Zikrin İşlevi, Zikir Ne İşe Yarar, Zikrin Fonksiyonu

Zikrin İşlevi, Zikir Ne İşe Yarar, Zikrin Fonksiyonu
Bir insan bir şeyleri yaparken bunların neye hizmet ettiğini iyi bilmelidir. Çarklar dönüyor ama niçin dönüyor ve neye hizmet ediyor? Bunları iyi bilmek lazım. Yoksa gözü kapalı kimse yol alamaz. Bir müddet böyle gitse bile pek verimli olmaz ve işin sonunu da getiremez. Bu nedenle zikirde de bilinçli olmak gerekiyor. Tamam, zikir Allah (c.c.) rızası için çekilir. Bunun dışında başka bir fayda umulmaz. Bu işin bir yönü. Ama nasıl meyvesiz bir ağaç pek makbul değilse, yani insanlar ağaçları bahçelerine meyveleri için dikerlerse zikrin de nefse dönük bazı beklentileri vardır. Zikir nefis ağacını büyütür, yeşertir, meyvelendirir. Kendisine, topluma zararlı durumda olan insanı olgunlaştırır. Nefsi emmareyi nefs-i kâmile düzeyine çıkartır. Yoksa yüce Allah’ın (c.c.) hiçbir ibadete ihtiyacı yoktur. İbadetler insanlara dünya ve ahret hayatları için yarar sağlarlar. Kısacası zikir Allah (c.c.) rızası için çekilir ama yüce Allah bu ibadeti yapanları da nefsin güzel karakterleri ile ödüllendirir.

Zikir nefse nasıl tesir eder? Biliyoruz ki nefsin makamları vardır: Emmare, levvame, mülhime, mutmainne, radiyye, mardiyye, kâmile.

Elimde bir zamanlar Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin (k.s.) ‘Marifetnamesi’ vardı. Bir arkadaşım eline aldı. Şöyle bir ‘İçindekiler’ kısmına baktı. Dedi ki, ‘Veli olmak için bu nefis basamaklarını aşmak mı gerekiyor?’ ‘ Evet,’ dedim. ‘O zaman bana kısaca anlatır mısın?’ dedi. Ben de birer cümle ile aşağı yukarı şunları söyledim: İşte, emmare nefis her türlü kötülüğü işleyebilecek bir türdedir. İslami ölçüleri olmayan kişiler genellikle bu gruba girerler. Levvame nefsin en temel özelliği tövbe etmiş olması, Allah’ın emir ve yasaklar çizgisine riayet etmesi. Mülhimede nefis tövbe nimeti yanında züht, takva gibi zinetlere de sahiptir. Artık Allah’tan (c.c.) ilham alacak olgunluğa erimiştir. Mutmainne olmuş nefsin en görünen özelliği Allah’a tevekkül etmesidir. Radiyyede nefis Allah’tan razı olur. Marziyye ise Allah’ın (c.c.) insandan razı olduğu bir makamdır. Kamilede ise nefis Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmış, her türlü üstün ahlak ve faziletleri kendisine huy olmuş durumdadır. Arkadaşım küçümser bir eda ile ‘Hepsi bu kadar mı? O zaman ben bir günde bütün bu nefis makamlarını aşarım.’ dedi. Elbette, insan zihin jimnastiği ile veya hayal dünyasında birkaç dakikada uzayın derinliklerine de gidip gelebilir. Ama gerçekte bu iş o kadar kolay ve çabuk gerçekleşmez. Çünkü nefis kolay kolay değişmez. Düşüncelerle nefis makamları aşılmaz. Nefis yaşantıyla değişebilir. Bu da çok uzun bir zamanı ve çalışmayı alır. Baksanıza insanlar bir suç işlediklerinde onlara nasihat edilmemekte, nefislerinin anlayacağı dille eğitilmektedirler. Bunun için belli bir süre bazı nimetlerden mahrum bırakılarak cezaevlerine konulmaktadırlar.

Nefsi adam etmek kolay değildir. Halvetiyye tarikatında pek zikre değer verilmezdi. Adı üstünde onlar halvete (yalnız başına kalmaya, bırakılmaya) değer verirlerdi. Bunun için müritleri sık sık halvete alırlardı. Kırk günlük halvetlere çile (erbain) de denir. Bu halvetler genellikle oruçla, zikirle, murakabe ile geçirilirdi. Bu böyle seneleri alırdı. Seneler sonra bazıları bir bakarlardı geriye, masallardaki söyleyişteki gibi ‘bir arpa boyu yol almış’ olurlardı. Yani nefisleri pek değişmemiş olurdu.

İmam-ı Rabbaniye göre nefsin değişmesi demek, usul-i aşeredeki hususları nefse karakter olarak yerleştirmek demektir. Nefis ancak bu yolla makam kazanabilir, yükselebilir. Usul-i aşeredeki hususlar ise şunlardır: Tövbe, züht (Dünyadan gönlünü çekmek), uzlet (Allah’la baş başa kalmak), kanaat (Eldekiyle yetinmek, şükür), tevekkül (Elinden geldiğini yaptıktan sonra işleri ve sonuçları Allah’a bırakmak, kaygılanmamak), daimi zikir hali, Hakk’a teveccüh (Her hususta Allah’a yönelmek), sabır, murakabe (Daima Allah’ın kendisinin yanında olduğunu, kendisini gözetlediği varsaymak), rıza (Allah’tan razı olmak).

Tabii bu usuli aşeredeki hususlar nefis makamlarında kendilerini gösterirler. Nefs-i emmarede bunlardan hiç birisi yoktur. Burada insan insanlıktan çıkar. Genellikle bir hayvana benzer. Çünkü nefis işlediği günahlarla veya kötü huylarla hayvanlaşmıştır. Bu makamdaki nefis sahibi yaşlandıkça o hayvana daha çok benzemeye başlar. Bu hem sireten (huy, ahlak) hem sureten böyledir. Dikkatli bir göz bunu hemen yakalayabilir. Şayet bu durumda ölürse ahrette ilgili hayvana benzer bir surette haşr olacağı hadis-i şeriflerde geçmektedir. Nefs-i levvamede tövbe belirgin bir ahlaki unsur olarak kendisini gösterir. Diğer hususlar ise biraz cılız olarak vardır. Nefs-i mülhimede tövbenin yanında züht, kanaat, uzlet birer ahlaki karakter olarak belirginlik kazanmıştır. Diğer hususlar ise levvvame nefse göre biraz ileri derecede olsa da henüz tam kıvama ulaşamamıştır. Nefs-i mutmainnede ise tövbe, züht, kanaat, uzlet, daimi zikir yanında tevekkül bir elbise gibi kişinin ruhaniyetinde belirgin hale gelmişlerdir. Diğer ahlaki vasıflar da yavaş yavaş güçlenmeye, kendisini göstermeye başlamıştır. Raziyye de ise usuli aşere aşağı yukarı tamamen kişinin ruhaniyetinde bir hal olarak kendisini göstermiştir. Marziyye ve kamilede bunlar tamamen yerleşmiş, derinleşmiş ve nefsin ayrılmaz parçaları, karakter unsurları haline gelmişlerdir.

Gerçekten bu usuli aşere nimetleri ruhani bir elbise gibidir. Müslüman’ı güzelleştirir. Ona imrenecek bir suret ve siret katarlar. Bazılarında biri ikisi belirgin olunca hemen bu ruhaniyet kendisini göstermeye başlar. Sayıları arttıkça ve belirginlik kazandıkça bu manada daha bir açıklıkla okunurlar ve o kişiyi daha bir güzelleştirirler. İnsanlar böyle kişilerden etkilenirler ama neden etkilendiğini pek bilmezler.

Mücadele suresinin son ayetinde müminlerden velev ki yakınları da olsa Allah’a (c.c.) ve peygamberine (s.a.s) düşmanlık gösterenlere dostluk kurmayanları yüce Allah (c.c.) övdükten sonra onları bir ruh ile destekleyeceğini buyuruyor. Ben buradaki ruh kelimesini kişilerin nefislerini güzelleştirirken üzerlerindeki ruhani elbise olarak anlamaktayım. Bu ruhani elbise de usuli aşeredeki nimetler olsa gerektir.

Peki, bir insan Nakşibendiyye tarikatına mensupsa ne olacak? Zira Nakşibendiyye tarikatı Halvetiyye tarikatı gibi değil. Onlar ne halvet yaparlar ne de pek nafile oruçları tutarlar. Nefsi pek sıkmazlar. Sadece zikir çekerler. Önce kalp zikri. Kalp harekete geçtiği zaman letaif zikrine geçerler. Letaifler zikirle harekete geçtiği zaman nefy ü ispat zikrine sıra gelir. Tamam da, bu zikirlerle nefsin ne ilgisi vardır? İşte ben bu yazıyı bunun için yazdım. Yazının başında da bu noktayı ima eden sorular sormuştum. Ama tabii buraya kadar bir girişten sonra ancak başa dönebildik. Zira konuya yabancı kişilere bu konuda az çok bir malumat vermek gerekiyordu.

Elbette zikir Allah rızası için çekilir ama zikrin nefse dönük yararları da olduğu kuşkusuzdur. Daha doğrusu nasıl ağaç meyve veriyorsa zikrin meyveleri de nefiste meydana getirdiği değişimdir. Bu değişimlere nefis makamları dendiğini nefsin de bu değişimleri usuli aşerede belirtilen ahlaki karakterleri kazanarak elde ettiğini belittik. Evet, bir Nakşibendiyye tarikatındaki mürit nasıl gizli zikirle bu değişimi nefsinde gerçekleştirmektedir? Yani elindeki tespihi kalbinin veya letaif noktalarının üzerimde tutup ‘Allah Allah’ diye zikrederken içinde, nefsinde nasıl bir değişim olmakta, süreç nasıl işlemektedir? Kalp ve letaif noktaları ile nefsin nasıl bir ilgisi vardır? Dahası zikrin nefis makamları üzerindeki tesiri nasıl gerçekleşmektedir?

Kalp ve letaif noktaları ruhun adeta duyu organları mesabesindedirler. Dahası ruh bu noktalarda zikirle işlemeye, çalışmaya başladığında gelişmekte, bu sayede nefis de makam kazanmaktadır. Yani kalp ve letaif noktaları ile nefsin doğrudan bir ilgisi bulunmaktadır. Kalp ve letaif noktaları zikirle çalışmaya, işlemeye başladığında ortaya nur ve feyz çıkmaktadır. Bunlar ruhu beslemektedirler. Ruh olgunlaştıkça önce nefsin ve şeytanların boyunduruğundan kurtulmakta, sonra da nefsi kendisine benzetmeye başlamaktadır.

İşte nefis makamları ve usuli aşere o zaman gündeme gelmektedir. Demek ki ruh zikirle yani feyz ve nurla olgunlaşırken nefis de bu nefis makamlarını, daha doğrusu usuli aşeredeki ahlaki umdeleri kazanmaktadır. Ekmeğin enerjiye veya yağa dönüşmesi gibi bir durum.

Nur ve feyzde ilahi bir ikram olarak usuli aşereyi oluşturacak ahlaki veya karakter özelliklerinin tohumları mevcuttur. Çünkü bunlar zikirle ortaya çıkmaktadırlar. Dolayısıyla nur ve feyz yüce Allah’tan (c.c.) birer hediye olarak bu ahlaki karakter ve özelliklerle ruhu beslemektedirler. Sonra da bunlar ruhtan tıpkı aynadaki görüntü gibi nefse yansımakta, orada boy göstermekte, yerleşmektedir. Tabii nefsin değişimi uzun bir zamanı aldığı ve bu yansımanın nefse adam akıllı etkisi için yoğun çalışma ve çok emek harcamak gerekmektedir. Ömrü zikirle yoğurmak icap etmektedir. Bu da ancak sabredenler için bir nasip meselesi olmaktadır.

Ben uzun senelerdir kalp ve letaif noktaları üzerinde kendimi deneye tabi tuttum. Deneyimlerimi de burada paylaşmak istiyordum.

Bilindiği üzere başlıca letaif noktaları şunlardır: Kalp, ruh, sır, hafi, ahfa. Ayrıca iki kaş arasında bulunan nefis, kafanın üst kısmında bulunan letaif-i küll.

Kalp sol memenin dört parmak kadar altında, ruh (Bu, terminolojide bildiğimiz ruhtan farklıdır, sadece aralarında isim benzerliği vardır. Ruhun manevi bir organıdır. Kendisi değildir.) sağ memenin dört parmak kadar altında, sır sol memenin iki parmak kadar üstünde, hafi sağ memenin iki parmak kadar üstünde, ahfa boğazın altındaki çukurundan iki parmak kadar aşağıda bulunur.

Tespih ilgili letaif noktasında tutulup zikir çekildiğinde letaif noktası birkaç ay içerisinde çalışmaya başlar. Tabii bu işin yalnız başına değil de yolu bilen birisi ile, yani mürşid-i kamille yapılması daha doğrudur. Zira nefis ve şeytanlar insanları hayırlı işlerde olmadık yollara sokabilirler. Onları helak edebilirler.

Kalp ilahi tecelligahın ve huzurun merkezidir. Huzur derken bizdeki göz nasıl görürse bu kalp de öyle bir işleve sahiptir. Yani iyi çalışırsa kişi ibadetlerde ilahi huzuru bulabilir. Allah karşısında ibadet ediyormuşçasına bir meleke kazanabilir. Dinde buna ihsan hali, murakabe de denir. Uzun bir süre zikirde sadece kalp üzerinde durunca bu hali yaşadım ve anladım ki huzur hali zihinsel bir süreç değil, ruhun kalp ayağı ile sunulan bir nimettir. Bir de tabii bu letaifin dünyaya bakan ciheti vardır. Gerçekten tek kelime ile ifade edersek, kalp zikri kelimenin tam anlamıyla insana bir ‘huzur’ bahşediyor. İnsan huzuru yaşıyor kalp letaifini çalıştırdığı zaman.

Ruh letaifi ilahi aşkın ve sevginin merkezi. Uzun bir süre ruh letaifi üzerinde çalışınca garip bazı haller yaşamaya başladım. Hani çocukken meyvelerin, çiçeklerin, kuşların başka başka anlamları, daha doğrusu insanı yaşama, sevince, aşka boğan güzellikleri vardı. Birden dünyam değişti. Onları yeniden yaşamaya başladım. Her şeyde bir sevgi, aşk anlamı görülmeye, sezilmeye başladı. Ailemdeki fertler de bundan hisse aldılar. O zaman anladım ki, ruhun sevgi ve aşk çağlayanı bir gözlük gibi üzerimde bu ruh letaifinin çalışması ile geçmiş durumda. Allah Allah mutluluğun anahtarı burada, insanlar ilaçlara, uyuşturuculara, alkole koşuyorlar. Ama kime ne kadar anlatabilirim ve yararlı olabilirim?

Sır letaifi vahdaniyetin merkezi. Her şeyde Allah’ın elini görme… Kuşku ve kaygılardan uzaklaşma… Tevekkülü ve tefekkürü bir hal olarak yaşama… Nefsin mutmainne makamına kavuşmada en çok yararlanılan letaif merkezi.

Hafi letaifi istiğrak makamı. Nasıl suya girdiğinizde kendinizi koyverirseniz ve sonra rahatlarsanız, bu letaif noktası da zikirle çalıştırıldığı zaman öyle bir hal zuhur ediyor. Allah’tan razı olmak gibi bir duygu sizi bürüyor, sarıyor. Bir rahmet denizine gark oluyormuş gibi bir duygu yaşıyorsunuz. Çok hoş bir duygu. Rıza hali insanı çok rahatlatıyor. Varoluş kaygılarınızı yok ediyor.

Ahfa ise izmihlal merkezi. İzmihlal yok olma hali. Fena hali, yani tasavvufta yaygın kullanılan tabiriyle. Kendimi uzun süre ahfaya kaptırdım. Daha doğrusu niye bunun halini yaşayamadım diye bayağı bu letaif üzerinde zikir çektim. Hâlbuki fena hallerini bayağı derinden yaşadığım halde kendimde olamadım. Daha doğrusu yaşadığım hal ile bu letaif noktası arasında bağ kurmayı uzun süre unuttum. Sonra epey bir zaman geçince, yaklaşık dört beş ay kadar zaman sonra meseleyi kavradım. Anladım ki, bu letaif noktası bir kopuş yeri. Fena halinin başlangıcı buradan başlıyor. Gerçekten insan özel bir duygu ile kendisini dünyadan ve yaşamdan çekiyor. Ama bunun ayırdında olamıyor veya bunu geç fark ediyor. Adeta kendisi gölge mesabesine geliyor. Bu sırada bütün letaif noktaları azami derecede çalışıyor. Nur ve feyze gark oluyor. Bu da onu manevi olarak ilerletiyor. Çünkü yukarıda anlattığımız süreç hız kazanıyor. Ruh, nur ve feyze gark olunca güçleniyor. Vücut ülkesinde hâkim duruma geçmeye başlıyor. Nefis ruha benzeyerek makamlar, yüksek karakterler kazanıyor. Çarklar böylece işliyor.

Bu arada şunları çok düşündüm: Türkiye’de üniversitelerde tasavvuf kürsüleri var. Ama tasavvufla alakaları sadece tarih açısından. Kalbin ve letaif noktalarının bu anlamları tasavvuf kitaplarında kısaca, adeta birer kelime ile yazılıdır. Benim gibi kişiler bunları hemen tecrübe edebilirler. Yaşayabilirler de. O zaman ruh sağlıklarının ne kadar ellerinin altında olduğunu da kavrayabilirler. Kalp ve letaif noktaları ile ruh sağlığı arasındaki yakın ilginin farkına varabilirler. Ruh doktorları tasavvufun bu sırlarla ve mucizelerle dolu kalp ve letaif noktalarına ne zaman eğilecekler? Ruhun duyu organları mesabesindeki bu organlardan insanlar ne zaman tam anlamıyla şifa yoluna gidecekler? Bu konular bilim adamlarının titiz çalışmaları ile ne zaman tatmin edilecek bir şekilde açıklığa kavuşacak? Bunlar şimdilik karanlık bir caddede kalan sorular. Kimsenin de öyle kolay kolay cevaplandıramayacağı ağırlığa sahipler.

Yıllardan beri uzun zaman miğren ağrıları çektim. Nedenini bilemediğim baş ağrıları. İlaçla geçmeyen. Şimdi başladı mı hemen kafa üzerinde ya abdestli olarak bir Kuran-ı Kerim bulunduruyorum, ya da kafanın üzerinde tespihi tutarak hızla içimden ‘Allah Allah’ diye zikre geçiyorum. Yarım saatte işi bitiyor. Eskiden gün boyu, hatta günlerce adeta delirirdim bu ağrılardan. Derdi veren Allah elbette şifayı da veriyor çok şükür…

Allah (c.c.) zikriyle bizleri rızasına erdirsin. Âmin.
Muhsin İyi