555.yıl dönümünde FETİH RUHU ve NİZAM-I ALEM

FETİH RUHU
ALPEREN GÜRBÜZER
Fethin sadece savaş yönünü görmek ve kahramanlığı ön plana alan değerlendirmeler yapmak yanlış kanaatlere yol açacaktır. Oysa fethin ekonomik, sosyal ve jeopolitik faktörleri de söz konusu. Bu anlamda tarihi sosyoekonomik açıdan yorumlayan Ö. Lütfi Barkan, Fuat Köprülü ve Prof. Halil İnalcık gibi tarihçilerimizin değerlendirmelerine kulak vermeli. Dolayısıyla tarihçilerimizin, tarihe sosyoekonomik ve medeniyet yönüyle de ele almaları gerekiyordu. Aksi takdirde genç nesillerin fetih ruhunu söndürme görevi ifa etmiş olacaklardır.
Tek tip tarihi model anlayışları ile fetih ruhunu anlayamayız. Tarihi belgelerin ışığında, çok faktörlü yaklaşımlara yorumlamaya objektif tarih modeli diye tarif edilebilir.
İstanbul’un fethini incelerken, hislerimizin telkininden ziyade aklımızın ışığında belgeleri konuşturmak, genç nesillere hizmet olacağı muhakkak. Çoğu kere, Ulu batlı Hasan’ın burçlara diktiği üç hilalli bayrağın hissi heyecanına kapılıyoruz ama, her nedense fethe zemin hazırlayan ekonomik, sosyal ve katılımcı örgütlenmeye dikkatimizi çekmiyoruz. Elbette ki, heyecanımız da olacak. Fakat tarihi vakaları hislerle izah etmek, tarihe haksızlık olacağı gibi, yarınlarımızı da karartacağı muhakkak.
Eğer, Fuat Köprülü ve Halil İnalcık gibi, tarihçilerin tarihe sosyoekonomik ve kültürel bakışlarıyla tarihe bakabilmeyi de kavrayabilseydik, daha objektif tarih idrakine sahip olma imkânına kavuşabilirdik. Hatta Nizam-ı Âlem ülküsünün kuru cihangirlik davası olmayıp bir medeniyet hareketi olduğunu anlayacaktık.
Fetih deyince ne anlıyoruz? Fethin amacı neydi? Fethin takip ettiği metot, kullandığı malzeme ve mühimmatın evsafı nelerden ibaretti? Bu gibi sorularla zihnimizi yormuyor, kolaycılığa kaçarak hemen fethin kahramanlık boyutuyla açıklamaya yelteniyoruz. Oysa Fetih çok boyutlu bir hadisedir.
Fethin anlamı, yayılmak, açılmak ve fethetmek demek. Yayılmak derken sadece belli bir coğrafyayı kuşatmayı mı anlıyoruz? Eğer böyle idrak ediyorsak, o zaman fetih ruhunun ne demek olduğunu anlamamışız demektir. Fetih deyince, ekonomik, sosyal, kültürel ve askeri alanda şekillenmek, yapılanmak ve açılmak tarzında ifade edebiliyorsak, o zaman ortaya doğru bir tarihi teşhis koymuş oluruz. O halde tarihi geleneğimizi kahramanlık boyutundan çıkarıp, medeniyet planında analiz etmek sosyoekonomik ve kültürel tarihi geleneği doğuracaktır.
Batı’da, M. Boch, L. Febvre ve Fernand Braudel gibi aydınlar, tarihi sosyal değişim üzerine kurmakla, alışılmışın dışında yeni anlayış getirmişlerdir. Bu gibi yaklaşımların bizdeki öncüsü olan Ö.Lütfi Barkan, Fuat Köprülü ve Prof. Halil İnalcık gibi birçok tarihçilerimizin zihninde, tarihe sosyo-ekonomik olarak bakmasına etki etmişlerdir. O halde bizde bu verilerden hareketle Fetih Ruhu ve Nizam-ı âlem ülküsünü medeniyet çerçevesinde değerlendirmeye çalışalım:
Bilindiği gibi Fethin 54 güne sığan muazzam bir hazırlık boyutu var. Bu kısa zamanda fethin gerçekleştirilmesinde kahramanlığın yanı sıra;
—Fethe halkın katılımını sağlamadaki büyük bir teşkilatlanma ağı,
—Ordunun tam teçhizatlı hazırlanması,
—Lojistik donanımın temini,
—Gemilerin karadan Haliç’e inecek tarzda yapılması,
—Derviş gazilerin maneviyat rolü,
—Üç katı surları yıkabilecek topların döktürülmesi gibi fevkalade bir dizi tedbirler, fethin müessir olmasında en önemli unsurlardır. Maddi ve manevi her alanda organize olmuş halimiz Türk’lerin kültürü, sanatı, ekonomik yapısı, hayat tarzı, kabiliyeti ve medeniyeti hakkında ışık vermektedir. Hâsılı İstanbul’un fethinde kültür var, sanat var, ekonomi var, beceri var, kahramanlık var, hemen hemen her şey var. Önemli olan var olan maddi ve manevi unsurları görebilmektir. Tarihi iyi analiz ettiğimizde Fetih Ruhu ve Nizam-ı Âlem esprisinin ne demek olduğunu daha da kavramış oluruz.
Fetihlerin savaş cephesini görüp de, perde arkasındaki ekonomik sosyal ve kültürel yönüne bakmamak abesle iştigaldir. Rumeli Hisarı’nın surlarına bakıp dururuz ama, o hisarların dört buçuk ayda tamamlanmasındaki üretkenliği her nedense es geçiyoruz. Oysa Osmanlı’nın üreticiliği ve zamana karşı yarışı, kendi devrinin imkânları doğrultusunda medeniyetini oluşturması dillere destan müthiş bir hadise. İşte, Fetih Ruhu bu müthiş medeniyet misyonuyla gerçekleşti. Fatih’in topların dökümünde Macar Urban’dan faydalanması ve kendisinin bizatihi balistik muayenelerini kontrol etmesi, O övülmüş kumandan nezdinde toplumumuzun dışa açık yönünü de ortaya koyar. Sanıldığının aksine Osmanlı “içe kapanık” bir toplum olmayıp, “dışa açık” veya yayıarkadas fetih toplumu idi. Fetih, hem iç hem de dış dinamiklerimizin enerjiye dönüşmesi şeklinde tezahür etti. İşte bu enerjinin adı Nizam-ı âlem iksiridir.
İstanbul’un fethinde en çarpıcı yanlarından biri de muazzam örgütlenme olgusudur. Eli kılıçlı gazi-alperenler, şeyhler, müderrisler, kumandanlar, ahiler ve halkın bütün birimlerinin katılımı ile gerçekleşmiş bir fetih abidesi, bütün canlılığı ile önümüze sergilenmiştir. Katılımcılığın organizasyonundaki beceri örneği, Osmanlı’nın teşkilatlanma yapısının üstünlüğüne işarettir. Bazı önyargılı tarihçilerin, “Barbar Türkler” suçlamalarında bulunmaları haksızlıktır. Rumeli Hisarı’nın yapımında katılımcı anlayışla gerçekleşen taşların taşınması, işlenmesi, iş ve büyük bir dayanışma örneği ortaya koyma becerisi, onların bu iddialarını çürütmektedir. Biz fetih anında dahi böyle bir organizasyonu kurma maharetini ortaya koymuş milletiz. Yerleşik kurumlarımızı harekete geçirerek İstanbul’u fethetmişiz. Eğer göçebe dinamizmi ile fethetmeye kalkışsaydık, tarihte yıkıcılığı ile ün salmış Moğol kasırgasından hiçbir farkımız kalmayacaktı. Osmanlı, medeniyet olarak fethe damgasını vurduğu için, gelecek nesillere kalıcı eserler bırakabilmiştir. Kabalık, yıkıcılık gibi öğeleri fetih ruhunda göremezsiniz. Ekonomi, sosyal ve kültürel ağırlıklı fetih sembollerimiz, barbarlık yaftalamalarının yanlışlığını ispatlıyor zaten.

Osmanlı fethettiği yerleri fethetmekle kalmıyor aynı zamanda medeniyetini de götürüyordu. Yani ekonomik, sosyal, siyasi ve kültürel dokusunu da yayıyordu. O günkü şartlarda dışa açılma olayı fetih ruhu sayesinde nizam-ı âlem ülküsü ile gerçekleşiyordu. Çünkü İstanbul’un fethi, hem stratejik, hem kültürel, hem ticari hem de askeri yönden önemliydi. Zira İstanbul dışa açılmanın kilometre taşını oluşturuyordu. İstanbul, aynı zamanda ikinci Söğüt’tür. Osman Gazi’nin Şeyh Edebali ile yoğurduğu Söğüt ruhuna benzer ruh, Fatih ile Akşemseddin ikilisinde yeniden tazelenir. Nasıl ki, Osmanlı küçük bir aşiret iken, Osman Gazi ile Şeyh Edebali elinden yoğrularak beylikten “devlet”e geçilebildiyse, Fatih ile Akşemseddin’in elinden yoğrulan ikinci Söğüt hamuru ile de Viyana kapılarına uzanarak dışa açılma dediğimiz “Nizam-ı âlem” esprisi zirveye taşınmıştır. Şayet İstanbul fethedilmeseydi, Balkanlar’da, Akdeniz’de, Anadolu’da ve Karadeniz’de açılım gerçekleşemezdi. Fetih öncesine baktığımızda Osmanlı gerek Balkanlarda, gerekse Anadolu’da birçok çökme badireleri atlattığını görürüz. Boğazlara hâkim olunca bu problem büyük ölçüde giderilmiş, böylece Osmanlı’nın kendine güveni artarak fetih ruhu yeniden dirilişe sahne olmuştur.

Fetih, Türk tarihi açısından bir dönüm noktasıdır. Selçuklu coğrafyasında vatanlaşan Türkler, fetihle uygarlaşma doruğuna ulaşmıştır. İstanbul’un alınmasıyla müesseseleşme de daha da ileri adımlar atılmış, şehircilik örnekleri verilmiş lonca sisteminde gelişmişlik kaydedilmiş, hâsılı kendi içimizde yeniçağımızı kurmuşuz. Demek ki; Türk’ün yeniçağı İstanbul’un fethi ile başlamış. Hakeza Yeniçağımız bir anlamda fetih ruhunun özüdür. Her milletin gelişme evrelerinde göçebelik, yerleşiklik, sanayileşme ve bilgi toplumu gibi basamakları vardır. Mesela bir Avrupalı için yeniçağın başlangıcı Amerika’nın keşfidir. Nitekim Avrupa Amerika’nın keşfine kadar ortaçağını yaşarken, Osmanlı o sıralarda gelişme (yükseliş) çağlarını yaşıyordu. Hatta Osmanlı kapitülasyon uygulamaları ile 1580’de İngiltere’ye ticaret serbesti imkânı sağlayarak, sanayileşmelerinde önemli ölçüde katkıda bulunmuş ve üstelik cüzi bir rakamla gümrük vergisi dahi almıştır. Böylece İngiltere, Devlet-i Aliye sayesinde mevcut yan sanayisini beş misli artırarak kendi “kapitalizmini” kurmuşlar. Osmanlı fethi müteakip, dünyaya yön vermede önemli pay sahibidir. Osmanlı serbest pazarının, İngiltere’nin sanayileşmesine önemli katkısı inkâr edilemez. Tıpkı, bugün ABD’nin dünya dengesine etki yapmasında olduğu gibi. Dün Osmanlı modaydı, bugün ise Amerika.
Fetih şuuru, Fatih’te çocuk yaşta filiz vermeye başlar. Bu bilinç 13 yaşındaki bir çocukta nasıl olur demeyiniz. Ta o devrelerde sürekli yanında bulunan Zağanos ve Şehabettin gibi hem siyaset, hem de kumandanlık dehası olan bu ikili lalanın varlığı büyük bir şanstı. O’na fetih ruhu veriyorlardı habire.. Çandarlı Halil Paşa’nın muhalefetine rağmen, Fatih kararını çoktan vermişti bile: “Bizans ülkemizin ortasında kaldıkça bizim devletimiz için emniyet yoktur” diye.
Fethe önce iki sene süren bir ince eleyip sık dokuma denilen analitik hesaplarla işe koyulunmuş, o müthiş hazırlık safhasının ardından İstanbul’un fethi nasip olmuştur ancak. Öyle ki her şey bir sistem dâhilinde ayarlanmış, stratejik önlemler alınmış (meselâ, Karaman arkadan saldırmasın diye arazi veriliyor, Venedikliler ile anlaşma yapılıyor), askeri teçhizat yenileniyor, sayısı artırılıyor ve toplar döktürülüyor vs.. Bütün bunlardan daha da önemlisi, İslâm hukukunda Müslüman bir devletin, harbe girmeden önce üç defa teslim teklifinde bulunması kaidesi uygulanıyor. Fatih, şehrin harap olmaması, can ve mal zayiatının fazla olmaması taraftarı idi. Hukukun gereğini de yerine getiriyor. Fakat teslim teklifi karşılık bulmayınca fetih kaçınılmaz hal alıyor. Böylece, bir yanında Akşemseddin, Molla Gürani, Molla Hüsrev gibi âlimler, diğer yanında Zağanos, Şehabettin gibi paşalar(lalalar) ve gazi alperenlerle 21 yaşındaki genç Fatih komutasında İstanbul’un fethi vuku buluyor. Zafer günü şehir kapısından Ayasofya’ya adım atar atmaz atından inip, ilk iş olarak alnını secdeye koyması ve iki rekât şükür namazı kılması mühim hadisedir. Çünkü zaferin heyecanına kapılıp da bir an olsun gurura kapılmamak adına, o yaşta Allah’a kul olmanın idrakiyle hareket ediyor. Ona da o yakışırdı zaten.
Fatih’in kumandanlık meziyetinin yanı sıra, ince ruhluluğu da kayda değerdir. Şöyle ki, O hem şair, hem âlim hem de dervişti. O’nun G. Bellini’ye elinde gülü ile kendisini resimlettirmesi, peygamber gülünün takipçisi olduğunu gösterir. Biliyordu ki gül sevgidir, sevgilinin bakışlarındaki pırıltıdır. İşte o pırıltı, o heyecan fethin manevi yönünü de ortaya koymaya yetti bile.
Fatih, aynı zamanda Nizam-ı Âlem davasına gönül vermiş bir kumandandır. O’ndaki Nizam-ı Âlem şuuru şu sözlerde bütün heybetiyle gösteriyor ve diyor ki: “Bütün İslam dünyasının gaza kılıcı benim elimdedir”
Nitekim bu veciz güzel sözler yazılı olarak Memluk Sultanlığına da iletilerek fethi müteakip o ince hilal kaşlarındaki bakışları Roma’ya çevrilmiştir. İstanbul fethedilince, bu sefer de kızıl elmamız Saint Pierra’nın kubbesine oturur.
Artık, İstanbul’dan ötelere taşmak gerekiyordu. Nizam-ı Âlem ülküsü, öyle bir ülkü ki, durmak bilmiyor, ölümüne bir sevda ile yüklü idi. Bu sevdayı yaşayan bilir, yaşamayan asla bilemez. İşte fetih ruhu dediğimiz hareketin sırrı bu ruhu tadanlarda gizli. Yaşadılar ve sonunda zafer Onların oldu, göndere üç hilalli bayrağı çekmeyi başardılar da. Hilaller üç kıtayı, yani Nizam-ı Âlemi müjdeliyordu adeta...
Fetih olayı, bir hareket olmanın ötesinde Orta Asya’dan Anadolu’ya, Anadolu’dan da Avrupa’ya yönelen diriliş hamlesidir. Bu diriliş ruhu, batı’yı korkuya sevk ettiyse de ileride avantaja dönüşen hareket olmuştur. Çünkü İstanbul’un fethiyle Osmanlı’nın ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel yapısının etkileri Batı’ya yansıyacaktır. Kelimenin tam anlamıyla Avrupa devletlerinin toparlanıp, sistem oluşturmasında Osmanlı’nın çok payı vardır. Bu gün her sahada batıya dönük hayranlığın bir başka benzeri o dönemde Osmanlı’ya duyuluyordu. Bir aydınımızın: “Tarihte tek mucize var, o da Osmanlı mucizesidir.”dediği olay, Batı’yı derinden etkilemiştir. O mucizenin adı Nizam-ı Âlem ülküsü idi.
Fetih ruhu ile batıya yayılırken, doğu dünyası da Haçlı seferlerinden korunmuş oluyordu. Demek ki; fetih açılmanın ötesinde koruyucu şemsiye de. Böylece bu şemsiye sayesinde İslam dünyası himaye altına alınmıştır.
Batıya rehber olan ve doğuyu da koruyan, tek güç Nizam-ı Âlem vakasıdır.
AYASOFYA
Kızılelma ülküdür. Ordunun gideceği yeri belirleyen bir ülküdür. Öyle bir “ülkü” ki, yaklaştıkça uzaklaşan, hiç sönmeyen bir yıldız gibidir. Her hedefe varıldığında Kızılelma ötelere kanatlanır usul usul.
Ayasofya bir ülküydü. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethi ile ülkümüz, Roma (Saint Pierra)’ ya sıçrar, sıçramakla kalmaz gönüller feth olunur.Yani, Kızılelma Saint Pierra kilisesinin üstüne konarak insanlığı selamlamış.. Malum olduğu üzere Kanuni devrinde, Şarlken olayı meydana çıkınca Beç (Viyana) ve Almanya Kızılelmaları teşekkül etmiş. Ya Fatin ne yapmış, oda Ayasofya’ya girerek, Bizans’ın kızıl küresini, Kızılelma’ya çevirmiş. Derken O gün, bugün “Kızılelma” bizim ölesiye sevdamızdır.
O sevda, Resûlullah’ın (sav) “Ümmetimden Kayser’in (İstanbul) şehrine gaza edenler af olacaktır.” Hadisi Şerifleriyle kıvılcım aldı. Yine Peygamber (sav)’in “Kayser’in şehri fethedildi. Orada ezan okunmadıkça kıyamet kopmayacaktır.” sözleriyle sevdamız aşka dönüşüverdi. Öyle bir aşk ki; Hz. Muaviye’nin sevk ettiği ordu içerisinde Hz. Ebû Eyyüb Ensarî’nin (Halid bin Zeyd) muhasara esnasında İstanbul surlarına yakın bir yerde şahadet şerbeti içmesine vesile olacak bir sevda. Seneler sonra şehit düştüğü yerin keşfi, Akşemseddin Hazretleri’nin kerametiyle ortaya çıkar ve bu yüce Sahabe’nin mezarının bulunmasıyla birlikte Osmanlı daha da güç kazanacaktır.
Resûlullah (sav) Hadis-i Şerifinde “İstanbul muhakkak feth olunacaktır. O’nu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve O’nun askeri ne güzel askerdir.” buyurmuş. Bu hadis-i Şerife nail olabilmek için İstanbul’u fethetme teşebbüsleri olmuş habire. Nitekim nasip; zahiri kumandan “Fatih Sultan Mehmet” ve manevi kumandan “Akşemseddin” ile eli kabza tutmuş “Gazi Alp erenler”, “Müderrisler”, “Mollalar” ve nice “Şeyhlere imiş.
Fatih-Akşemseddin ikilisi, Fethi Mübin’in temel taşıdır. O yüce kumandan, biran evvel Hadis-i Şerifin sırrına ermek adına günlerce Akşemseddin’den işaret bekler. Nihayet beklenen müjde Şeyhin şu güzel sözleriyle yankıarkadasır gök kubbede:
-”Yarın sabah şu kapıdan (Top kapı) hisara yürüyüş ola. İzni Huda ile Babı Zafer feth olup, ezan sedası ile sûrun içi dola. Gün doğmadan Gaziler sabah namazını hisar içinde kılalar.” ifadeleriyle kati müjdeyi verir. Şeyh Akşemseddin; “Begüm bu kalanın fetihi sen olasın, deyü âlem-i Şehzadelikte sana tebşir ettük.” der.
Fatihte gereğini yapar ve Feth-i Mübin’i gerçekleştirerek, beyaz at üzerinde Topkapı’dan Kayser’e girerek Hadis-i Şerif’in mana ve ruhuna hürmeten Ayasofya’ya girer girmez, atından inip derhal secdeye varır. İlk Cuma namazı da üç gün sonra orada eda edilir. İmamet’e tabii ki, fethin manevi başbuğlarından Akşemseddin geçecek, hutbeyi de O okuyacaktı. Akşemseddin Hazretleri, bir gönül sultanı edası içinde Fatih namına hutbe irad eyledi böylece.
İstanbul’un manevi cephesi kısaca buydu. Fetih nasip olup, Fatih Ayasofya’ya girdiğinde fethin maddi cephesi, hürriyet fermanıyla çerçevesini bulmuş ve şöyle demişti Patrik’e:
-”Ayağa kalk! Ben Sultan Mehmet. Sana ve arkadaşlarına ve bütün halka söylüyorum ki, bugünden itibaren artık ne hayatınız, ne de hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayınız.”
Fatih, yani Patrik’i tayin ve himaye eden fermanıyla Bizans halkının teveccühünü kazanıyordu. Öyle ki, Lukas Nataros; “Latin şapkasındansa Türk sarığı görmek yeğdir” diyebilmiştir.
Fatih Sultan Mehmet’in açtığı bu geniş hürriyet fermanı, sonraki padişahlara da ışık vermiş. Şöyle ki; Yavuz, gözü kara bir padişah ve celallik yönü daha ağırlıklı, fakat âlimlere de son derece saygılı bir delikanlıvarı bir lider.
Yavuz, Hıristiyanların bir densizlik ve hataları yüzünden celâllenir ve hepsinin başının kesilmesini emreder. Fakat Osmanlı’da her emir anında yerine getirilmez, zira hukukî yönüne bakılıp, sonra hüküm verilirdi. Nitekim de öyle oldu. Şeyhül İslâm Zembilli Ali Efendi hele dur nedir bu acelen dercesine Padişah’a:
-”Efendimiz, dedeniz (Fatih) Hıristiyanların mal ve canlarına dokunulmayacağına dair yazılı bir ferman vermişti.” der.
Yavuz:
-”Ya öyle mi? Fermanı getirsinler de bir görelim.”
Z. Ali Efendi cevaben:
-”Bu ferman bir yangında yanmıştır.”
Yavuz celâllenerek:
-”Bu fermanı görmedikçe Hıristiyanların kafasını kesmekten vazgeçmem.”
Z. Ali Efendi gayet soğukkanlı bir tarzda:
-”Acele buyurmayınız. Ferman yandıysa da, fermanı hatırlayan iki Müslüman şahitliği kâfidir” der.
Yavuz tam ikna olamaz ve şöyle der:
-”Dedem Fatih, İstanbul’u alalı yetmiş yıl oldu. O zamanı hatırlayacak adamın hiç olmazsa doksan yaşında olması lazım gelmez mi?”
Zembilli Ali Efendi bunun üzerine doksan yaşında iki ihtiyarı huzuruna çıkarıverdi. Derken yaşlı adamın Şahadetleriyle (şahitlikleri ile) Yavuz Sultan Selim emrini geri almak zorunda kalır. Ona da o yakışırdı zaten. Osmanlı bir hukuk devleti idi çünkü. Hukukun üstüne Padişahta olsa çıkamaz. Nizamnameler, fermanlar örften sayılırdı. Onun için buradan bizim tarihimize “astığı astık, kestiği kestik’’ yaftalamasında bulunanlara duyurulur, tabii anlayana.
Fatih Sultan Mehmet bununla da yetinmemiş, Feth-i Mübinle birlikte İstanbul’u Medeniyetlerin başkenti ilan etmiş, yani bu güzel şehri Roma-Bizans-İslam üçgeninin (medeniyetlerinin) beşiği durumuna getirmiştir. İstanbul, Roma ve Bizans’tan sonra tek kalıcı damga İslâm mührüdür. Öyle bir mühür ki, bizim himayemizde yaşayan farklı kimlik ve etnik gruplar içeren gayr-i Müslimler, gerçek hürriyeti bizim iklimimizde bulmuşlardır. F. Grenard; “Osmanlı’lar hiçbir zaman milliyetler tezadı oluşturmadı” sözleriyle bu durumu teyit etmiş zaten.
Yavuz ve Zembilli Ali Efendi arasında geçen karşılıklı münazaraya benzer bir olayda Kanuni devrinde de olmuş. Kanuni Ebussuud Efendi’nin engeline maruz kalmış. Zira ulema, kanunların ve nizamnamelerin hazırlanmasında yetkili zümre idi. Avrupa’nın millet meclisinden beklediği şeyi, Osmanlı, ulema ve ümeradan bekliyordu. Ulema ve umara ehramın tepesinde “ehli hal akd” zümresini teşkil ediyordu. Osmanlı’nın yükselişindeki sırlardan biri de bilge insanları baş tacı yapmasıydı... Kanunî’nin kiliseleri camiye tahvil etmek istemesi üzerine, Ebussuud Efendi gibi bir ulema, Fatih’in Patrikhane’ye verdiği ahitnameye dayanarak reddetmiştir.
Demek ki Kızılelma, Feth-i Mübin gerçekleşmeden önce Ayasofya idi. Fetih vuku bulunca kızıl elmamız Saint Pierre’nin kubbesine inmiş adeta. Çünkü Kızılelma, gökteki yıldızlar gibidir, yakınlaştıkça uzaklaşır ülkü heyecanı tükenmesin diye. Fakat bu sefer Kızılelma ötelerde değil, ilk defa Kızılelma tarihi seyri şaşırtırcasına hızla yakınlaşmıştır. Nasıl mı?
Düşünebiliyor musunuz? İstanbul bizim coğrafyamız sınırları içinde olduğu halde, O’nun gözbebeği ve kalbi olan “Ayasofya” yanı başımızda müzedir hala. Kızılelma Saınt Pierra’nın üzerinden tekrar Ayasofya’nın kubbesine oturmuş bir kez daha. Öyle ki burnumuzun dibinde Ayasofya, kendi kendine mahkûm etmişiz. Bunun anlamı gayet açık Kızılelma artık ne Viyana da, ne İtalya’da, ne de ötelerde, gözümüzün önünde artık, yanı başımızda yani coğrafyamızda.
Demek ki Çarmıha gerilen Hz. İsa (as) değilmiş, gerilen tarih sadece. Geriye kalan içi boş, minarelerinde ezan okunmayan, adeta ruhu alınmış taş yığını sanki. Her şeyden öte susturulmuş koca bir tarih anıtı. İşte Ayasofya bu, gözümüz önünde cereyan eden bir trajik âbide bu. Şimdilerde müze diyorlar, neyin müzesiyse. Ya da kendi kendisinin müzesi mi?
İçinde müzeye ait, müzelik eşyalar varmışçasına adını gönüllerden silmeye çalışıyorlar. Yoksa taş duvarlara mı müze dememizi bekliyorlar? Onlar bekleye dursunlar Ayasofya başlı başına tarihi bir hafızamız, o hafızanın zihinlerden silinmesi öyle kolay olmasa gerek.
Önce 1927 yılı, 1057 sayılı kanunla, Tuğra kanunu maddelerinden hareketle, Osman oğulları’na ait ne var ne yok, nice sanat eserlerini ve kitabelerini yok etmekle işe koyulmuşlar. Daha sonraları da Ayasofya Camii1934 yılında devrin Maarif Vekili Abidin Özmen’in teklifiyle, İsmet İnönü hükümeti tarafından müze haline getirilmiştir. Daha da ileri gidilerek etrafında dört başı mamur minarelerini yıkmayı bile düşünmüşler. Fakat İbrahim Hakkı Konyalının raporu uyarınca yıkımdan vazgeçilmiştir. Bakın raporda:
“Ayasofya’yı büyük mimarımız Sinan payandalarla takviye etti. Sultan II. Selim, hantal görünüşlü Ayasofya’nın kubbesinin kaymaması için poyraz tarafına iki kalın minare daha yaptırdı. Kıble tarafındaki minarelerde, destek vazifesi görürler. Eğer bu minareler yıkılırsa ana kubbe hemen çöker...” ibareleri neyse ki yıkımı önlemeye yetmiştir. Ne yazık ki, bazı vakıf binalarının yanı sıra, Fatih’in yaptırıp ta oğlu II. Beyazıt’ın genişlettiği medresenin yıktırılması önlenememiştir.
Resûllullah (sav)’in Kayser dediği İstanbul, öteden beri, iç ve dış mihrakların ilgi odağı olmuştur. Ayasofya’nın Fatih Sultan Mehmet’ten son Halife Abdülmecit’e ve Cumhuriyet devrine kadar cami ödevi yapmış, fakat 1934’de müze haline getirilmiştir. Öyle anlaşılıyor ki tüm entrikaların kaynağında, tekrar cami olması endişesi var. Aslına dönmekten imtina edenlerin uykusunu kaçıran olay bu olsa gerektir, yani “Kızılelma tekrar ötelere sıçrar mı?” düşüncesidir.
Dedik ya, Ayasofya mahzun, aynı zamanda gönüllerde mahzun. Kendi kendisinin müzesi durumunda olan Ayasofya’ya bir görev daha verilmek istenmiş. Bu yeni vazife, dans gösterilerine sahne olması için mekânlık ve konukluk ifa etmek. 1995 yılında işbaşında bulunan hükümet, bunu çekinmeden yapmışta. Onlar önceden, bu denli tepki ile karşı karşıya kalacaklarını tahmin etmedikleri için, böyle bir karar alma cüretini gösterebilmişlerdir. Sonunda kamuoyunun sağduyusu galib gelmiş ve hevesleri kursaklarında kalmıştır.
Onlar müze, müze dedikçe Ayasofya her geçen gün aslına dönmenin eşiğinde. Sağduyu çağırdıkça O aslına rücu edecektir elbet...
Önce Kudüs, Şam, Bağdat, Mekke derken daha sonra da İstanbul esir alınmak isteniyor sanki. Bu sıraladığımız merkezler aynı zamanda medeniyetlere ışık saçmış başkentlerdir.
Papa VI. Paul ve etrafındaki zevatla birlikte İstanbul’a gelip Ayasofya’da diz çöküp dua edebilmiş ve hiçbir resmi muamele görmemiş, kendi insanımız, kendi öz yurdunda öksüz muamelesi görerek, namaz kılınmasından mahrum edilmek istenmiştir. Acaba hem Ayasofya, hem de gönüller mi öksüz? Fatih’in Akşemseddin’in arkasında durduğu, eda ettiği namaz gönüllerde hala “Kızılelma”dır. Bütün müminler Fatih’in o ihtişamlı günlerini andırır vaziyette namaz kılabilmenin heyecanını hissediyor, aslına döneceği günleri bekliyor. Papa VI. Paul’a tanınan hak, insanımızdan esirgenmemeli. Ayasofya tarihi kimliğine kavuşacağı günleri bekliyor oysaki.
Ayasofya ayağa kalktığında gönüllerdeki heyecan da durulacak,“Kızılelma”mız bir rüya değil, hakikat olacaktır elbet. Daha başka ne diyelim, bize İnşallah demek düşer şimdilik!

AKŞEMSEDDİN VE FATİH

Akşemseddin Hz.leri Şam’da doğmuş, yedi yaşında babası Şeyh Hamza ile Amasya’ ya gelip yerleşmiş ve İslami ilimleri bitirdikten sonra Osmancık müderrisliğine getirilmiştir. Henüz 25 yaşlarında iken ününü duyduğu Hacı Bayram Veliye intisap etmek istemişse de O’nun sofileri ile birlikte dükkân dükkân dolaşıp, halktan yardım topladığını görünce dilencilik yaptığını zannederek vazgeçmiş. Oysa toplanan yardımlar ihtiyaç sahipleri içindi. Osmancık’tan ayrıarkadas Akşemseddin Haleb’e Şeyh Zeynüddin Hafiye intisap için yola çıkar. Haleb’e varır ancak rüyasında bir ucu kendi boynuna takılmış, diğer ucu Hacı Bayram’ın elinde bir zincirle Ankara’ya doğru çekildiğini görür. Bu rüyadan kendine göre ders çıkartarak önce Osmancık’a, sonrada Ankara’ya giderek Hacı Bayram Veliye bağarkadasır. Bir süre tasavvuf eğitimi aldıktan sonra Hacı Bayram Veli O’na irşad hilafeti de verir. Akşemseddin
Hacı Bayram Veli’nin vefatından sonra yaptığı irşadı ile etrafı aydınlattığı gibi âlimler arasında da dikkat çekti.
Şöyle ki, Fatih İstanbul’un fethi ile ilgili istişare toplantısı yapar. Âlimlerin ortak kanaati; Beni Asfar ile yapıarkadas savaş sonrası Mehdi ‘nin yardımı ile İstanbul’un fetholunacağını, dolayısıyla İstanbul’u kuşatma sevdasından vazgeçilmesi gerektiğini beyan ettiler. Akşemseddin ise tam tersi görüş belirterek; önce İstanbul’u Sultan Mehmet fetheder, Mehdi’nin fethinin bu hadiselerden sonra olacağını dile getirir. Bunun üzerine Fatih Sultan Mehmed İstanbul’un kuşatmasına karar verir. Kuşatmanın elligünü dolduğunda zaferden ümidini kesen devletin ileri gelenleri ve alimler padişaha gelip: ‘’ Bir sufinin sözüyle bukadar asker zayi oldu, bunca hazine telef oldu.. Şimdi Avrupa’dan da kâfire yardım geldi, fetih ümidi kalmadı’’ dediler.
Sultan fatih vezir Veliyüddinoğlu Ali Paşa ile Akşemseddine haber salarak; ‘’ Kale feth olmak, orduya zafer bulmak ümidi varmıdır’’ dedi. Hatta bununla da yetinmeyip veziri Mezburi gönderdi; ’’ Tayin vakit eylesin’’ dedi. Akşemseddin ise şöyle dedi: ‘’ Rebiül evvel ayının 20. günü seher vaktinde sıddıkı himmetle filan canibden yürüyüş eylesinler. Ol gün feth ola ‘’ müjdesini kati olarak verir ve son sözlerini şöyle bağlar; ‘’ Yarın şu kapıdan (Topkapı) hisara yürüyüş ola. İzni Hüda ile babı zafer feth olup ezan sedası ile sur’un içi dola, gün doğmadan gaziler sabah namazını hisar içinde kılalar’’ ifadeleri ile moral vermiş gerçektende onun belirttiği vakitte fetih gerçekleşmiştir. Fatih fetihten sonra Akşeyhin ellerini öpmüş, İstanbul’ u atbaşı beraber girerken Bizans kızları Piri fani Akşemseddin’ i Fatih sanarak çiçekleri ona uzatmışlar, fakat Akşemseddin Fatihi göstererek çiçekleri ona veriniz der. Fatih ise ;’’Verin, verin, çiçekleri ona verin, Padişah benim ama o benim Hocamdır’’ diyerek karşılıklı mütevazı örnekleri sergilerler.
Fatih Ayasofya’ya girdiğinde Patrike; ‘’ Ayağa kalk! Ben Sultan Mehmed. Sana ve arkadaşlarına söylüyorum ki, bugünden itibaren artık hayatınız, ne de hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayınız’’ fermanıyla Bizans halkının tevecühünü kazandığı gibi özgürlük dersi de vermiş oldu. Fatih Ayasofya’ ya girer girmez atından inip secdeye varır ve O yüce Peygamberin; ‘’ İstanbul muhakkak feth olunacaktır. Onu fetheden ne güzel kumandan ve onu fetheden ne güzel askerdir’’ sözlerinin şükrünü eda eder. Ayasofya üçgün sonra camiye çevrilir , orada ilk Cuma hutbeside Akşemseddin tarafından okunup ,onun üç kere iftittah tekbiri alıp, ancak üçüncüsünde başlattığı imametiyle ilk Cuma namazı gerçekleşir. Artık Ayasofya, Akşeyhin ve Fatihin ellerinde İstanbulun gözü olmuştur..
Fetihten sonra Fatih Akşeyh’ den Eyup Sultan ( Ebu Eyyub Halid El Ensari) Hz.lerinin mezar yerinin bulunmasın rica eder.. Malum olduğu üzre Ebu Eyyub el Ensari Emeviler devrinde İstanbul kuşatmasına katılmış ve hastalanarak vefat edince surlar dışındaki bugünkü yere defnedilmiş, zamanla mezar yeri kaybolmuştu.. Akşemseddin İki ağaç dalını alıp kabrin baş ve ayak hizasına dikti ve ‘’ yeri burasıdır’’ diyerek oradan ayrıldı. Ancak Fatih bir adam göndererek dalların yirmişer adım güney tarafa çektirdi. Sabah olunca Fatih kabrin tekrar bulunmasını rica etti. Akşemseddin doğruca; ‘’dalların yeri değişmiş’’ dedi ve tekrar yerini tesbit ederek Kabrin başından biraz kazılınca ‘’ Halid b. Zeyd’in kabridir ‘’ yazılı bir taş çıkacağını haber verdi. Orası kazıldı ve aynen dediği şekilde mezarın keşfi gerçekleşmiş oldu.. Fatih mezar üzerine bir türbe ve camii yaptırdı. Ebu Eyyub El Ensarinin mezarının keşfi ile Osmanlı dahada güç tazelemiştir. Onun için Fatih bu olay üzerine; ‘’ Akşemseddin gibi bir zatın bulunmasından duyduğum sevinç, İstanbul’un fethinden dolayı duyduğum sevinçten az değildir ‘’ diyerek şükretti. Böylece Fatih kuşatma sırasında; ‘’ Ya İstanbul beni alacak, Ya ben İstanbul’u’’ sözlerindeki ruhu Akşemseddine borçlu olduğunun bilinciyle tazimde kusur etmedi.
Fatih Akşemseddinden bir ricada daha bulundu, huzurunda halvete girip tasavvuf neşesiyle yaşamayı.. Akşemseddin kabul etmedi ve şöyle buyurdu: ‘’ Sen bizim tattığımız lezzeti tadarsan saltanatı bırakırsın. Seni dervişliğe kabul edersem devletin düzeni sarsılabilir. Bununda vebali çok büyük olur. Adalet eylemek Padişah için keramet sayılır. Müslümanların rahat ve huzuru için devletin varlığı gereklidir.’’ der ve Fatih bu sefer Hocasının istanbul’da kalmasın ister fakat O daha önce yerleştiği mekan olan Göynük ‘ e döner.. Hayatının son demlerini Göynükte geçirir ve ruhunu orda teslim eder. Bugün Akşemseddin’nin kabri Süleyman Paşa Camii’nin yanındadır. O şimdi gönüllerde.

ALİ KUŞÇU VE FATİH

Peygamber dilinden övülmüş Fatihimiz, davetine icabet ettiği konuğunu beklemekte, gözü yoldadır, nihayet birçok ilim heyetinin bulunduğu kafile yaklaştıkça Fatih’i heyecan sarar, derken büyük buluşma gerçekleşir. Çünkü Ali Kuşçu on beşinci yüzyılın en büyük astronomu ve matematikçisidir.
Ali Kuşçunun yetişmesinde şüphesiz en büyük etken Uluğ Beydir. Hoca talebe ilişkisinin ötesinde birbirlerine dost yoldaştılar. Hem gönül yoldaşı hem de göklere yolculuk için ilk ders Uluğ Bey tarafından verilir ona, ama o zihninde kelam ve nakli ilimleri de öğrenmek ister. Fakat bu eksikliği giderecek ilim Semerkand’ın dışındaydı, Semerkand daha çok astronomi ve matematik ağırlık ilim tahsili görevi yapıyordu.. Bu isteğini Hocası Uluğ Bey’e ilk etapta açıklayamaz ve usul usul gizlice Kirman’a gidiyor. Böylece Semerkand’dan Kirman’a yeni bir yıldız akmıştır. O şimdi bilge insanların dizinin dibindedir. Kirman’da Maraga rasathane kurucusu Nasiruddin-i Tusinin kelamla alakalı Tecridü’l Kelam eserine şerh yazarak biranda dikkatleri üzerine çeker. Nitekim matematiğin dışında kelam ilminde de otoriter olduğunu ispatlar. O nerde olursa olsun, hatta dağın vadin üzerinde de olsa, tabir caizse yağmurla bile yarış edecek kadar dopdolu idi. Derken buralara astronominin tüm incelikleri aşıarkadasır, aynı zamanda buralarda dini ilimlerle beraber astronomi araştırmalarını da sürdürür. Onun içindeki tufanı kimse bilemezdi, nasıl bilinsin ki, yaşayan ancak anlar, nitekim yaşanacaktı o hoyrat sıla acısına rağmen, onun için öğrenme aşkı Leyla’dır şimdilik. İçindeki tufan dile gelir: ‘’Nolur selam söyleyin bana karşı eseflenmesin hocam, ondan usandığımdan dolayı buralara gelmiş değilim, bilsin ki yüreğim onunla, adım yanında kalsın, seher çağında güllerim solmasın, sor da anlatsın bu gök kubbe halimi’’ der.
Kirmanda ihtiyacı olan Leylasına kavuştuktan sonra, Semerkand hasreti doruk noktaya varmadan o yıldız tekrar kayar ana kaynağına. Evet, O şimdi asıl Leylası karşısındadır. Biliyordu çok üzmüştü hocasını, iznini almadan uzaklaşmıştı, ah esirge sultanım, gel kaldır adaveti, artık artır muhabbeti dercesine yinede cesaretini toplayıp huzura alınır ve huzurda bedeni akkor kesilse de Uluğ Bey’in dilinden dökülen ilk inci tanesi:
—Kirmandan bana ne getirdin? Sualiyle başlayan sözler yüreğini rahatlatır.
Cevaben Ali Kuşçu:
— Size Eşkâl-i kameri(ay’a ait ve ayın geçirdiği değişik evreleri ile ilgili risaleyi) getirdim diyerek kendisini affettirecek jesti yapar.
Uluğ Beyde ona jest yapar, sefaret heyetini ülke dışına göndereceği zaman yanlarına muhakkak Ali Kuşçuyu da katarak kabına sığmayan talebesini daha da ötelere taşmasını arzulamaktadır. Gezilerin dışında günlerini hep hocasının yanında geçirerek hizmete kendisini adadı. Hatta o hizmetlerin semeresini Kadızade Rumi ve Gıyaseddin Cemşid’in vefatlarının ardından rasathane müdürlüğüne getirilerek görecektir. Derler ya önce himmet değil hizmet, oda öyle yaptı zaten. O artık yönetilen noktada değil bizatihi yönetendir, ama yöneticiyim diye yıldızlar yücelerden kayarken, ya da renkler gecenin karanlığında sıyrılırken seyirci kalamazdı, o halde ne yapmalıydı? Evvela ilk iş Yıldızlar katalogu eserini ortaya koymaktı, sonra da Zıc-i Uluğ Beg’i yahut bir başka ifadeyle Zıc-i Güreganı ‘yı (Yıldızların hallerini belirleyen cetvel-astronomik tablolar) tamamlamak olacaktı. Rasathane müdürü olsa da ilim çilesi onun için sönmeyen bir alevdi, hayalinde gökyüzü denen âlemin sırlarını insanlığın hizmetine sunmak vardı, o gök sedanın heyecanını taşırdı hep yüreğinde. Nasıl olsa ömür geçer diye O bu duygularla her mevsim gecenin karanlığında yıldızın mavilinde seyre dalar, ufuk penceresinde bir ağıt faslı başlatırdı inceden inceye.. Mevla’dan hedefine erişmek iştiyakıyla O’na sığınır, durmak yoktu, çünkü gökyüzü uçsuz bucaksızdı, enginlere koyulmalıydı, çağın çilesini yüklenmeye hazırdı her an. Bu yüzden W. Barlhod onun için; 15. asrın Batlamyusu’dur demiştir.
Sadece bir yerde duraklamıştır, beklenmedik anda Hocası Uluğ Beyin oğlu tarafından kiralanan Abbas tarafından hançerlenerek katledilmesi onu derinden etkilemiş ve iç dünyasında uzaklara gitme isteği bürümüştür bu elim olayla. Her taraf toz duman, hava puslu idi, karabulut sarmıştı etrafı, Semerkand Uluğ Bey’ini kaybetmişti çünkü. Bir anda tabuta gözleri takılır, tütsü gözlerle dosta doğru bakar son kez. Bilge Uluğ uğurlanırken ağla karanfil ağla ağıtıyla tüm Asya ağlar ardından. Öyle ki Uluğ Beyin ölümüyle derya gibi dalgalanan sevgi tükenmeye yüz tutar ve birçok âlimin kolu kanadı kırılır adeta, Semerkand’dan bu yüzden ayrılmışlardır her biri. Güneş saçanlar tenha gurbetlere seferber oldular böylece.
Ali Kuşçu içindeki hüznü dindirecek iksirin bir anda Mekke ve Medine’de olduğunu düşünür. Şimdi o Kutsal topraklardadır. Mescidi Nebevideki nübüvvet kokusu kendine getirmiştir ve yerinden doğrulur tekrar başını yerden kaldırır diker gözlerini göklere, hatta ötelere. Kutsal toprakları ziyaret dönüşü yol güzergâhı onu Tebriz’e getirir. Tebriz bir ışığa şahit olur. O ışıktan Tebriz’de bereketlenir. Akkoyunlu Hükümdarı âlime olan saygı gereği onu en iyi şekilde ağırlar, hatta ona elçilik görevi de verilir. Akkoyunluların o yıllarda özellikle Osmanlı ile ilişkiler hiçte iyi değildir, bu yüzden Fatihe elçi olarak gönderilir. Fatihin huzuruna çıktığında birbirlerine hayran olacak kadar etkileniverirler, hemhal olurlar adeta. Öyle ki birbirlerinde eriyerek fena fiş olurlar sanki öyle bir etkilenme ki Fatih ondan İstanbul da kalmasını talep eder, ama o kendisine verilen görevi en iyi şekilde deruhte etmesi gerektiğini, kendisini buralara kadar gönderene emaneti ulaştırıp vefa borcumu ödedikten sonra olabilir der. Gerçektende öyle yapar. Nitekim Uzun Hasan gezi ile ilgili raporunu aldıktan sonra bir süre Tebriz’de dinlenip iki yüz kişilik bir heyetle uğurlanır yollara. İstanbul’a dönüşü de adından söz ettirecek derecede muhteşem olur, yani en iyi şekilde karşıarkadasır. Bu topraklara adım atar atmaz hemen Ayasofya Medresesinin başına getirilir. Fakat çekememezlik denen kıskançlık burada da devreye girer ne yazık ki. Yinede o her ne kadar ulemanın hasedini çekse de kınayanın kınamasına aldırış etmeden ilminden taviz vermeyerek sayısız hizmetleriyle Osmanlının astronomi ve matematikte en parlak dönemlerin yaşanmasına vesile olur. O astronomi ve matematik derslerin yanı sıra daha önce yanlış hesaplanan İstanbul’un boylamının elli dokuz derece, enleminin ise kırk bir derece on dört dakika olduğunu tespit ediyor. Tüm bu hizmetlere ilaveten güneş saati kurarak da İstanbul’u taçlandırır adeta.
Hatta o dur durak bilmeden 1473 yılında Akkoyunlu savaş esnasında bile çalışmalarına ara vermez, nitekim yazdığı Fetih Risalesini Fatihe takdim ederde. Sadece bu eseri değil tabii ki, birtakım matematiksel hesaplarla ilgili Muhammedi’ye eserini de sunar. Fatih orta Asya’nın emanetçisinin İstanbul’a kattığı hizmetler karşısında adeta kendinden geçer, Fethi Mübin’in gerçekleştirmesine karşılık Allahın bir armağanıydı o. Allah’ın bir lütfü de diyebiliriz.
O bir yandan telif eserler bir yandan kendi araştırma ürünü eserleri yazarken diğer yandansa bilim tarihine üç isim kazandırır;
—Torunu Mirim Çelebi,
—Hoca Sinan Paşa,
— Molla Lütfi’dir.
Velhasıl; Dünya onun serlerini okuyarak gökyüzüne uzandı, öteleri araladılar, hatta ayın bir kraterine hocası Uluğ Beyin adı, bir bölgesine de Ali Kuşçu adı verilmiştir. Dünya onları anladı, ama biz hala kütüphanemizin tozlu raflarına terk etmiş durumdayız. Bir gün elbet o tozlu raflarda uzanacak evlatlar yetiştiğinde yeniden diriliş gerçekleşeceğine ümit varız.
Vesselam.

555.yıldönümünde fethiniz mübarek ola.

yorum yokmu? fetih günü çünkü..