BİRLİK KİLİMİ

“HEPİMİZ AYNI KİLİMİN DESENLERİYİZ” SÖZÜ BİR BÜYÜK BİRLİĞE ÇAĞRIDIR
ALPEREN GÜRBÜZER
Bir büyük birliği gerçekleştirmek için, hepimiz bir kilim içinde yekpare desenler olmalıyız. Aynı kilim üzerinde bağdaş kurup, çizgi çizgi efkârımızla nakışlarımızı işleyerek vahdet deryasına dalmalı. Bir büyük birlik yolu’nda yalınayak yürüsek, ya da dikenli taşlarla karşılaşsak da kilime olan sevgimizden taviz vermemeli. Kilim deyip geçmemeli, onunda bir dili var, tabi ki anlayana. Kilim, desenler arasındaki ilişkiyi anlatan en iyi bir nakkaş. Nakışların her biri, bir anlam, aynı zamanda heyecan verici, ötelere kanatlandırır sevenleri. Kilime âşık olunca, bir büyük birlik hasreti daha da artmakta ve kalbimiz onunla çarpar her daim, gül medeniyetini arzuluyoruz çünkü. Gece-gündüz demeden kilimde ister istemez gül’ü arıyoruz. Desenler arasında hiçbir ayırımı yapmadan, kilimin kalbi mesabesinde olan gül, gözümüzde tütsü tüter adeta. Bir büyük birliğe ulaşmak gerek, ama nasıl? Yoruldum, usandım demeden, hasretle Leyla-Mecnun misali gül’e erişmek ülkümüzse şayet. Çünkü gül kilimin kalbidir. Ebed ve ezelle birleşen noktada akıl nasıl duruyorsa, Peygamber kokusu olan gül’ü koklamakla da kendimizden geçip ötelere yelken açmalı.. Bu duyguyu ne kalem ne de kitap izah edebilir, ancak onu yaşayan bilir. Bugüne kadar Anadolu insanı karınca kararınca kilim üzerinde Türküler söyleyerek, ona olan sevgisini dile getirmeye çaba sarf etmiş, öyle ki ninniler söylemiş ve ağıtlar dökmüş bir sevda uğruna. Sevdiğine sözü olan hemen bir kilim dokumuş, böylece gönlünün sesini nakış nakış işlemiş kilime... Kelimenin tam anlamıyla kilim; gül medeniyetine, yani aşka ve sevgiye çağrının simgesidir. Omuzunda gül medeniyetinin sorumluluğunu hissedenler, kilimin dilini anlamak mecburiyetindedirler. Bahçemiz farklı renklerle donatılsa da, gül bahçemizi bir büyük birlik için seferber etmeliyiz. Farklı tonlar ayrılık değil, bilakis zenginlik içeren motiflerimizdir. Kilimin kökleri yüzyıllar ötesine uzanır. Binlerce kilometre öteye, hatta Çin’e kadar kilimlerimiz gitmiş. Belki de insanlık kilimlerimize bakıp, bizim nasıl bir medeniyet olduğumuzun ipuçlarını elde etmiş, derken karanlıktan aydınlığa çıkabilmişlerdir. Vahdete susamış insanlık, farklı motifleri bir kilim içinde görünce hayran kalmış, kilimden ilham alarak sosyal hayatını renklendirmenin yoluna koyulmuşlardır. Osmanlı’nın altı yüz senede ayakta durmasının sırrını çözemeyenlere en iyi cevabı kilimin dili veriyor. Bugün süper güç olan ABD’nin Osmanlıyı taklit ederek çok milletli hayatını idame ettirmesini kilim örneği ile ancak izah edebiliriz. Çokların bir etrafında toplanmasının ifadesidir kilim. Gelişimi durdurmak ya da ertelemenin imkânsız olduğu iddiasıyla yola koyulanlar “Hepimiz aynı kilimin desenleriyiz” sözünden vazgeçmemelidirler. Farklı desenler yekpare parçalar halinde birleşerek fikrimizin gülü dediğimiz; bir büyük birlik kilimi oluşturma heyecanı taşıyoruz yüreğimizde. Dün nasıl ki kilimlerimizle üç kıtaya nizam götürdüysek, bugün de bu büyük tarihi mirasla yeniden insanlığa nizam verebiliriz pekâlâ. Töremiz de madem kilim demek; ilim demek, o halde bu ilime talip olmalıyız. Aksi takdirde gönül tezgâhımıza işlediğimiz kilim ruhunu, modern çağın en üst seviyesine taşımak hayalden ibaret kalır. Önce kilime sevda ya da özlem duyacağız, daha sonra da renklerimizi, dileklerimizi nakış nakış işleyerek büyük birlik kilimini oluşturacağız. Gönlümüzü kilim yapmadan medeniyetten bahsetmek abesle iştigaldir zaten. Çünkü kilim gül medeniyetinin aynasıdır. Maziden atiye uzanmak istiyorsak mutlaka ve mutlaka yolumuza kilim sermeliyiz. Kilim varlığımızın devamı anlamına gelirken, ülkemizde henüz bu gücü keşfedebilmiş değiliz. İdeolojik dayatmalar, tek tip yapılar öneriyor. Oysa Milli devlet varlığımız, çeşitli renklerden oluşan desenleri hiçe saymayı gerektirmemeliydi. Bilmeliydik ki Türkiye’yi homojenleştirmeye dayalı her çalışma, tek tip bir desen vermeye yönelik hareketler ruhumuzu karartıyor. Tek doğru kendi bildiklerimiz düşüncesi artık gerilerde kaldı. Geldiğimiz nokta itibarıyla alt kimlikleri göremezlikten gelemeyiz, hatta her alt kimliğin kendini tanımlamasına da engel koymamalı. Bu kimlikler hakkında önyargılı uydurulan manipülasyonların gerçeğin ta kendisi olmadığını geç de olsa anlamış bulunuyoruz. Genelde tarihte çeşitli dil, din, insan ve aşk’ın dokunduğu Anadolu kiliminin canlılığını temaşa ederken, çeşitliliğimizin ayrılık olmadığı, bilakis hayat verici iksir olduğunu idrak ediyoruz. Anadolu kilimi hayatın özetini sunuyor adeta. Ayrımız gayrımız yok, hepimiz aynı dost kapısındayız çünkü. Tek tip modeller çatışma ve yok etmeyi sunarken, Türk kilimi de, aksine ve ısrarla düşman olmak yerine, kardeşliği, sevgiyi ve kaynaşmayı öneriyor. Biz böyle bir kilimle, bir kültürün üretim merkezinde bulunuyorduk asırlar boyu...
Ayrılık-gayrilik bilmiyorduk, her ne olduysa bu zengin kilim coğrafyasına sonradan bir haller oldu, kutuplaşmayı ve zıtlaşmayı biranda nasıl keşfettik hayret doğrusu. Oysa biz Yunus misali gönül yıkmaya değil, kalpleri fethetmek için gelmiştik. Zengin kilim hazinelerimizin kıymetini bilmediğimiz müddetçe, hayatımız hep kavga ile geçecek, geleceğimiz ayrılıklar üzerine kurulacak gibi. Fazla söze hacet yok, bu oyunu kilimin dili ile bozmalıyız. Vesselam.

GELİN CANLAR BİR OLALIM

ALPEREN GÜRBÜZER

Canların bir olması ancak bir arada kardeşlik şuuru içerisinde yaşamakla mümkündür. Zira Allah Resulü (s.a.v) “Birlikte rahmet, ayrılıkta azap olacağını” beyan buyurmakta, böylece ümmetine ayrılık ve gayrlığın felaket olacağının ilk işaretini vermiştir.
Canların birlik ve dirlik ülküsünü şiar edinenler mutlaka birbirlerine karşı alçak gönüllü, dışa karşı ise çetin olmak durumundadır. Olunma ki, kardeşlik şuurunu yılmadan, usanmadan karınca misali de olsa yeni ufuklara taşınabilesin. Taşınsın ki birliğe ve dirliğe ulaşmak kolay olsun. Aksi halde Hünkâr Hacı Bektaşi Velinin;
“Bir olalım, iri olalım, diri olalım
Gelin canlar bir olalım” kardeşlik muştusu içeren dizeleri söz olmaktan öteye geçmez.
O halde, gelin canlar hep birlikte bu çağrıya icabet edip ‘İri’ olalım, ‘Diri’ olalım, 'Bir' olalım. İri olalım, diri olalım, bir olalım ki üzerimize leş kargaları üşüşüp de kardeşliğimize halel getirmesin.
O halde, gelin canlar bu kutlu seferde kınayanın kınamasına ve zorba gücün hışmına aldırış etmeksizin yüzümüz ak, sırtımız pek, gönlümüz zengin, elimiz açık olsun ki, asla başımız yere eğmesin.
O halde, gelin canlar bu kutlu yolda ‘sefer der vatan’ olalım ki birlik ve dirlik tutkumuz sonsuzluk kervanına dâhil olsun. Her ne kadar birlik ve dirlik uğruna yürüdüğümüz yolda önümüze taş koysalar da şer güçlere karşı vereceğimiz en cevabı ibretlik ders; ‘Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğnerim aşarım, yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım’ iman dolu göğsümüzle bir olduğumuzu, iri olduğumuzu, diri olduğumuzu göstermek olmalıdır. Hatta göstermekle kalmayıp kararlılığımızı her durakta, her nefeste zinde tutup ‘sefer der vatan’a, yani asıl vatana yolculukta hasret ateşimizi alevlendirmek de gerekir. Alevlendirelim ki son nefesimiz hüsn-ü hatimeyle sonlansın. Böylece Şeb-i arus vuku bulur da. Şayet ömürde bir kez olsun candan ‘Hû’ der ve şayet her nefeste ‘Huş der dem’ üzere, yani nefesimizi boş yere tüketmemek’ üzere yaşarsak, biliniz ki o candan alınan ‘Hû’ nefesler sayesinde mahşerde de “Bir” olacağız demektir. Nasıl ki 12 Eylül öncesi Yusuf Yüzlüler dur durak bilmeden İ’lay-ı kelimetullah için bu kutlu yola baş koyup Mevla’ya canlarını adamışlarsa, bizlerde her durakta ve mahşerde 'Bir olmak’, ‘Diri olmak’ uğruna kendimizi Hakka adayabiliriz pekâlâ. Hatta adamakta ne söz, birlik tutkusunu en üst doruk noktada tutmakta gerektir. Doruk noktada tutalım ki birlik ve dirlik ruhunun remzi Ravza-i Habîbi’in Gülü yaprağı gönül dünyamızda solmasın. O halde ne duruyoruz, şimdi birlik ve dirliğimizi kutlu makamlara ulaştırmak zamanıdır. Şimdi zamandan ve mekândan münezzeh Yüce Allah için gönül seferberliğine koyulalım ki her durakta, her menzilde gönül sultanların yollarıyla yolumuz kesişmiş olsun. Kesişsin ki başımız göğe değsin. Göğe değsin ki; bedenimiz akkor kesilip o kutlu makamlara ne öfke, ne kin, ne de riya yaraşsın. Hiç kuşkusuz o kutlu makamlara ancak Sâdıklar, Sâbikûnlar, Muhsinler ve alınlarında şehit mührü olan Alperenler ve Gazidervişler yaraşabilir.
Ne mutlu makamı bin şeref olanlara.
Ne mutlu Makam-ı İbrahim’den gelen çağrıya uyupta o yüce makamlardan gelen himmet-i ula ile müşerref olup Arafat’ta ‘Bir’ olanlara. Tabii sadece Arafat’ta ‘Bir’ olmak yetmez, bunun yanı sıra Gönül Sultanlarının rehberliğinde Merve ve Safa arasında “Hamdım, yandım, piştim, kül oldum” mertebelerinde sa’y yapmakta gerektir. Sa’y yapmalı ki vuslat hâsıl olsun.
Gelin canlar bu kutlu seferde öyle birlik ve diriliş tutkusuyla sa’y yapalım ki; sevgilinin bir bakışı gönlümüzü mest edip diri tutmaya yetsin. Şayet birlikten ve dirlikten uzak şu fani dünyada başıboş avare avare dolaşır ve boş yere nefes tüketirsek biliniz ki gönül dünyamız ışıksızlıktan virane olacaktır. İlla ki gönül dünyamızın ‘Hamdım, yandım, piştim, kül oldum’ mertebelerinden geçmesi gerekir. Geçelim ki, aşkın gözyaşı seli galebe çalıp hayırlar feth ola şerler def olsun. Şerler def olsun ki; birliğimiz ve dirliğimiz daim olsun.
Evet, aşkın o gözyaşı selinden zerre miskal nasiplenmeyenler maalesef bu topraklarda her on yılda bir darbe yaparaktan birlik ve dirlik tutkumuza gölge düşürmüşlerdir. Derken kendi öz vatanımızda parya durumuna düşürülen neslin kayıp yıllarından bugünlere gelmek hiçte kolay olmadı. Adını anmak bile istemediğimiz o karabasan yıllar; “artık yetti gayri canımıza tak” dedirttirecek cinsten yıllardı. Malum, o yıllarda önce tarihimize ve mukaddesatımıza dil uzattılar, sonra ellerinde tüfeklerle gelip tarih boyunca kardeşçe bir arada yaşadığımız Türk’ü, Kürdü, Çerkez’i, Laz’ı ayırmaya çalıştılar. Oysa biz ayrılık ve gayrılık nedir bilmezdik, doğrusu kardeşçe birlik ve dirlik içinde yaşadığımız için bilmezdik. Oysa biz ceylan bakışlarla nasıl da severdik birbirimizi. Böylece bu sevgi seliyle hep birlikte 'Bu cennet vatana canımız feda olsun' deyip gönül bahçemizi güllerle donatırdık. Hatta bunla da yetinmez dost düşman demeden gönül hoşnutluğuyla misafir ağırlardık otağımızda hep.
Aman Allah’ım neydi o günler, hiç tereddütsüz 'Eski Türkiye' zihniyetinin milletimize kayıp yıllar yaşattığı o kadar net açık ki, bugün olmuş halen o kâbus dolu yıllarda yaşanılanları unutmuş değiliz. Nasıl unutulur ki, dedik ya maalesef o yıllarda 'Yeni Türkiye hedefine kilitlenmek, dost olmak varken, dirice yaşamak dururken yüreklerimize 27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubat darbelerle içimize öfke ve ayrılık tohumları ektiler. Ektiler de ne oldu, sonunda kendileri bile jurnallikleriyle kala kaldılar. Şart mıydı maşa olmak, işbirlikçi olmak? Ne vardı Allah bir, Peygamber bir, Vatan bir, Bayrak bir demek varken bizi bölüp parçalamak için fırsat kollayan güçlerin maşası olmak neyin nesiydi doğrusu şaşmamak elde değildi. Her türden darbeye alet odlularda ellerine ne geçti ki? Sonunda kazanan derin milletin derin sinesi oldu ya.
Şurası muhakkak her yapılan darbe bu ülkeye çok büyük kayıp zamanlar yaşatmıştır. Hele bilhassa 12 Eylül darbesiyle Yusuf Yüzlüleri zindana atıp kıydılar da. O yılları yaşayanlar çok iyi bilir ki hem 12 Eylül öncesinde hem de sonrasında Yusuf Yüzlüler her türden dayanılmaz işkencelere tabi tutup mahpusa atılmışlardı, olsun onlar yine de gönül seferberliği tutkusuyla davalarından pes etmeyip 'Hep Birlikte Türkiye’yiz' diye haykırmasını bilmişlerdir. Ama gün geldi bu haykırışları da duyamaz olduk. Çünkü bu ülkenin yiğit evlatlarına annelerinin cennet ayaklarını doya doya öpmelerine fırsat verilmeden kendi öz yurdunda parya edilip sesleri kıstırılmıştır. Derken o elim günlerden geriye leş kargaların üşüştüğü sadece içi boş bir ülke kaldı bize. Neyse ki tüm umutların tükendiği noktada bu doğurgan topraklarda yeniden bir umut ışığı yeşerdi de kendimize gelir olduk. O malum zinde güçler bize ait olan değerleri yerle bir etmekle bu ülkenin ebedül ebed kalıcı efendileri olacaklarını sandılar, ama kazın ayağı hiçte öyle olmadı. Hani bizim şu meşhur “Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste” bir atasözümüz var ya, gerçektende bu atasözümüz geçte olsa yerini bulup gerek Ergenekoncuların, gerekse İhanet Çetesi Paralel örgütün kalbinden vurdu da. Hatta bir kısmı da kaçacak delik arayıp, kimi yurtdışında, kimi Silivri’de, kimi Pensilvanya’da, kimi Kandilde soluğu aldı. Sonuçta nereye kaçarsalar kaçsınlar er geç mazlumun ahı kaçanlarında elbet inlerinde girip perişan olacaklarına inancımız tamdır. Şimdi sırada PKK şer örgütü var, hiç endişeniz olmasın onunda defterinin dürüleceği günler pek yakın.
Evet, mahpushane ihanet çete mensuplarına zindan olurken, hiç kuşkusuz mazlumlar içinse Yusufiye medresesi olmakta. Tabii Yusufiye aşkını ruhunda hissetmeyenler Yusufiye medresesi nedir bilmez. Kaldı ki bu ruhtan bigâne kalanlar hak hukuk gibi temel kaideleri de idrak edemez. Nasıl idrak etsinler ki ruhsuz adamların rozetleri cüsselerinden büyük, bunlar bir eli yağda bir eli balda kelli felli adamlardır. Dedik ya, mazlumun hak hukukunu gözetmek ancak hayatını birlik ve dirlik tutkusuyla tanzim edenler idrak eder. İşte bu yüzdendir ki onlar gönüllerde Yusuf Yüzlüler olarak anılır hep. Ki; Yusuf Yüzlüler Cemil Meriç’in “Bu Ülke”sine yeni bir soluk aldırmanın muştusuyla hareket edip kendilerinden sonraki kuşaklara birlik ve dirlik tutkusunu tattırmak için mücadele vermişlerdir hep. Her ne kadar onlar mücadele ettiği dönemlerde pek kıymetleri fark edilmiş olmasa da tarih onları çoktan altın sayfalarına kaydeder bile. Nasıl kayda geçmesin ki, öz vatanında birlik tutkusuyla soluklamak istediklerinde hep bir yanları aksar halde soluklamışlardır. O günler, zor günlerdi elbet, virane olmuştu her yer. İşte virane olmuş döküntü ve yıkıntılar arasında dedelerinden miras kalan küllenmeye yüz tutmuş bir kaç kitap, bir kaç tarihi eserlerle ülkemizi iri ve diri tutmaya çabalamanın mücadelesini vermişlerdi.
Peki ya sırça köşklerde hayat sürüp kendini efendi gören kesim ne yaptı dersiniz? Malum, bu kesim fildişi kuleden başımızda hep boza pişirdiler. Böylece üzerimize serptikleri ayrılık ve gayrilik tohumlarıyla bu güzelim ülkemizi altını üstüne getirdiler. Ama boza pişirmekte bir yere kadardır, bu devran hep böyle sürüp gitmezdi ya, her inişin bir yokuşu olduğu gibi her düşeninde yerden kalkacağı bir doruk nokta olmalıydı elbet. Nasıl mı? İşte bu ülke insanı yeniden kendi ruh köklerine döndüğünde gözlerinin ışıldadığını ve kararmış ruhunun parladığını hissetti de. Hissettikçe de bu ülkenin asıl sahiplerini dört dönemdir iktidara taşımasını bilmiştir. İyi ki de taşınmışlar, böylece umuda yolculuğumuz daim hale gelir oldu. Değil midir ki Yusuf’u düştüğü kuyudan çıkaran o umuttur, keza Üveysü’l Veysel Karani’yi bir kez olsun Habib’i Erkemi görme aşkına Yemen çöllerine salanda o umuttur. Bu yüzdendir ki, umuda yolculuğumuz ezelle ebed arasında örülmüş bir çizgide daim olacağına inancımız tamdır. Nasıl tam olmasın ki, Yusuf Yüzlülerin iki kaşı arasından saçılan o umut ışığı bizim içinde bir tutku ışıktır.
O tutku ışık ahır ömrümüzde bize şunu da gösterdi;
Meğer hiç bitmeyecek denen 28 Şubat Postmodern darbeyle ninelerimizin başörtüsünün üniversitelerde kapı dışarı edilme hadisesi bir yere kadarmış. Zulüm nerede payidar olmuş ki bu cennet vatan Türkiye'de de olsun. Besbelli ki çaresiz mazlumların ahı gök kubbede yankı buldukça, ülkemiz üzerinde oynanan bir takım kirli operasyonlar eninde sonunda fiyaskoyla neticelenebiliyor. Ancak şu da var ki fiyaskoyla neticelenen her bir tezgâhlanmış oyun bir başka zamanda bir başka yeni sürümüyle karşımıza çıkabiliyor. Nitekim otuz yılı aşkındır Doğuda ve Güneydoğuda sürdürülen şer oyun bunun en bariz delili. Yani şimdi bizi yeni oyunda PKK terör örgütünün işlediği cinayetlerle can evimizden vurmak istiyorlar. Bakalım bu çirkin sürüm nereye kadar sürdürülecek. Onlar sürümlerinde oyun kura dursunlar, bize de her çıkan sürümde tüm oyunları bozmak düşer. Dün nasıl ki umuda olan yolculuğumuzda önümüze konulan irtica yalanı sürümünde milletimizin derin sinesiyle oyunlarını bozup kurtulduysak, pekâlâ bugünde umuda yolculuğumuzda PKK şer örgütü de hezimete uğrayıp bizi 2023 hedefinden alıkoyamayacaktır. İç ve dış karanlık güçler ne oyun kurarsalar kursunlar şunu iyi bilsinler ki bizi birbirimize asla düşüremeyeceklerdir, hiç kuşkunuz olmasın yine milletimizin derin sinesi kazanacaktır. Şunu iyi bilsinler ki; Türkiye Sevdalılarını Yusuf’un düştüğü zindana atsalar da, birlik tutkumuz zalime korku, mazluma umut olmaya devam edecektir. Bu öyle bir umut ışığıdır ki, Yunusçasına sevgiden anlamayanlara karşı Yavuzcasına tavrın tâ kendisi bir ışıktır.
Allah’a çok şükürler olsun ki, bu ülkeye gönül verenler hiçbir dönemde umutsuzluğa kapılıp inancını yitirmedi, yitirmez de. Bakmayın siz öyle bu ülke sevdalıların ara sıra sessiz durgun göründüğüne, icabında yeri geldiğinde derin güçlerin planlarını bozup bir kalemde silebiliyor. İşte görüyorsunuz yerinden doğrulup kendine geldiğinde neler yaptığını. Gerçekten de biz bunu kendi öz yurdumuzda bizleri parya duruma düşüren kendini seçkinci sanan bir avuç güruhun soluğu Silivri'de alışından, yine dost görünüp de sinsi sinsi bizi sırtımızdan hançerleyenlerin soluğu Pensilvanya’da alışlarından biliriz.
Şurası muhakkak; acısıyla tatlısıyla geçmişten bugüne çok büyük bir tecrübe birikimi edindik, yeter ki bu tecrübe birikimimiz unutulmayıp ders alınsın, bak o zaman çağlar üzerinde sıçrayacak konuma gelmemiz an be an mümkün diyebiliriz. Yeter ki doğru yol’u Hak’ta görülsün bak o zaman birlik ve dirlik davamız nişanımız olacaktır. Çünkü bu kapı birlik ve dirlik kapısıdır. Bu kapıdan girene zeval olmaz, zeval da ne söz bilakis can yürekler sevgi deryasında iri olur diri olur da. Hele bir insan bu kapıdan içeri girmeye dursun, bir bakmışsın iyi günde kötü günde her halükarda kimsesizlere cana-ı canan olup kol kanat gerer de. Bu yüzden bu kapıya gelene Mevlana kucak açılıp can kurban denilir de. Niye denilmesin ki, hepimiz iri olmak, diri olmak ve her şeyden önemlisi kardeş olup bir olmak için varız.
Velhasıl; Birlik ve dirlik tutkusu “Mevlana’ca; “Ne olursan ol yine gel” diyebilmektir.
Vesselam.

KİLİMCE AŞKIN GÖZYAŞI BİRLİĞE ÇAĞRI

ALPEREN GÜRBÜZER

Aşkın gözyaşı bir büyük birliği gerçekleştirmek için, hepimiz aynı kilim üzerinde yekpare desenler olmalıyız. Yetmedi aşkın gözyaşı birlik kilimi üzerinde çizgi çizgi efkârımızı nakış nakış işleyip kesretten vahdet (çokluk içinde birlik) deryasına dalmak gerekir. Hatta birlik ve dirlik uğruna dikenli yollarla karşılaşmış olsak bile Gül’ü seven dikenine katlanır misali kilime işlenen o aşkın gözyaşı sevgi seli deryasında karar kılıp kilimin diline vakıf olmak lazım gelir.
Hele bir insan şu gönül tezgâhında bir kilim dokumaya dursun, desenler arasındaki birlikteliğin ilk işareti sayılan 'Kilimce Hepimiz Kardeşiz’ bilincine erişileceği muhakkak. Öyle ki gönül tezgâhında işlenen her bir nakışın kendi içinde anlam yüklü desenleri sevenleri ötelere kanatlandırmak için vardır. Yine bir insan sevdasını kilime işlemeye dursun, bir bakmışsın birlik tutkusu ve dirlik hasreti her dem gönüllerde çarpar dururda. Nitekim Peygamber övgüsüne mazhar olmuş Fatih Sultan Mehmed’in Gül koklar halde kendini Nakkaş başı Sinan Bey'e resimletmesi kilimce sevdanın bir gönül çarpıntısıdır. Bu yüzden Gül’ü kilimden, kilimi Gül'den ayrı düşünemeyiz. Hatta tutku gözlerle gece gündüz demeden Gül Muhammed’in ter kokusuna hasret duyarız da. Madem öyle, bir kez daha Gül kilimsiz, kilim Gül’süz olmaz dersek yeridir.
Peki ya kilim desenlerimiz? Malum, kilimin her bir deseni Gül Yüzlü Nebi etrafında pervane olmak için vardır. Nasıl ki bir Gül Yüzlü Nebi kilimin kalbiyse, bin bir çeşit renk cümbüşü desenlerde o kalbin aynasıdır. Madem öyle Gül Yüzlü Nebi kokusuna meftun olmak gerektir. Şayet meftun olduysak şimdiden gazamız mübarek ola.
Evet, ulvi davalar büyük çileler ister, çile olmadan vuslat hâsıl olmaz ki. Hele ezelle ebedin birleştiği noktada bir demet Nübüvvet Gül kokusu üzerimize sinmeye dursun bir bakmışsın Havz-ı Kevserden kana kana bir bade su içmişcesine kilimce ötelere kanat çırpılırda. Bu yüzden kilim demek ilim demektir. Öyle ki, kilimin dili ne sözle, ne kalemle, ne de kitapla izah edilebilir. Kilim ilminden ancak 'Erenler halkasında 'Hu' diyen Hak âşıklar' anlar. İşte Erenler otağından serpilen kilimlere el emeğini, göz nurunu, sevdasını ve yüreğini kim ne katmışsa kilim bu sevgi seli karşısında gök kubbede Nebevi Gül hoş sadâ olarak bâki kalıp gönüllerde yankı bulur da. Derken sevdiğine bir çift sözü olan hemen bir kilim dokuyup gönlün sesini kilimce nakış nakış işlemişte. Sakın ola ki; nakışta neymiş demeyin, zira kilimin her nakışında aşkın gözyaşı seli vardır. Dahası o gözyaşı seli Ferhat’a Şirin uğruna dağı deldirir, Mecnun’a Leyla uğruna çölde ilahi aşkı tattırır, Mehmet Akif’e bülbülce İstiklal Marşını dillendirir, Necip Fazıl’a Sakarya şiiriyle birlikte S. Abdülhakim Arvasi'ye bağlılığın göstergesi 'O ve Ben'i yazdırır. Hiç kuşkusuz dünden bugüne daha nice bilmediğimiz aşkın gözyaşları damla damla kilimlerimize nakış nakış işlendikçe kıyamete dek Gül’e hasret tutkusu son bulmaz da. Nasıl Gül'e hasret tutkusu son bulsun ki, Gül; her şeyden önce aşka ve sevgiye çağrı demektir. Bakın, Şah-ı Nakşibendî (k.s) Gül Yüzlü Nebi’den süzülen bu Gül çağrıya kilimce icabet ettiğinde Sıddıkiyye yolu bağlılarının kalbine nakşetmişte. O nakşeder de sofiler nakş olmaz mı? Hem de nasıl nakş olur. Derken kalpten kalbe nakş olunan Sıddıkiyye yolu Hacegan Silsile-i Şerife halkası kollarında kıyamete kadar halka halka aktarılır da. Sanmayın ki Nakşî yolu sıradan bir yol, bilakis 'Nebevi Gül’ün dalından ilmek ilmek işlenip gönülden gönüle hafice akan bir yoldur Bu yüzden gönülden gönüle nakşedilen bu yola kayıtsız kalamayız. Aksi halde Gül’süz geçen bir ömür dikenli yollarda heba olmaktan kendini alıkoyamaz.
Şu bir gerçek; kilimce işlenen her bir renk desen ayrılık değil, bilakis renk cümbüşü zenginliktir. Zira her bir renk desene ruh katan iksir kilimin Gül kalbinde gizlidir. Bu öyle bir gizdir ki; gül kokusu kilimlerimiz kanat çırpıp Çin’e kadar uzanmışta. Derken tüm insanlık gül kokusu kilimlerimize bakaraktan nasıl medeniyet olduğumuzun ipuçlarına vakıf olmuşlardır. Hatta batı dünyası, aşkın gözyaşı kilimlerimiz sayesinde ortaçağ karanlığından aydınlığa çıkıp Rönesans'ını gerçekleştirmiş bile. Anlaşılan bizim gül kokusu kilimlerimizin her bir nakış deseni ortaçağ karanlığından bunalmış insanlığa rehber olmuş gözüküyor. Zaten Osmanlı’nın 600 sene ayakta kalmasındaki sır işte bu gül kokulu kilimin dilinde gizlidir. Bu yüzden Fatih Kısaparmak ruh kökü kilimlerimize bakaraktan 'Töremizde kilim demek, ilim demektir' nağmeleriyle sazın bam teline dokunmaktan kendini alamaz da.
Evet, Fatih Kısaparmak 'Kilim demek ilim demektir' der demesine de ne var ki üzerinde yaşadığımız bu zengin kilim coğrafyasına sonradan bir haller olduğu da bir vaka. Düşünsenize bir zamanlar biz ayrılık ve gayrilik nedir bilmezdik, doğrusu sonradan kutuplaşma ve zıtlaşmayı biranda nasıl keşfettik şaşmamak elde değil. Oysa biz gönül yıkmak için değil, Yunusça kalpleri fethetmek için üç kıtada var olmuştuk. Belki de Yunusça var olmasaydık bugün süper güç konumunda ABD’nin kendine Osmanlıyı örnek alıp bağrında taşıdığı farklı din, farklı mezhep, farklı soydan gelen insanları bir arada tutma becerisini kilimce sergileyemeyecekti. Bu yüzden kilimi 'çokluk içinde birlik' olarak biliriz biz. Madem kilimce kesrette vahdet olmak var, o halde çağlar üzerinde sıçramak için “Hepimiz aynı kilimin desenleriyiz” sözünü şiar edinmek gerektir.
Hani derler ya dervişin fikri neyse zikride odur. Aynen öyle de farklı renkte desenler bir arada yekpare olduğunda Gül’ün Şavkı; kilimin tam orta kalbinde atar da. Dün nasıl ki, renk cümbüşü kilimlerimizle Nizam-ı âlem olduysak, bugün de aynı Gül tutku ve heyecanla Nizam-ı âlemce yeniden insanlığa soluk olabiliriz pekâlâ. Hem madem töremiz de kilim demek, ilim demek, o halde daha ne duruyoruz, gün bu gündür deyip deruni Gül kokusu ilme talip olmak gerektir.
Talip olalım ki; dünden bugüne aşkın gözyaşı seli gönül tezgâhında işlendikçe her bir renk cümbüşü kalp, ruh, sır, hafi, ahfa ve nefsi natıka letaif desenler kurtuluşumuza vesile olsun.
Talip olalım ki; dirlik ve birlik kilimini modern çağın en üst seviyesine eriştirip bizi sıçratmış olsun.
Talip olalım ki; o özlenen Gül medeniyet doğsun.
Talip olalım ki; Birlik Kilimi 'Gül'e Hasret' Asım'ın nesline umut ışığı olsun.
Şayet talip olmakta samimiysek, şayet Gül’ün şavkına içten içe hasretsek tez elden birlik kilimine aşkın gözyaşı selini yeniden nakış nakış işlemek zamanıdır.
Şayet maziden atiye uzanıp asım'ın nesli olmak diye bir derdimiz varsa buram buram aşk kokan bu topraklarda kilimin diliyle seferber olmak zamanıdır. Zaten Asım'ın nesli olduğumuzda fazla söze hacet kalmaz da.
Her şeyden öte bir yandan kilimin dilini idrak etmeye çalışırken, diğer yandan da bunca çeşitliliğin ayrılık ve gayrilik olmadığını, bilakis birlik kaynağı bir iksir olduğunu fark etmek gerektir. Nasıl fark etmeyelim ki, kilimin dili ‘çokluk içinde vahdet olmanın’ gerçeğini yediden yetmişe herkese sergiler de. Besbelli ki kilimin dilinde ayrılığa ve gayrılığa yer yoktur. Sonuçta hepimiz 'Ben-i Âdem’iz, topraktan geldik dönüş yine toprağadır. İşte kilim toprak olmayı hatırlatmak için vardır. Dahası zengini fakir, amir memur fark etmez her sınıftan insan toprağa karıştığında eşitlenirde. Böylece kilimin dili bize daha toprağa karışmadan çokluk içinde bir olmamızı öğütler de. İşte bu kilimce dil sayesinde asırlar boyu böylesi aşkın gözyaşı dirlik ve birlik kilimlerimizle cümle âleme ışık olmuşuz bile.
Evet, tek tip modeller çatışma ve yok etmeyi ön görürken, aşkın gözyaşı kilimlerimizde kardeşliğe, sevgiye ve kaynaşmaya kucak açmakta. Ne var ki; sonradan birlik tutkusu kilimlerimiz 27 Mayıs ve 12 Eylül askeri darbelerle, 28 Şubat postmodern darbe ve 17-25 Aralık ihanet çetesi darbe girişimlerle gölgelenip şu zengin coğrafya vatanımızda artık kilimlerimiz zihinlerde ayrılık, parçalanma, yok olma ve bölünme olarak algılanır oldu. Maalesef darbe dönemlerinde bir takım karanlık zinde güçler tek tipleştirmeye yönelik operasyonlarla Türkiye’yi tek bir desenlik kilime mahkûm etmeyi hedeflemişlerdir. Neyse ki artık o eski Türkiye anlayışından hızla uzaklaşır haldeyiz. Tek tip desenlilikten çıkmamız gerekirdi, çıkıldı da. Ancak yine de her şey bitmiş sayılmaz, daha çok kat edilecek mesafe var gibi. Her şeyden önce 2023 Yeni Türkiye hedefine giden yolda bizi yolumuzdan alıkoyacak haramilerin mevziiye yatıp fırsatını bulduğunda boş durmayacaklarını unutmamak gerekir. Hani şu meşhur “Su uyur düşman uyumaz” atasözümüz var ya, işte bu atasözümüzden hareketle her an her salise uyanık olmamız icab eder. Uyanık olalım ki, doğulusuyla batılısıyla, güneylisiyle kuzeylisiyle bölünmez bütünlüğümüz iri olsun diri olsun, bir olsun. Bu da yetmez yediden yetmişe herkese kucak açaraktan gönül dolusu bir demet Gül sunup 'Hep Birlikte Türkiye’ olunsun. Zaten aşkın gözyaşı kilimlerimiz yeniden ilmek ilmek tam olarak işlendiğinde biliniz ki bir daha alt kimlik, üst kimlik tartışmalara gerek kalmaksızın Türk’üyle, Kürt’üyle, Arab'ıyla, Arnavut'uyla, Laz'ıyla, Çerkez'iyle, Gürcü’süyle, Roman'ıyla, Boşnak’ıyla, Sünni’siyle, Alevi'siyle 'Bir' olduğumuzu yeniden keşfetmiş olacağız demektir. Unutmayalım ki bir elin nesi var, iki elin sesi vardır. Madem öyle, birlikten güç doğar gerçeği doğrultusunda aynı Nebevi Gül iksirinden ilham alarak Allah’ımız bir, Peygamberimiz bir, Bayrağımız bir, Gecemiz bir, Gündüzümüz bir, Halaylarımız bir, Horonlarımız bir deyip Nizam-ı âleme yol almak zamanıdır.
Hâsılı kelam, fazla söze ne hacet kardeşçe yaşamayı bize çok gören zinde güçlerin oyununu ancak kilimin diliyle bozabiliriz, bu böyle biline.
Vesselam.