkelerin ekonomik modellerine de icabında üstü örtük reddiye döşeyen bir finans spekülatörüdür. İşte böyle bir hal vaziyet içerisinde milli ekonomiden yana tavır koyan ülkelerle milliyetsiz ekonomiden yana tavır koyan ülkelerin ekonomisini tekellerinde tutan finans spekülatörleri arasında kıyasıya kavgaların yaşandığı bir dünya ile yüzleştik. Bilhassa küresel sermayeyi elinde tutan güçler biryandan milli ekonomileri çökertmek için ülkeler üzerinde balans ayarları yaparken, diğer yandan da daha önceden hazırladıkları stratejik planlarla kendilerine kaynak olacak gerek enerji koridorlarının girişinde, gerek civarında, gerekse çıkışında her ne oluşum varsa tüm bu alanları terörle kontrol altına tutmaya çalışmışlardır. Bu kontrol ayarını kimi zaman El Kaide, kimi zaman PYD, kimi zaman PKK, kimi zaman IŞİD vasıtasıyla yapmışlardır. Böylece Ortadoğu ABD’nin Büyük Orta Doğu Projesinin birer parçası veya piyonları, diğer süper güçlerinde pastadan dilim almasına hizmet eden neferler olması hedeflenir. Derken bu pozisyonda küresel projeye ayak uyduranlar ödüllendirilir, uymayanlarda ülkelerinde provakatif eylemler, karışıklıklar çıkartılarak gözdağı verilir. Hatta bu pozisyona direnen ülkelerin kendi iç problemleriyle başa başa bırakarak dünyadan soyutlanıp yalnızlaştırılır da.
Şurası muhakkak; I. dünya savaşı Osmanlı’yı yıkmak için planlanan bir savaştı. Zira stratejik plan gereği Ortadoğu’da Osmanlı şemsiyesi altında huzur ve barış içinde yaşayan topluluklar Devlet-i Aliyye’den koparılmışlardır. Maalesef beyaz adam bu topraklara ayak bastığı günden bugüne bu topraklarda kan ve gözyaşı hiç eksik olmadı, bu alanlar kanayan yaradır hala. Nasıl kanayan yara olmasın ki, bir kere Osmanlı sonrası Türkiye’nin konumu statükocu zihniyete teslim edilecek şekilde planlanmıştı. Bir başka ifadeyle Osmanlı ruhu bu topraklarda bertaraf edildiğinde Ortadoğu’nun kontrolü çok daha kolay olacaktı. Zaten öyle de oldu. Derken “böl-parçala-yut” stratejik politikalarla adına ancak kabile denilebilecek türden topluluklardan oluşan bir sürü devletçikler su yüzüne çıktı. Hatta ABD bunla da kalmaz, işi daha da bir garantiye almak adına buralarda İsrail’i konuşlandırmakla bölgenin kontrolünü sağlama alır da. Ne diyelim, işte görüyorsunuz balans ayarı böyle bir şeydir, balans ayarı birçok mağdur ülke icabında başına gelenlerin farkına varmaz da. Sonuçta farkına varılsa da varılmasa da bu ayarlar bir yapılmaya dursun bir bakmışsın sırasıyla 1979 İran devrimi, sonrasında Afganistan işgali, daha sonrasında Irak ve Suriye derken ABD’nin tamda istediği bir kıvamda Büyük Ortadoğu cehennemi bir tabloyla karşı karşıya kalırız da.
Peki ya Türkiye! Malum olduğu üzere ülkemizde sağ sol kavgası bahanesiyle gerçekleştirilen 12 Eylül 1980 darbesi, irtica bahanesiyle gerçekleştirilen 28 Şubat Post modern darbe, güya çevre duyarlılığı ve ağaç bahanesiyle gerçekleşen Gezi provası, yolsuzluk kılıfı altında 17-25 Aralık Paralel Darbe girişimleri gibi bir dizi ayarlamalar bu planın sacayakları olarak dikkat çekti hep. Tabii zinde güçlerin bir planı varsa, Allah’ında değişmez bir hesabı vardı elbet. Nitekim Oğul Bush, Irak'a girip Saddam’ı devirdiğinde önce sevinmişti, sonrasında Irak bataklığında saplandığını gördüğünde o an Vietnam bataklığını hatırladılar. Nasıl hatırlamasın ki, Irak Saddam belasından kurtulmuştu ama sonraki gelişmeler oğul Bush'un uykusunu kaçırmaya yetmişti. Dahası, okyanus ötesinden buralara kadar geldiler ama “Acaba yine ikinci bir Vietnam bataklığı yaşar mıyız” düşüncesi Bush'un beynine ok gibi saplanmış gibiydi. Hatta Bush o günlerde Amerika’da seçimler iyiden iyiye yaklaştığında Irak’a girmekle hata yaptığını itiraf etmek zorunda kaldı bile. Tabii itiraf etse ne, artık onu baştan düşünecekti, seçim bir kere kapıya dayanmıştı, pişman olmuş neye yarar ki. Hele kör kütük girdiği bu topraklardan geri dönse bir türlü, dönmese bir türlü. Belli ki, değneğin her iki ucu da kirli ve sivriydi. Şu bir gerçek; her inişin çıkışı olduğu gibi, her çıkışında bir inişi vardır. İşte bu değişmez kanun, er ya da geç ABD içinde kaçınılmaz bir alın yazısıdır. Hiç kuşkusuz nihai sonucu ancak Allah belirler. Çünkü kaderin üstünde kader vardır, o kader hele bir tecelli etti mi tüm şer odaklar kaçacak delik arar da.

İÇ AHVAL

İşte dünya ölçeğinde bu gelişmeler yaşanırken, Türkiye'de ise 'Yurtta sulh, cihanda sulh' ekseni doğrultusunda pek suya sabuna dokunulmayan, yani içe kapanık bir dış politika izlenmiştir. Hatta bu politikaya destekliyecek suni uluşçuluk faaliyetleride bu işin tuzu ve biberi olmuştur.
Peki, izlenen ulusçu-ulusal politikalarla içte ve dışta barış rüzgârları esti mi dersiniz? Ne mümkün, ulusalcılığın slogancılıktan öte içi boş bir balon olduğu ortaya çıktı. Oysa ulusalcılık tabanın sesine kulak vermeyi gerektirir, ama gel gör ki; bizde tam tersi bir uygulamayla tavanın sesi ulusalcılık olarak addedilir hep. Tavanın sesine kulak verildi de ne oldu, çağdaşlık kılıfı altında halka dayatılan elbise bir türlü dikiş tutmadı. Nasıl dikiş tutsun ki, bir kere insanımıza giydirilmeye çalışılan elbisenin dar geldiği o kadar kendini belli eder ki, 2002 sonrası hükümetin bir umutla kardeşlik projesi adı altında “Birlik ve Dirlik” uğruna bunca yürüttüğü çözüm çabalar bile bu dikiş tutmazlık yüzünden gümbürtüye gitti de. Hakeza birilerinin Milli Birlik Kardeşlik Projelerinden çok fena halde canı sıkılmış oldukları o kadar net açıktı ki, ‘Madem sizler bizim batıdan ithal ettiğimiz elbisemizi giymek istemiyorsunuz bizde sizin kardeşlik projesine yönelik elbiseleri giydirmeyiz’ türünden bir ince göndermeyle ülke genelini kapsayacak provakatif eylemlerle çözüm sürecini baltalamaktan geri durmadılar. İşte Gezi Hadisesi, İşte 17-25 Aralık Paralel Devlet Darbe Girişim Rezaleti, İşte 2015 Kasım seçimleri öncesinde gerçekleşen Suruç Katliamı, İşte Ankara Tren Garı Canlı Bomba Hadiseleri bunun en can alıcı göstergeleri. Zaten Türkiye ne zaman Etnik meseleleri çözme noktasında bir irade ortaya koysa bir şekilde bu tür hadiselerle çözüm süreci ya rafa kalkabiliyor, ya da buzdolabında beklemeye alınabiliyor. Dış ve iç mihraklar şunu çok iyi biliyorlar ki, bu topraklarda yeniden kardeşlik yeşerdiğinde Özal’ın muştuladığı o “21. yüzyıl Türk asrı olacak” sözü bir hayal değil hakikat olacaktır, dolayısıyla iç ve dış mihraklar bizim asla ve kat’a iri ve diri olmamızı istemezler.
Peki ya şu dış mihrakların kendileri aralarındaki ilişkiler nasıldır? Bu soruya cevaben ‘Al gülüm ver gülüm’ cinsinden ilişkiler dersek yeridir. Bakmayın siz onların öyle Hiristiyan ittifakı bir görünüm vermelerine, kazın ayağı hiçte öyle değil, habire Ortadoğu bölgesinde pastada pay alabilmek uğruna çıkar çatışması içerisindeler. Her ne kadar bu kıyasıya rekabet içerisinde kendi aralarında yaşanan çıkar kavgalarını pek belli etmeseler de yoğun diplomasi trafiğinden bunu anlamak pekâlâ mümkün. İlginçtir kendi aralarında bu çıkar kavgaları içerisinde zaman bulup ta Türkiye’ye biçtikleri rol ise, asla kendi haline bırakılmaması, daima gözönünde ve mercek altında tutulması gereken bir formatta kalması rolüdür. Belli ki, Türkiye’nin bu formatta kalmasında karar kılınması kendi etkisinden veya gücünden dolayı değil, engin tarihi birikimiyle Ortadoğu’da tek potansiyel denge unsuru olabilecek nitelikte ve geçiş yolları üzerinde köprü ülke konumda olmasıdır. Öyle ki engin tarihi birikime, jeopolitik ve stratejik öneme haiz böylesi cennet vatan ülkesi uluslararası arenada hiçbir zaman es geçilecek bir ülke değildir. Hatta Ortadoğu’ya saldıkları istihbarat ağlar vasıtasıyla kendi aralarında ki rekabetlerinde tek mutabık kaldıkları ortak payda: Türkiye üzerinden gerçekleşecek bir takım hesap ve çıkar ilişkisidir. İşte bu çıkar müşterekliğini korumak adına ayağınızı denk alın dercesine zaman zaman terör silahı ile ülkemize ayar çekebiliyorlar. Kelimenin tam anlamıyla terör hadiselerinin arka planında yatan sır bu ortak ilişkiler ağında kodlanmış durumda.
Hele şöyle 90’lı yılların genel fotoğrafına bir baktığımızda ülkemiz o günden bugüne sadece pazar kavgası veren ülkelerin güç rekabetine sahne olmamış, ayrıca PKK terör örgütüyle de başımızın ağrıtıldığına şahit oluruz. Sadece başımız ağrıtılsa yine gam yemeyiz, PKK kartıyla adeta 'al bunla oyalan ve debelen' de denilmiştir. Ve halen bu oyalamaca ve kovalamaca devam ediyor da. Madem bu oyun devam ediyor, o halde şu an önümüzde iki kavşak noktası var; ya yeniden kardeş olup birlik ve dirliğinin gereklerini yerine getireceğiz, ya da birbirimizin kuyusunu kazıyıp 2023 hedefinden uzak statükoculuk çukurunda çırpınıp durmak olacaktır. Hiç kuşkusuz bizim tercihimiz kardeş olmaktan yana bir tavırdır.
Bakın, Demirperde ülkeleri ne zaman ki bağımsızlıklarına kavuşup değişimin gereklerini yerine getirmekle gelişme trendine girdiler, işte o zaman gerçek anlamda bağımsız ülke olduklarının farkına vardılar. Düşünsenize Macaristan bağımsız ülke konuma gelir gelmez Avrupa Birliğine girme aşamalarını kat edip üyeliği gerçekleşir de. Hele Nazi Almanya’sı nasıl derseniz, artık ortada böyle bir Almanya’dan eser yok gibi. Tam aksine dünya sahnesinde demokrasinin merkezi görünümde bir Almanya var. İlginçtir Almanya ve Japonya I. ve II. Dünya savaşlarının toz duman ağır harabeleri altından çıkmasını bilip süper güçlerle yarışır duruma geldiler de. Biz ise onlar kadar toz duman harabe olmamamıza rağmen yerimizde sayar olduk. İlla toz dumandan söz edilecekse de bizim toz dumanımız her on yılda bir askeri darbelerle toz duman edilmeye çalışılan bir ülke olmamızdır. İşte bu toz duman vesayet zincirini kırmadan bir adım ilerlemek mümkün olmazdı. Dolayısıyla geri kalışımızı birileri kalkıp ta sudan bahaneler üreterek halkımızı kandırmaya kalkışmasın. Gerçek şu ki; silahların gölgesinde yıllardır bizi yalanlarla, talanlarla, kuru sıkı laflarla kandırmaya çalışarak bugünlere gelindi. Neyse ki 12 Eylül sonrası Turgut Özal iş başına geldi de Türkiye sathında nihayet değişim dönüşüm hamlesi start almış oldu. En azından bir nefes alıp çağ atladık. Özal sonrası malum, değişim dönüşüm hamleleri postmodern darbelerle akamete uğradı. Tâ ki zinde güçlerin muhtar bile olamazsın dedikleri Tayyip Erdoğan'ın siyasi yasağı kalkıp iktidara geldi, işte o zaman yeni bir nefes daha aldık. Bu nefes alışımızda 2002 hükümetinin Kopenhag kriterleri kozunu büyük bir ustalıkla iyi kullanması neticesinde hele şükür Türkiye’de yeniden değişim ve dönüşüm rüzgârlarının yeniden yeşerdiğine şahit olduk. Derken uzun bir aradan sonra ülkemizin üzerini kaplayan sis perdeler bir bir çekilip gelecekten ümit var oldukta. Bilhassa bu ümidimizde çok büyük katkı pay sahibi ve Rabia işaretiyle bu ülke hepimizin diyen Tayyip Erdoğan sayesinde Türkiye içe kapanık kabuğundan çıkıp ezilenlerin gür sesi, suskun dünyanın hür sesi, gücünü milletten alan, milyonların umut ışığı, zalimlerin korkulu rüyası, anaların duasında mazlumlara sırdaşı olan bir döneme girdik. İşin özü sessiz dönüşüm (sessiz devrim) gerçekleşir de. Fakat sanıldığının aksine bu sessiz devrim bir çırpıda gerçekleşmedi, köprünün altında çok sular akıp birçok badireler atlattıktan sonra vuku buldu. Tabii bu süreç içerisinde oligarşik zinde güçler hiç boş durmadılar. Tıpkı 28 Şubat sürecinde yaşanılan illegal faaliyet içerisine giren BÇG (Batı Çalışma Grubu) vasıtasıyla postmodern darbe yapmaya kalkıştıysalar, Tayyip Erdoğan döneminde de CÇG (Cumhuriyet Çalışma Grubu), DHKP-C, PKK, DAİŞ ve Paralel İhanet Çetesi gibi gruplar vasıtasıyla 27 Nisan 2007 e-muhtıra, Operasyon Ergenekon, Gezi olayları, 17-25 Aralık Hükümete Darbe Girişimi ve çözüm sürecini sabote etmeye yönelik 7 Haziran 2015 seçimlerin akabinde yeniden sahneye konan terör hadiseleriyle ayar çekme denemeleri hiç hız kesmemiştir. Neyse ki Tayyip Erdoğan’ın gerek Başbakanlığı döneminde gerekse Cumhurbaşkanlığı döneminde davasında kararlılık sergilemesi, Hakkın aşığı Halkın adamı bir mizaca sahip olması tüm bu oyunları bozmaya yetmiştir.
Evet, dün olduğu gibi bugünde PKK baş belasıdır. Bilhassa Saddam’ın devriliş sonrası o günkü konjonktürden istifade bir takım Kürt Grupların Kuzey Irak’ta koridor açmaya çalıştığı bir vaka. Hadi bu neyse de Kandil’den habire Türkiyeye gözdağı verir misyon yüklenmeleri gözlerden kaçmaz da. Her ne kadar 2002 sonrası iş başına gelen Erdoğan ve Davutoğlu hükümetleri bu meselenin çözümü noktasında silahlı grupların dağdan ovaya inmeleri yönünde bir siyaset izleseler de maalesef gelinen noktada halen bu mesele kangrenleşmiş problem olarak önümüzde durmakta.
Peki ya 2002 öncesi durum vaziyet nasıldı? Bu soruyu sorduk ama aslında vicdan sahibi her insan o yılları hatırlamak bile istemez, yine de biz gelecek nesillerin bilmesi açısından o yılları hatırlatmakta fayda var. Değim yerindeyse o yıllar tam bir felaket yıllardı, halka tepeden bakan ve halkın değerlerini hiçe sayıp birinci tehdit unsur ilan eden bir avuç zihniyet yüzünden halk olan bitenler karşısında sırra kadem basmış bir hal vaziyete bürünmüştü. Tabii Mahir Kaynak PKK’nın eylemleri karşısında halkın bu sesiz tavrını şu veciz sözle şöyle dile getirmiştir: “Halk bir dağ kadar sessizdir. Halktan duyduğumuz ses, sizin vereceğiniz bir sesin yankısıdır.” Gerçektende halk bir dağ kadar sessiz duruş sergilemiştir. Neden acaba? Her şey gayet açık ve netti. O yıllarda halkın gözünün içine baka baka bir avuç zihniyetçe hem “İrtica PKK'dan daha tehlikelidir” denilip aba altından sopa gösterilecek, hem de halk niye bu kadar duyarsız ve sessiz deyip sitem edilecek. Olacak iş mi? İşte bu gerekçelerle halkın pişkin zinde çevrelerin bu dışlayıcı yeni bir yapay ulus inşa etme girişimleri karşısında bir dağ kadar sessiz duruş sergilemesine şaşmamak gerekir, gayet tabi bir duruştur bu. Şayet halkı yok sayarsınız, halk ta sizi yok sayabiliyor, bu durumda halka sitem etmek kimin haddine. Meğer halkın bu son derece deruni sükût halinde vermek istediği ince anlam “Her ne kadar yumuşak başlı olsak da uysal koyun da değiliz” mesajıdır, tabii anlayana. Nitekim bunca yoğun medya bombardımanı arasında halk yeri geldiğinde sandıkta yumuşak koyun olmadığını göstermiş te.
Evet, böylesi bir duruş kimi çevrelerin canını sıkmış olsa da korkunun ecele faydası yoktu, o yıllarda bir noktadan sonra sükût hali zorunluluktu, dahası ‘Ya sabır’ demek gerekti. İster bunun adına fırtınadan önce sessizlik desinler, ister umursamazlık desinler, sonuçta günü gelip şartlar oluştuğunda “Sözde, Kararda Milletindir” gerçeği vuku bulurda. İşte sabrın sonu selamettir böyle bir şeydir.
Anlaşılan o ki, 2002 öncesi PKK’nın işlediği cinayetler karşısında halkımızı sokağa çekememeye neden olan asıl etken unsur kimi çevrelerin kendilerini halkın efendisi görüp habire senaryo peşinden koşmalarıdır. Onlar senaryo peşinden koşuversinler, bir kere onların hesap edemedikleri bir ince haslet vardı ki, o da halkın yüreğinde saklı feraset ve basiret hissidir. Bu bir anlamda perde arkasında neler olabileceğini sezdirecek tasavvufi kültür hissidir. İyi ki de bu kültür var, feraset ve basiret yanımız olmasa vay halimize, ömür boyu sloganların ve vesayet zincirinin esiri kalabilirdik. Şayet bize gösterilen nesnenin görünen yüzüyle karar kılsaydık toplum mühendisliği projelerinin oyuncağı, ya da maşası olacaktık. Zaten halk olarak bize izlettirilen filimleri izleye izleye bir hayli yorulup artık yeter gayri diyecek noktaya geldik te. Derken Türkiye üzerinde oynanan her oyunun perde arkasında yer alan bir takım zinde aktörlerin tezgâhı olabileceğini kavrar olduk. Dahası her izlediğimiz filim ve senaryolar bize şunu gösterdi ki; kırılgan bir fay hattı üzerinde konuşlanmış ülkemizde bizi birbirimize kırdırmak için mevzi almış durumdalar, yetmedi bizi terörle hizaya getirmek için metropollere sızıp canlı kalkan olabiliyorlar. Tüm olup bitenleri Tasavvufi kültürümüzün bize kazandırdığı feraset ve basiret yanımızla çok rahatlıkla görebiliyor ve olayları okuyabiliyoruz.
Evet, Horasan Erenleri bu topraklarda bizlere sadece bilinenleri değil bilinmeyenleri de aşılamış. Ve bu aşı tuttu da. Dahası bu aşılanmayla birlikte perde arkasını idrak edecek seviyeye geldik. İcabında tasavvufun öğrettiği o Lisan-ı hâl ile yıllardır bize üst perdeden bakan zihniyete karşı ‘Sükûtumuzdan anlamayan sesimizden hiçbir şey alamaz’ mesajını vermişiz de. Tâ ki bu sessiz çığlık 2002 Kasım seçimlerine kadar sürmüşte. Öyle ki; bu yıla kadar hor görülmüşlüğün, adam yerine konulmamanın sessiz çığlığını koruyup, kendi iç dünyamızda bu topraklarda kardeş bildiğimiz, kız verip kız aldığımız, omuz omuza cepheden cepheye koşup birlikte seferber olduğumuz Türk, Kürt, Laz, Çerkez ve yediden yetmişe tüm kardeşlerimizle aramıza ayrılık tohumlarının ekildiğinin muhasebesini yaptığımızda, emaneti ehli olana teslim etmesini bilmişiz de. İşte emaneti Tayyip Erdoğana teslim edene kadar ki zaman diliminde milletçe ‘Kahrolsun PKK’ sözleriyle başlayan sloganlara eşlik etmemenin şifreleri bu derin muhasebemizde saklıdır.
Evet, milletçe dağda üç beş çapulcu diye bize lanse ettikleri PKK şer örgütünün bunca yılı aşkındır üstesinden gelinememesine hep şaşa kalmıştık. Öyle ya madem üç beş çapulcu deniliyor, o halde niye haddi bildirilemiyor. Hadi bu neyse de, bir zamanlar şu Özel Tim Harekâtının asli görevinin dışında masa başı işlerinde görevlendirilmesine ne demeli, peki ya şu Türkiye için birinci tehdit PKK değil, irtica tehlikesi olduğunu deklare edenlere ne demeli. Hadi şimdi gel de tüm bu olup bitenler karşısında canımız sıkılmasın, hem de bal gibi sıkılır. Hatta bu arada canımız sıkkın halde “Bu vatanın Kuva-i Milliyecileri hep biz mi olacağız, biraz da seçkin ve elitist kesimin çocukları mücadele versin” türünden sessiz mesaj vermiş olduk ta. Belli ki halk olarak kullanacağımız tek silahımız var, o da yıllardır derin sinemizde kor ateş halde tuttuğumuz koca bir dağ kadar sessiz Yunusi duruşumuzdur. Yani dikleşmeden dik duruştur bu. Aynı zamanda bu duruşumuzda verilmek istenen mesaj “Onların topu, tankı, silahı varsa bizimde bir ben var birde benden içeri tercih sandığımız var” mesajıdır. Nitekim bu mesajın yansımasını kimi zaman halkın ‘Yeter Artık Söz Milletindir’ diyen Menderes’i iktidara taşımasında görürüz, kimi zaman halkın ’21. Asır Türk Asrı Olacak’ diyen Özal'ı iktidara taşımasında görürüz, kimi zaman da ‘Sözde, Karar da Milletindir’ diyen Tayyip Erdoğan'ı üç dönem iktidara taşımasında görürüz.
Şayet sandıktan halkla hemhal olacak böylesi liderleri iş başına getiremeseydik Türkiye üzerinde oynanan oyunları kolay kolay atlatamayabilirdik. Mesela bu oynanan oyunlardan en dikkat çekeni hiç kuşkusuz Hrant Dink cinayetidir. Maalesef işlenen bu cinayetle Türkiye uluslararası alanda köşeye sıkıştırmak hedeflenmiştir. Allah’tan Hrant Dink'in cenazesi içi boş sloganlara geçit vermeyecek şekilde uğurlandı da sahneye konmak istenen Ermeni Türk çatışması oyunu suya düşmüş oldu. Hele şükür Türkiye’de artık 1980 öncesinde yaşadığımız sağ-sol benzeri ayrılıkçı sahneler pek yaşamıyoruz. Besbelli ki terör hadiselerinden epey ders çıkarmışız ki, icabında oyuna karşı sessiz duruşumuzla oyun kurabiliyoruz. Kaldı ki; bu topraklarda tarihten bugüne Türk’üyle, Lazıyla, Kürdüyle, Çerkez’iyle, Arnavut’u, Boşnağı ve Romeniyle harmanlanmışız, ayrımız gayrımız yok. Dolayısıyla zinde güçler boşa uğraşmasınlar bu coğrafyada bir daha kolay kolay ayrılık gayrilik tohumları neşvü nema bulmaz. Nasıl bulsun ki, bir kere Türkiye geçmişte yaşadığı sağ-sol, Alevi-Sünni, Türk-Kürt ve Laik-Antilaik gibi ikilemlerden epey ders almış gözüküyor. O yıllarda iyi niyet hissimizden olsa gerek ‘Oyun içinde bir oyun var’, ya da ‘Bu işte bir hinlik var’ türünden bir öngörü hesabı yapamasak ta, sonuçta tüm yaşadıklarımız bir oyunun göstergesiydi. Dahası iç ve dış güçlerin beklentilerini karşılamak için bilinçli ya da bilinçsiz yapılan suni ayırımlar olduğunu geçte olsa fark ettik.
Evet, halk olarak artık bu ayrımların parçası durumuna düşürülmek istendiğimizin farkındayız. Zaten şimdiye kadar oynanan oyunlar bize gösteriyor ki; suni ayırımlar yüzünden Türkiye’nin hamle yapmasının önüne geçilmek istenmiştir. Neyse ki, artık karşımızda günden güne büyüyen ve büyük projelere imza atan bir Türkiye var. Tabii böyle bir Türkiye tablosu Milletimizi sevindirirken, birilerinin de dümen suyuna çomak sokmakta. Dahası Türkiye dünyada söz sahibi olup ağırlığını koydukça zinde güçlerde boş durmayacaktır, bu kaçınılmaz. Olsun önemi yok, dedik ya, yeise kapılmaya gerek yoktur, onların bir hesabı varsa, Allah'ın da değişmez hesabı var elbet, bu bize yetmez mi?
Velhasıl; bir görünen gerçekler var, birde görünmeyen gerçekler var. Görünen gerçekler bunalıma düştüğümüzde bağrımızdan Menderes, Özal ve Erdoğan gibi liderler çıkarabilmemizdir, görünmeyen gerçekler ise “Bir ben var birde benden içeri” diyen Yunusu duruşumuzdur. Bakalım yaşadığımız sürece daha neler göreceğiz, umulur ki Mevla, Levh-i Mahfuz’da hakkımızda güzel olanı yazmıştır.
Vesselam.

http://www.bayburtpostasi.com.tr/halk-bir-dag-kadar-sessiz-makale,7216.html