AYDINLIK YOLCULARI

AYDINLIK YOLCULARI

ALPEREN GÜRBÜZER

Aydınlığa giden yolda bir takım engeller çıkarılsa da Allahın izniyle kıyamete kadar hakikat yolunda çalışan Rabbani âlimler oldukça irşat faaliyetleri devam edecektir. Artık ahir zamanda yaşıyoruz. Öyle ki; Cüneyd-i Bağdadi (k.s); “Hakikat ilmi sergisini topladı, iş lafa kaldı. Biz tasavvufun ancak kıyısından köşesinden bahsedebiliyoruz” derken bu gerçeğe işaret etmiştir.
Yüce Mevla’mız; “Takvaya ve iyiliğe ulaşmak için birbirinizle yardımlaşın (Maide/2), Hep beraber Allah’ın ipine sarılın, dağılıp parçalanmayın” (Nur/31) diye beyan buyururken aydınlığa yürümemizi dilemektedir. Zira Dinimiz üç sütun üzerine bina edilmiştir. Söz konusu bu üç sütun ‘İman, İslam ve İhsan’ üçgeni üzerine kuruludur.
İbadetlerin başında ilk evvela farz ameller gelir, sonrasında sünnet, nafile veya fazilet diye tabir edilen ameller takip eder. Tabii amel için iman şarttır. Zira iman olmadan amel neye yarar ki. Yani İmandan sonra namaz, namazdan sonra büyük günahlardan sakınma, akabinde adım adım diğer farzlar yerine getirilmeye çalışılıp, böylece karanlık dünyamız aydınlanıverir.
İhsan hali kalbi tezkiye (temizleme), güzel ahlak sahibi olmak ve ilahi huzurda kabulle gerçekleşir. Zira yol bilenle kat edilir. Önünde ışık feneri olunca murad olan menzile ulaşılır elbet. Malum ihsan; Allah’ı görür gibi ibadet etmek veya sen görmesen de o görür duygusuyla yakin haline bürünmek demektir. Bu hale bürünen insan aynı zamanda sofiliğin mertebelerini kat etmiş olur. Nitekim Kuran’da sofi kavramını; veli, muttaki, muhsin sıddık ve sadık vs. gibi sıfatlar karşılamaktadır. Dolayısıyla sufilik, Allah dostuna gelip eşiğine yüz sürmek, meclisine girmek, manevi atmosferi tatmak ve sonrasın da verilen reçeteleri uygulamakla tadına varılır. Onun için tasavvuf kal değil, haldir derler. Sofilik yolunda birçok basamak var, ama en mühimi marifetullah ilmidir. Yani Allah’ı tanıma ilmidir. Dahası ‘Nefsini bilen Rabbini bilir’ ilahi hükmü bu mana içindir. Bu yüzden kalp ilmine ahlak ilmide denir. O halde sofilik hangi makamda olduğunun merakı değil, en güzel ahlaka erişmenin çabasına verilen addır. Nitekim tasavvuf güzel ahlak demektir.
Sofi ahirete hazırlık yolunda yalnız değildir, her daim önünde kılavuzu vardır. Bu yüzden bağlandığı mürşit sayesinde haramilere kolay kolay yem olmaz. Sen sen ol Allah ile kul arasında kılavuz olur mu diye itiraz edenlere aldırış etme. Onlar şayet bu sözü söylerken; ‘Ben peygamber, âlim, mürşid vs. gibilerini rehber tanımam’ manasında telaffuz ediyorsalar bu durum haddi aşmak olur ki; maazallah iddia sahibini küfre kadar götürebilir. Yok, eğer bu sözle kişinin amacı; ‘Maksadım Allah, isteğim O’nun rızasını kazanmak’ anlamında ikrar edilmişse doğrudur, buna itirazımız olamaz. Zaten kâmil rehberlerin çabaları da bu yöndedir.
Her türlü masivadan kurtulmak için hak yolda tıkaç oluşturulan vahhabi, mezhebsiz, mealci gibi gruplardan uzak kalıp, bize gerçek manada yar ve yardımcı olacak Peygamberimiz ve O’nun varisi hükmünde Rabbani âlimlere tabii olmalı. Allah Resulünün yolunu yol bilen âlimler, yaşayan sünnet olduklarından onlar öncülüğünde şirk, nefs, riya, kibir veya haset gibi engellerden pekâlâ kurtulabiliriz. Belli ki söz konusu ilahi perdeler gönül dostlarının nazarlarıyla, gösterdiği reçeleri uygulamakla aşılabiliyor.
Mülk âleminden melekût âlemine, ilmel yakinden aynel yakine yolculuk şüphesiz kalp ve ruhla olmaktadır. Bu yüzden seyri sulük Allah’a yaklaşma noktasında kötülükten iyiliğe, gafletten zikre, katılaşmış kalpten huzurlu kalbe geçişin adı olarak tarif edilir. Tabii bu arada rehber olmadan yolculuğun hüsranla biteceğini de unutmamalı.
Kamil Mürşitler takva yolunda hem imam, hem de rehberdirler, onlar yetkisini halktan değil Haktan alan gönül sultanlarıdır. Manevi halifelik vasfını kazananlar ancak kâmil insanlık vasfı taşıyanlara has bir meziyettir. Dolayısıyla kâmil insanla diğer kâfir ve fasık insan arasında kıyas yapmak bile doğru değildir. Çünkü her ikisi de insani bakımdan birbirine taban tabana zıt olup birincisi Allahın dostluğunu kazanan, diğeri şeytanın dostluğuna ram olandır. Bu durumda nasıl kıyas edebiliriz ki. Hatta kâfir ve fasık özelliğe sahip insan sadece şeytana değil aynı zamanda nefsine de köledirler, Mümin ise Allaha abd (kul) olmak sayesinde tüm sahte mabutların karşısında özgürlük meşalesidir.
Zahiri ilim dışımızı, batıni ilim ise içimizi süsler. İmam Malik; ‘Her iki ilmi (zahir ve batın) öğrenen kimse gerçek bir müslüman olur’ (Aliyul’l Kari, Şerhu Ayni’l ilim) buyuruyor. İmam Şafi’de; Hem fakih, hem sufi ol, sakın birisiyle yetinme diyor. Dolayısıyla medrese zahiri ilimlerin öğretildiği okul, dergâhlarda batini ilimlerin tahsil edildiği zikir halkasıdır. Maalesef tarih boyunca bu iki müessese sanki birbirinin rakibiymiş gibi gösterilmeye çalışılmıştır. Oysa zahir ve batın bir araya geldiğinde hakikat doğmuştur. Yani her ibadetin bir zahiri birde batıni yönü var. Mesela Namazda iftitah tekbiri farz olmakla beraber, aynı zamanda kılınan namazın riyadan uzak huşu içerisinde eda etmekte farzdır. Demek ki; namazın bile hem zahiri, hem de takva yönü varmış. O halde zahir ve batın bir arada uyumluluk içerisinde bulunmalı ki necat gerçekleşebilsin. Allahü Teala; “Hiç şüphesiz nefsini günah kirlerinden temizleyen kurtuldu” (Şems/9) beyanıyla sadece helâl ve haramı bilmekle mükellef olmadığımızı, kalbi temizlemek mecburiyetimizin de varlığına dikkat çekmektedir. Ayeti celilerden maksad; ilmi amele çevirmektir. Kalp ilmi ya da batıni ilmin inkârı Yüce Allah’ın rahmetine kota koymak anlamına gelir ki, bu son derece tehlikelidir. Evet; ilmin sonu yoktur, bu böyle biline. Hallacı Mansur gibi bazı velilerde batıni haller görülmüş, hatta manevi sekr (sarhoş) halde iken onların dilinden bir takım zahiri ilme (şeriata) ters düşen sözler çıkmış olabiliyor da, ama onlar mazurdurlar. Çünkü bu konu bizi aşar, bu durum Allah’a havale edilir sadece. Zaten sürekli manevi sarhoşluk içinde yüzen veliler halkı irşat edemezler. Dolayısıyla haklarında hüsnü zanda bulunmak en doğru yol olsa gerektir. Üstelik Hak âşıklarının cezbeleri gizlidir, ilahi aşkları sinelerinde saklıdır, amel ve ibadet halleri ise süreklidir.
Bir başka meselede zahiri inkâr edip, batının dışındaki batıldır iddiasında bulunanlardır. Genellikle bu tipler; ‘Kalbim temiz olsun gerisi boş’ deyip namazı bile boşlamışlardır. Oysa şeriat zahire bakar, kalbin durumunu ancak Allah bilir. Asr-ı Saadette hayat tarzı zühd üzerine kuruluydu, yani bildiği ile amel ediliyordu. Onun için sahabede kalp hastalığı yoktu. Asrısaadet devrinden uzaklaştıkça bu alanda kalbe ait ameller hassasiyetini yitirip büyük bir boşluk doğdu. İşte Mürşidi Kamiller bu noktada boşluğu doldurmak için devreye girdiler, derken yaralara merhem olup kalpleri aydınlattılar. Bu yüzden İmam Şarani; ‘İslam’ın ilk asırlarında insanlar takva ve edebi koruyorlardı. O nesil gidip hastalıklar kaplayınca cahiller bir tarafa, âlimler bile amelden geri kaldılar. Bu nedenle âlimlerin bir kâmil mürşide intisapları zaruri oldu’ (Bkz. Envarül kudsiyye) der.
İmam Ahmed b. Hanbel önceleri sufileri tenkit edermiş, gerçeği görünce;
—Onlar bildikleriyle amel ederek bize üstünlük sağladılar, itirafında bulunmuştur.
İmam Ahmed b. Hanbel sık sık Bişr-i Hafi’nin meclisine takılmaya başlayınca talebeleri kendisine;
—Efendim sen müctehidsin, böyle insanların arasında ne işin var diye sual eylediler.
Cevaben;
—Evet, ilimleri iyi bilirim, ama onlar yüce Allah’ı benden daha iyi tanıyorlar der.
Anlaşılan o ki Allah dostları hizmeti tercih etmişlerdir. Çünkü Allah Rasulü; “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır” (Taberani, İbnu Ebid Dünya) buyurmakta.
Allah dostları her hizmete talip olmuşlardır. Hatta gerektiğinde milis kuvvetler oluşturup savaşa gitmeyi bile göze almışlar. Ahi Evran örneği ve ahilik bunun en bariz delili zaten. Hakeza camii, aşevi, okul, hastane ve misafirhane gibi hayır kurumlarının inşasın da koşturmakta öyledir.

İMAM-I RABBANİ SESSİZ DEĞİŞİM ÖNCÜSÜ

Ebu’l Hasen en Nedvi; Kamil insanlar olmasaydı kalp temizliği ve nefis terbiyesi gerçekleşemezdi buyuruyor. Gerçektende onlar bir insanlık inşa etmişlerdir. Bilindiği üzere Moğollar Harzemşah Devletini işgal edip etrafa korku ve dehşet saçmışlardı. Öyle ki bir ümitsizlik bulutu kaplamıştı her tarafı. Hatta halk nezdinde Moğollar’ın yenilmezliği kanaatı ağır basmıştı. Fakat zaman içerisinde Gönül Sultanları irşatları çizil çizil yağmaya başlayınca artık putperest Moğol Hanları bile zamanla Müslüman olup aydınlanıverdiler.
Benzeri bir olayda Hindistanda Ekber Şah’ın dikta yönetiminde gerçekleşen İslam düşmanlığı üzerine kurulu uygulamalardır. Şöyle ki; Müslüman Babürlüler görünürde bu yönetimle baş edilebilecek durum göremiyorlardı, adeta dipsiz kuyuya düşmüşlerdi. Her tarafı cehalet kaplamış, küfrü yaymak temel vazife olmuştu. Hatta Müslümanlar namazlarını bile gizli gizli kılar hale gelmişlerdi. İşte böyle elim bir vaziyette Hz. Ömer’in yirmi dokuzuncu göbekten torunu on yedi yaşında zahiri ilmi bitirmiş bir aydınlık güneşi bir genç devreye giriyor. İşte söz konusu bu genç, Hindistan’ın eski başkentlerinden Agra’dan başlattığı hareketin ardından Serhend’e dönmüş, burda da tüm bozuk cerayanlara karşı yazdığı risalerle cevap vermiştir. Derken bir taraftan da etrafa gönderdiği mektuplarla Müslümanları aydınlatmıştır. O babasının vefatıyla birlikte çıktığı Hac yolculuğunun ardından Delh’te büyük bir şeyh Hace Muhammed Bakibillah’la karşılaşmış. Tabiî o an ne oluyorsa bu büyük buluşmanın akabinde Hace Muhammed Bakibillah ilerinin büyük zatı olacağını görürcesine, onu Hocası Hace Emkenegi’nin işaretiyle Nakşibendî nispetini daha da yayılması adına Hindistan’ın Serhend şehrine göndermiştir. Ve sonunda Serhend aydınlanmıştır. Dahası bu yol Serhendle sınırlı kalmayıp oradan da Ekber Şah’ın bulunduğu Ekber Abad şehrine yayılmış. Öyle ki Nakşibendî tarikatın feyzi bereketi dalga dalga yayıldıkça zaman içerisinde Ekber Şah’la başlayan zorbalık yerini oğlu Cihangir’le birlikte yumuşamaya terk etmiş, böylece devridaim içerisinde işbaşına gelen hükümdarlar bir öncekinden daha merhametli ve adil olacak şekilde değişim gerçekleşmeye başlıyor. Nihayet öncekilerden daha bir farklı dini bütün Evrengzib Han tahta oturduğunda halk rahat bir nefes alır. İşte böylesine sessiz sedasız gerçekleşen aydınlanmanın mimarı hiç şüphesiz İmamı Rabbani (k.s)‘dan başkası değildi. O Faruk-i meşrebiyle (iyiyi kötüyü ayıran) gerekli irşat hareketini tamamladıktan sonra her fani gibi 1624 yılında ardından dörtyüz halife bırakıp ahirete kanatlanır. Her şeyden öte o bugün hala gönüllerde taptaze yaşıyor, kıyamete kadar yaşayacakta.

ABDULHALİK-IL GÜCDEVANİ
Abdülhalık-ıl Gücdevani Sadrettin Hocadan tefsir ilmi alıyordu sürekli. Bir gün Hocasına sordu;
—Efendim Allahü Teala Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin buyuruyor bu nasıl olacak ki? Duayı aşikâr yapsak riya tehlikesi var, içimizden yapsak şeytan fark edecek. O halde gizli zikir nasıl yapılır?
Hocası:
— Oğul bu dediğin ledün ilmidir. Allah dilerse seni dostlarından biri ile buluşturup, o sana bu gizli duayı öğretir buyurdu.
Abdulhalık’ıl Gücdevani nihayet zahirde Yusuf Hamedani (k.s), maneviyatta ise Hızır (a.s) ile buluşup, gizli zikri Hızır (a.s)’dan öğrenir. Yani O üveystir. Hatta o öğrenmekle kalmayıp bu yolda aydınlığa kavuşmanın on bir sütununu ortaya koyup;
—Zikrin sayısına riayete vukuf-i adedi dedi,
—Yaşanan her anın farkında olmaya vukuf-i zamani dedi,
—Kalbin zikirde odaklanmasına vukuf-i kalb dedi,
—Gözün ayağın üzerinde olmak üzere yürümeye nazar ber kadem dedi,
—Nefesi boş yere tüketmemeye Huş-derdem dedi,
—Halktan Hakka yürümeye ya da bu vatandan cennet yurduna yürümeye Sefer-der vatan dedi,
—Zahiren halkla batınen Allah’la olmaya Halvet-der encümen dedi,
—Murakabe halinden sonra yapılan; lailahe illallah zikriyle meşgul olmaya Yâd kerd dedi,
—Nefy-u isbat çekerken ilahi ente maksudi ve ridaike matlubi sözünün mana ve ruhuna odaklanmaya Baz geşt dedi,
—Nefy-i isbatın manasını düşünmeye de Nigah daşt dedi,
—Sürekli kalbi uyanık tutmaya da Yâd daşt dedi,
Bu on bir maddeden sadece birini mesela ‘Nazar ber kadem’i açıklayacak olursak; hemen aklımıza Allahü Azimüşşan’ın nazar ettiği gönül makamı akla gelir. Çünkü gönlü en çok etkileyen gözdür. Göz gönlün dışa açılan ışığıdır çünkü. Gözden gelen sinyaller gönülde yankılanır her an. Zira gönül bu sinyaller sayesinde her dem gâh sevinir, gâh hüzünlenir. Onun için gönlü diri tutmak ve gönlü hoş tutmalı ki nazar ber kademle birlikte manevi aydınlanma gerçekleşebilsin.
Gönül sevgi yatağıdır. Öyle ki İmamı Gazali; Sevdiği kimsenin hizmetçilerini, onu öven, rızasını almak isteyen herkesi, hatta kapısını bekleyen köpeği, gezdiği yerleri, oturduğu memleketi sevmek bu tür sevginin sonucudur buyuruyor.
Hakeza Mecnun b. Amr (Kays) öyle der; Dolaşırım Leyla’nın yaşadığı yerleri, öperim toprağını, okşadığı şeyleri...
Nitekim Hz. Ömer’in Hacer’ül Esvet’e bakıpta; Ey Taş! Ben biliyorumki sen. Kimseye ne zarar nede fayda verirsin, Eğer Rasulullah’ın seni öptüğünü görmeseydim bende öpmezdim der.
Yine Abdullah b. Ömer (r.anh); Ömrüm boyunca hiç uyumadan ibadetle geçersem ve bu hal üzere ölsem, fakat gönlümde Allah’a itaat edenlere karşı bir sevgi, Ona isyan edenlere karşı da bir buğz olmasa bütün yaptıklarımdan bir fayda göremem der.
Allahü Teala; Benim için birbirini seven, birbirini arayıp soran, birbirini ziyaret eden, birbirine infak ve ikramda bulunanlara muhabbetim hak olmuştur (Ahmed, Müsned, 5, 229, Hakim) buyurur, Yine Rabbül Alemin mahşerde: “Benim celalim (rızam) için birbirlerini sevenler nerede? Hiçbir gölgenin bulunmadığı bugün onları kendi gölgemde gölgelendireceğim” (Müslim, Bırr,12 No: 37) muştusunu veriyor.
Bilmem bu güzel kelamlara ne eklenebilir ki. Vesselam.

İKİ IŞIK KANDİLİ: İMAM-I RABBANİ VE ABDULHALİK-I GÜCDÜVÂNÎ
SELİM GÜRBÜZER
İmam-ı Rabbânî (k.s) iki bin yılının sessiz değişim öncü müceddidir. Peki değişimin aksi öncüler kim dendiğinde bunun için Moğol serdarlarına bakmak kâfidir deriz.

Evet, Moğol serdarları gönül fethinden yoksun haleti ruhiyeyle bastıkları topraklarda etrafa korku ve dehşet saçmakla mahirdirler. Öyle ki barbarlıklarıyla Harzemşah Devletinin son verdiklerinde yediden yetmişe herkeste ümitsizlik duygusu kaplayacaktır. Böylece Moğolların yenilmezliği kanaati ağır basar da. Ancak ne zaman ki Gönül Sultanları irşatlarıyla devreye girer.

İşte o zaman umutsuzluğun yerini umut alacaktır. İşte bu noktada Ebu’l Hasen en Nedvi’nin “Kamil insanlar olmasaydı kalp temizliği ve nefis terbiyesi gerçekleşemezdi” sözleri yerini bulurda. Derken rabbani âlimler gönülleri fethederek umut tazeledikleri gibi Horasandan aldıkları nefesi Anadolu’ya, Anadolu’dan Balkanlara taşıyarak yeniden dirilişimiz gerçekleşecektir.

Bir başka değişim öncülerin izlediği yolun tam aksi hadiseye Hindistan’da Ekber Şah’ın dikta yönetiminde İslam düşmanlığı üzerine kurulu baskıcı uygulamalarında görülür. Müslüman Babürlüler bu durum karşısında ister istemez Yusuf misali kendilerini dipsiz kuyuya düşmüş hissedeceklerdir. Nasıl kendilerini kuyuya düşmüş hissetmesinler ki, bikere görünürde bu dikta yönetimle baş edilebilecek ortada herhangi bir umut ışığı da yok gibiydi.

İşte bu duygularla kuyu gölgesinde küfrün gırla gittiği ibretlik manzaralar eşliğinde ve izdırap içerisinde günlerini geçiriyorlardı. Düşünsenize namazlarını bile gizli kılar hale gelmişlerdi. Neyse ki umutların tam tükenişe geçtiği noktada Hz. Ömer’in 29. göbekten torunu 17 yaşında zahiri ilmi bitirmiş bir aydınlık güneşi bir genç umut ışığı olarak doğa gelirde ümitler bir anda yeşermeye başlayacaktır.

Hani her zorluğun ardından pembe şafaklar doğar derler ya, aynen öyle de Hind coğrafyasına ansızın bir güneş gibi doğa gelen o genç, adeta Hızır gibi yetişip Hindistan’ın eski başkentlerinden Agra’dan irşadına start verir bile. İyi ki de irşada başlamış, bu sayede Serhend’e döndüğünde bir yandan yazdığı risalelerle tüm fitne mümessili cereyanların uykularını kaçırırken diğer yandan da Müslümanların yüreklerine su serpip iri ve diri olmalarına vesile olacaktır.

Şimdi o irşat edici kim diye belki de merak etmişsinizdir. Zaten o devirleri şöyle bir tahayyül ettiğimizde fitne mümessili odakların korkulu rüyası, mazlumların umut ışığı İmam-ı Rabbani (k.s)’den başka kim olabilir ki. Kaldı ki yukarıda da belirttik ya, o iki bin yılın yenileyicisi zatın tâ kendisi güneştir. İmam-ı Rabbani (k.s) babasının vefatıyla birlikte Hac yolculuğuna çıkacaktır. İlginçtir dönüşte Delh’te Hace Muhammed Bâkî-billâh (k.s) ile bir şekilde yolu kesiştiğinde işin rengi daha da bir değişecektir. Zira yeni bir çağın kapısı aralanacaktır.

Ve bu büyük buluşmayla Hace Muhammed Bakibillah’ın elinden biati gerçekleşir. Tabii Hace Muhammed Bakibillah (k.s) kendine bağlanan gençin yüzündeki o engin pırıltıyı gördüğünde Şeyhi Hace Emkenegi’niden aldığı işaretle Hindistan’ın Serhend şehrine irşad için uğurlayacaktır. Hiç kuşkusuz bu sıradan bir uğurlayış değil, bilakis Serhend’i aydınlatacak uğurlayıştır. Üstelik bu aydınlanma Serhend’le sınırlı kalmaz, Ekber Şah’ın bulunduğu Ekber Abad şehre de sıçrar. Derken Nakşibendî tarikatın feyzi bereketi dalga dalga yayıldıkça zorba Hanlardan Müslümanlıkla şereflenenler oldukça kalpler yumuşayıverecektir.

Öyle ki Ekber Şah’la başlayan zorbalık, oğlu Cihangir döneminde yumuşamaya terk edip diğer dönemlerde tahta oturan hükümdarların bir öncekinden daha merhametçe adil olacak yönetim sergiledikleri gözlemlenir. En nihayet Evrengzib Han tahta oturduğunda ise halk rahat nefes alır hale gelir. Nasıl rahat nefes almasın ki, halk daha da dini bütün bir hükümdarla yüzleşir artık.

Evet, irşat budur. Gerçektende İmam-ı Rabbani (k.s) Faruk-i meşrebiyle (iyiyi kötüyü ayıran) sessiz sedasız çağın değişimini gerçekleştirdikten sonra her fani gibi o da 1624 yılında ardından dört yüz halife bırakıp ahrete öyle yol alır. O şimdi gönül tahtında, kıyamete kadar gönül tahtında yaşayacak da.

ABDULHALİK-I GÜCDÜVÂNÎ

Abdülhâlik-ı Gücdüvânî (k.s) Sadrettin Hocadan tefsir ilmi alıyordu ki, bir gün Hocasına sordu;

—Efendim Allah-ü Teâlâ “Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin” beyan buyurmak da, iyi hoş da bu nasıl olacak? Kaldı ki, duayı aşikâr yapsak riya tehlikesi var, içimizden yapsak şeytan fark edecek. Dolayısıyla bu durumda Allah’ı gizli olarak nasıl zikredebiliriz ki?

Hocası cevaben:

— Oğul bu dediğin ledün ilmidir. Allah dilerse seni dostlarından biriyle buluşturup, o sana bu gizli duayı öğretir der.

Gerçekten de Abdülhâlik-ı Gücdüvânî (k.s) zahirde Hâce Yusuf-i Hemedânî (k.s)’den, maneviyatta da Hızır(a.s)’dan nisbet alıp, en nihayet Hızır (a.s)’ın talimleri doğrultusunda gizli zikri talim eylediğinde bu ilme vakıf olacaktır. Derken bu meyanda üveysliğin hakkını verip bu arada Allah’a ulaşmada on bir sütun ortaya koyar da. Derken o müthiş on bir sütunu şöyle dile getirir:

—Zikrin sayısına riayete vukuf-i adedi der,

—Yaşanan her anın farkında olmaya vukuf-i zamani der,

—Kalbin zikirde odaklanmasına vukuf-i kalb der,

— Harama nazardan sakınmak adına ayağın ucuna bakarak yürümeye nazar ber kadem der,

—Nefesi boş yere tüketmemeye Huş-derdem der,

—Yaratılmış âlemden Hakka yürümeye ya da soluduğumuz vatandan cennet yurduna yürümeye Sefer-der vatan der,

—Zahiren halkla, kalben Allah’la olmaya Halvet-der encümen der,

—Murakabe halinden sonra yapılan; lailahe illallah zikriyle meşgul olmaya Yâd kerd der,

—Nefy-u isbat zikri çekerken ‘ilahi ente maksudi ve ridake matlubi’nin mana ve ruhuna odaklanmaya Baz-geşt der,

—Nefy-i isbatın manasını düşünmeye Nigah-daşt der,

—Sürekli kalbi uyanık tutmaya Yâd-daşt der.

İyi ki de on bir sütun ortaya koşmuş, bu sayede mesela on bir usulden ‘Nazar ber kadem’ sütununa baktığımızda hemen Allahu Azimüşşan’ın nazar ettiği gönül makamına muhatap kalacağımız muhakkak. Çünkü gönül en çok gözden etkilenir. Etkilendiğinde zaten gönlün dışa açılan kapısı olur da. O halde göz deyip geçmemek gerekir, çünkü gözden akan her tür sinyalin gönlü etkileme gücü vardır.

İşte bu etkilenme çeşidine göre gönül bir bakmışsın sevinir hale girer, bir bakmışsın hüzün hale geçer. Madem öyle, siz siz olun gönlü iki arada bir derede bırakmayın, bırakmayın ki gönül her daim iri ve diri olsun. İcabında bu da yetmez, gönlü ‘nazar ber kadem’ adabıyla hoş tutmalı ki, manevi aydınlanma gerçekleşsin.

Evet, gönül deryayı umman kaynaktır. İmamı Gazali Hz.leri bu yüzden; “Sevdiği kimsenin hizmetçilerini, onu öven, rızasını almak isteyen herkesi, hatta kapısını bekleyen köpeği, gezdiği yerleri, oturduğu memleketi sevmek bu tür sevginin sonucudur” der.

Bakın, Mecnun b. Amr (Kays) Leyla’ya gönlünü kaptırdığında “Dolaşırım Leyla’nın yaşadığı yerleri, öperim toprağını, okşadığı şeyleri” demekten kendini alamaz da.

Peki ya Hz. Ömer? Malum o yüce Halife de Hacer’ül Esved taşına bakıp; “Ey Taş! Ben biliyorum ki; Sen kimseye ne zarar nede fayda verirsin. Eğer Rasulullah’ın seni öptüğünü görmeseydim bende öpmezdim” demesi bir başka gönlün dile geliş öyküsüdür. Adaşı Abdullah b. Ömer (r.anh)’da şöyle der: “Ömrüm boyunca hiç uyumadan ibadetle geçersem ve bu hal üzere ölsem, fakat gönlümde Allah’a itaat edenlere karşı bir sevgi, Ona isyan edenlere karşı da bir buğz olmasa bütün yaptıklarımdan bir fayda göremem.” Ne diyelim, işte gönül bu.

Şu da var ki; Allah-ü Teala kullarına dünyada; “Benim için birbirini seven, birbirini arayıp soran, birbirini ziyaret eden, birbirine infak ve ikramda bulunanlara muhabbetim hak olmuştur” (Ahmed, Müsned, 5, 229, Hakim) çağrı yaparken, ahrete yönelikse mahşerde şöyle çağrıda bulunacaktır: “Benim celalim (rızam) için birbirlerini sevenler nerede? Hiçbir gölgenin bulunmadığı bugün onları kendi gölgemde gölgelendireceğim.” (Müslim, Bırr,12 No: 37)

Gerçektende ne güzel muştu. Ne mutlu bu muştu üzere ahrete gönül hoşnutluğuyla göç edene.

Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/793/iki-isik-kandili-imam-i-rabbani-ve-abdulhalik-i-gucduvn.html