TİMURLENK(EMİR TİMUR)

TİMURLENK
(EMİR TİMUR)

ALPEREN GÜRBÜZER

Timur, Semerkand’ın Kes (Şehr-i Sebz) şehrinde doğmuştur. O, ilerisinde doğup büyüdüğü Semerkand’ı başkent yapacak tek liderdir. Semerkant artık onun elinde yeşil bahçelerle donatılmış ve eşsiz güzelliğe sahip Maveraünnehir’in (Türkistan’ın) Medine’sidir adeta. Babası Muhammed Taragay, Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi Hz.lerinin temellerini attığı Yesevi ocağının kollarından birine intisaplıdır.

Timur, Ahmet Yesevi ve onun alperenlerine son derece hürmetkâr davranmış, bununla da kalmamış Pir-i Türkistan’ın mezarının yapımını üstlenerek ziyaretgâh haline getirmiştir. Gençliğinde kendi kabına sığmayan bir mizaç sergilemesi onun ilerisinde büyük bir devlet adamı olacağının işaretlerini veriyordu zaten. Öyle ki, o delikanlılık çağında aldığı yaralarla sağ ayağı topal, sol kolu çolak kalmıştı. Bu yüzden ona Timurlenk, yani Aksak Timur lakabı verilmiştir.

Moğol kasırgasının ardından Türkistan’ın (Maveraünnehir) yeniden hayat bulmasında en büyük pay sahibi şüphesiz Emir Timur’a ait. O Harezmî ve Altın ordu devletlerine karşı açtığı mücadelelerde üst üste zaferler kazanıp saltanatlarına son vermenin yanı sıra bir dizi reformlara mührünü vurmuş bir emirdir. Şayet onda bir hata aranacaksa, Osmanlı’ya karşı bir dizi kıyasıya yaptığı savaşlar dile getirilebilir. Nitekim Ankara savaşı bunun en tipik yıpratıcı örneği. Maalesef Türk’ün Türk’le imtihanı diyebileceğimiz tarihin bu iki ümit devleri güçlerini birleşecekleri yerde birbirlerini hırpalamayı yeğlemişlerdir. Anlaşılan Timur dışa karşı yaptığı seferlerde son derece gözü kara, içe karşı ise son derece mütevazı bir şahsiyet örneği sergilemiştir. Yani o dışa karşı çetin ve zor, kendi içinde ise merhamet abidesidir. Bakın bir defasında Meşhur tarihçi İbn-i Haldun’la baş başa otağında buluştuklarında, o bilge insan Timur hakkında bir takım kaynaklara dayanarak övgüler yağdırır. Hemen bu övgüler karşısında Timur; "Ben sadece Moğol Hanların vekiliyim" cevabını verip mütevazı bir karakter ortaya koyar. Bu arada şunu belirtmekte fayda var; Timur sülalesi Çağataylardan Barlaslara (Moğollara) dayandırılsa da sonuçta Türkleşmiş olduklarından, o ailesiyle birlikte Türk Hakanı olarak tarihte yerini alacaktır hep.

Timur dindar bir kişiliğe sahip olmanın ötesinde her yaptığı seferlerde davasına meşruiyet kazandırmak adına ulemanın fetvasını almayı da ihmal etmeyecek kadar ince bir ruha sahip şahsiyettir. O aynı zamanda bugünkü manada sivil toplum önderidir. Şöyle ki; o oluşturduğu toplumsal yapılanmayı on iki sütuna göre teşkilatlandırabilecek düzeyde bir dehadır. Malum, bu örgütlenmenin birinci kademesini seyyidler oluşturur. Ki; bu durum onun ehli beyt’e olan sevgisini gösterir. Hatta Timur seyyidlerin liyakatli olanlarını devlet sadaretine bile atayıp tüm vakıflara mütevelli olmalarını sağlamıştır. İkincisi; bilge kişiler, üçüncüsü; abdallar (ibadet edenler), dördüncüsü; askeri kademeler de yer alan üst rütbeli komutanlar, beşincisi; sipahi ve reaya (halk), altıncısı; günlük meselelere vakıf akıllı dirayetli insanlar, yedincisi; devlet organının tepesini oluşturan vezirler, başkâtipler ve kalem erbabı, sekizincisi; Tıp camiası (hekimler), mühendisler, müneccimler vs., dokuzuncusu; tefsir ve hadis âlimleri, onuncusu; el becerisi mükemmel olan sanat erbabı, on birincisi; Piri fani zatlar (meşayih) ve gazi dervişler taifesi, on ikincisi ise; seyyahlar ve tacirler oluşturur. İşte toplum örgütlenmesi buna derler. Timur’un bu teşkilat şeması bugünün sivil toplum örgütlenmelerinin çok üstünde bir yapılanma dersek yeridir. Belli ki on iki rakam rast gele seçilmiş rakam değil, muhabbet duyduğu Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi’nin mensup olduğu silsile ağacında yer alan Abdülhalıkıl Gücdevani’nin (k.s) on iki usulünden ilham alınmış bir sayıdır.

Hani, medeniyetler manevi sütunlar üzerine kurulur derler ya, aynen Timur da kurduğu teşkilat yapısının temellerini İslam’a dayandırarak kendince ortaya bir yol haritası çizmiştir. Derken İslam’ın mayasıyla on iki sütun üzerine inşa ettiği Türkistan’a hayat verip ardından hâkimiyeti altına aldığı tüm toprakları ihya etmiştir. Şayet İslam’ın aksi cihetinde bir yol takip etseydi kendisinin ifadesiyle; devlet bir ev gibidir ki, onun üstü açık kapısı perdesi olmayacağından haramilerin hışmına uğrayıp paspas olacaktı. İşte devletin ayak bağı olmaması adına âlimlere kıymet verip onlardan istifade etmiş, bu arada öbür âleme göç etmiş Gönül Sultanlarının mezarlarını inşa etmenin yanı sıra ayrıca vakıf müessesesi kurarak mevcut merkatları korumaya almıştır. Nasıl korumaya almasın ki, baksanıza kıymet verdiği Meşayih-i Kiramın manevi himmetleri ve âlimlerin desteği ile bir anda medreseler ihya olup, ilim fen ve sanatta büyük atılımlar gerçekleşmiştir. Zaten onun bu girişimi sayesinde yetmiş yıllık komünizmle idare edilen Rusya’nın çökmesinin ardından o evliya-ı izamın merkatları hala canlı ve dipdiri ziyaret edilir durumda bugünde ışık saçmaktadır.

Timur’un hayatında net iki dönem görülür. Birinci dönemi Müslümanları kasıp kavuran Moğol kasırgasına karşı verdiği mücadele dönemi, ikinci dönemi ise bir dizi savaşlar sonucu ardından bıraktığı imparatorluk dönemidir. İşte o altın dönemlerin zirvesine eriştiğinde bile bu kadarı yeter demeyip gözünü Çin’e dikmiş, ama ansızın gelen ölümle bu hedefini gerçekleştiremeden kelebek misali ebedi âleme göç eylemiştir. Ne yazık ki ardından bıraktığı imparatorluk mirası korunamamış, bu mirasa göçebe Özbek topluluğundan Şeybani’ler konar. Yine de onun bıraktığı büyük miras sayesinde Timur oğulları saltanatı ilim kültür ve medeniyet olarak tarihin altın sayfalarında yer almıştır. Ki; bu devirlerde Hindistan’da kurulan o meşhur Babür devleti Avrupa Rönesans’ın temelinin oluşturur. Zira vahşi batı, doğuda neşvünema bulan İslam’dan aldığı aşılarla uykusundan uyanabilmiştir. Belli ki bugünkü medeniyetini doğuya borçludurlar. Cemil Meriç bu yüzden ‘Bir dünyanın eşiğinde’ adlı eserinde Hint’e apayrı bir önem verir.

Gerçekten de Timur’un 15. yüzyılda Türkistan havalesinde başlattığı Rönesans alevini devralan torunlarından Babürşâh, bu meşaleyi Hint’in alt kıtasına taşımıştır. İyi ki de taşımış. Bu sayede Akdeniz’den Çin’e, Rusya’dan Hindistan’a uzanan imparatorluk tamamlanmıştır. Dolayısıyla Cemil Meriç; ‘Babür de biz, Babürşâh da biziz’ demiştir. Bu sözlerden de anlaşıldığı üzere Babür’ü farklı kılan hükümdar olması ötesinde Babürnâme adlı eseridir. Tabii onu hem hükümdar kılan hem de eser verecek konuma gelmesi beslendiği kaynaktır. Öyle ki Babür Şah, çok övgüyle andığı, hatta rüyasında manevi işaretler aldığından söz ettiği Übeydullah Ahrar’ın himmeti ve bereketi sayesinde Hint’e yeni bir çehre katmıştır. İşte o beslendiği kaynak sayesinde oralara İslami medeniyetin ilk tohumları serpilmiştir. Bundan da öte o meşhur Babür namesiyle tarihin yönünü değiştirip hem bugünkü Pakistan’ın temelleri atılmış, hem de batı medeniyetine yön vermiştir. Derken Babürşâh’ta otuz altı yıllık saltanatının ardından Cihangir Şah ve Ekber Şah gibi iki önemli ismi bırakıp rahmeti Rahmana kavuşur.

Velhasıl; Babürşâh’a Übeydullah Ahrar’ın manevi himmeti ilham kaynağı olmuş, Cihangir Şâh ve Ekber Şâh’a da İmam-ı Rabbani gibi bir büyük Müceddid-i Elfi Sani ışık kaynağı olmuş, derken Hint bizimle hayat bulmuştur… Vesselam…

TİMURLENK
(EMİR TİMUR)

ALPEREN GÜRBÜZER
Timur Semerkand’ın Kes (Şehr-i Sebz) şehrinde doğdu. Delikanlılık çağında kabına sığmazlığıyla o kadar kendine zarar verir ki aldığı yaralarla sağ ayağı topal, sol kolu çolak kalıp ‘Aksak Timur’ lakabıyla anılır hep. Ancak şu da var ki, bu kabına sığmazlığı o’nun ilerisinde Şark’ın Türk Hakanı olacağının işareti sayılırda.
Evlenme vakti geldiğinde Cengiz Han hanedanından bir prensesle izdivacı gerçekleşir. Şarkın Türk Emir’i olduğunda ise doğup büyüdüğü Semerkand’ı başkent yapacaktır. İyi ki de başkent yapmış, bu sayede Semerkant bir anda yeşil bahçelerle donatılmış ve eşsiz güzelliğe sahip Maveraünnehir’in (Türkistan’ın) gözde Medine’si olur elbet. Nasıl gözde Medine’si olmasın ki, her şeyden önce Babası Muhammed Taragay, Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi Hz.lerinin temellerini attığı Yesevi ocağının kollarından birine intisaplıdır. Zaten Timur’da babasının yolunu yol bilip Yesevi ocağı ve bu ocaktan yetişmiş alperenlere hürmeten Pir-i Türkistan’ın mezarının yapımını üstlenip ziyaretgâh haline getirmeyi ihmal etmez de. Timurlenk’e de o yakışırdı zaten.
Moğolların hezimete uğradığı yıllara baktığımızda buralarda ayakta kalmayı başarmış devletler olarak ilk etapta Türk, İran ve Mısır göze çarpar. Ancak Moğollar hezimete uğrayıp Orta Asya’da güç kaybına uğramış olsa da Timur’un tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte işin rengi değişecektir. Bikere Timur’un devreye girdiği noktada sadece Moğollar yaralarını sarmayacak Türkistan da (Maveraünnehir) yeniden hayat bulacaktır. Artık Timur’u durdurmak ne mümkün, öyle ki Harizm’i ve Altınordu devletlerin üzerine giderek saltanatlarına son vermekle kalmamış ordan İran’a dalmış, sonrasında ise Memluk Sultanını kendisine biat ettirecek derecede Irak ve Suriye’yi kuşatacaktır.
Peki, o sadece kuşattığı topraklarla mı Şarkın Emir Türk Hakanı olarak adını duyurur? Hiç kuşkusuz tüm bunların ötesinde bir dizi reformlara mührünü vurmakla da dikkat çeker. Şayet onda illa bir kusur aranacaksa, belki Osmanlıya karşı kıyasıya bir dizi açtığı savaşlar dile getirilebilir. Nitekim Yıldırım Bayezid’le 1402 yılında yaptığı Ankara savaşı bunun en tipik yıpratıcı örneğini teşkil eder. Maalesef Türk’ün Türk’le imtihanı diyebileceğimiz tarihin bu iki ümit devleri güçlerini birleşecekleri yerde birbirlerini hırpalamayı yeğlemişlerdir. İlginçtir Timur savaş açtığı devletlere son derece gözü kara tutum sergilerken içe karşı ise tam aksine mütevazı tutum sergiler. Yani o kendi coğrafi sınırlarını aşan alanlarda asla uzlaşılmayacak çetin ve zor bir savaşçı bir lider profili çizerken, kendi tebaasına karşı da son derece merhamet abidesidir. Bakın meşhur tarihçi İbn-i Haldun baş başa otağına konuk olduğunda karşılıklı hasbıhal ettiklerinde yufka yürekliliğini anlamak mümkün. Nitekim o bilge insan bir takım kaynaklara dayanarak Timur’un otağında yüzüne karşı gurur okşayıcı övgüler yağdırdığında suretinde zerre miskal böbürlenme emareleri görülmeksizin şöyle der: “Ben sadece Moğol Hanların vekiliyim.” İşte bu müthiş mütevazı cevapla ne kadar yufka yürekli bir lider olduğunu belli eder. Bu arada şunu belirtmekte fayda var; Çağatay Emiri Timur’un soyu Türk Moğol boylarından Barlaslara dayanmaktadır. Kendisi Moğol veya Türk, bizim açımızdan soyu üzerinde tartışmak yerine o’nun ailesiyle birlikte hem Türk hem İslam’la mecz olmuşluğu çok önem arz etmektedir. Nasıl önem arz etmesin, bakın Timur her sefere çıkışında davasına meşruiyet kazandırmak için ulemanın fetvasını almayı da ihmal etmeyecek kadar uhrevi sorumluluğun bilincinde bir lider. Tabii bitmedi, dahası var; O aynı zamanda sivil toplum önderidir. Nasıl mı? Bikere; idare ettiği toplumu on iki sütun üzere teşkilatlandırmasıyla elbet. Sanmayın ki, toplum yapılanma modeli bugüne has bir kavram, Timur’un uygulamalarına baktığımızda sivil toplum modelinin izlerini pekâlâ net bir şekilde görmek mümkün. Nitekim söz konusu toplumsal örgütlenmenin birinci basamağında seyyid yapılanmasının varlığını görürüz. Bu o’nun Ehli beyt’e olan sevgisini gösterir. Timur bunla da kalmamış seyyidler arasında liyakatli olanları devlet sadaretine ve pek çok vakfın mütevelli heyetlerine atayarak görev almalarını sağlamıştır. Örgütlenmenin ikinci basamağında bilge kişiler, üçüncü basamağında abdallar (ibadet edenler), dördüncü basamağında askeri kademeler de yer alan üst rütbeli komutanlar, beşinci basamağında sipahi ve reaya (halk), altıncı basamağında günlük meselelere vakıf akıllı dirayetli insanlar, yedinci basamağında devlet organının tepesini oluşturan vezirler, başkâtipler ve kalem erbabı, sekizinci basamağında Tıp camiası (hekimler), mühendisler, müneccimler vs., dokuzuncu basamağında tefsir ve hadis âlimleri, onuncu basamağında el becerisi mükemmel olan sanat erbabı, on birinci basamağında Piri fani zatlar (meşayih) ve gazi dervişler taifesi, on ikinci basamağında ise seyyahlar ve tacirler vardır. Ne diyelim işte görüyorsunuz toplumsal örgütlenme buna derler. Hatta Timur’un bu teşkilat şeması ağının bugünün sivil toplum örgütlenme anlayışının çok üstünde bir teşkilat ağı olduğunu dediğimizde pekte maksadımızı aşmış sayılmayız. Hele ki birde gözlerden kaçmayacak bir başka husus var ki, on iki sütun üzere inşa ettiği örgütlenme modelinde on iki rakamının rast gele seçilmiş rakam olmadığıdır. Belli ki bu on iki rakam muhabbet duyduğu Pir-i Türkistan Ahmed Yesevi’nin mensup olduğu silsile ağacında yer alan Abdûlhâlik-ı Gücdûvani (k.s)’in on iki usulünden ilham alınmış bir rakamdır.
Hiç kuşkusuz medeniyetler manevi sütunlar üzerine kurulur, aynen öyle de Timur da oluşturduğu toplumcu teşkilatlanma yapının temellerini İslam mayasıyla yoğurarak on iki sütunlu yöntem olarak ortaya koymuştur. Ve o maya tutar da. Derken on iki sütunlu inşa faaliyetleriyle başta Türkistan olmak üzere diğer hâkimiyeti altına aldığı tüm toprakları hem madden hem de manen ihya etmiş olur. Şayet bu mayadan yoksun bir yol takip etseydi kendisinin ifadesiyle; devlet bir ev gibidir ki, onun üstü açık kapısı perdesi olmayacağından haramilerin hışmına uğrayıp paspas olacaktı. İşte devletini paspas olmaktan kurtaracak maddi ve manevi inşa faaliyetleriyle birinci önceliğini Rabbani âlimlere kıymet vererek işe soyunmuş, hatta Rabbani âlimlerin bu dünyadan göç ettiklerinde kurduğu vakıf müesseseleri vasıtasıyla merkatlarını korumaya almış da. Nasıl korumaya almasın ki, baksanıza kıymet verdiği Meşayıh-ı Kiram ve âlimlerin desteği sayesinde fethettiği topraklar bir anda medreselerle ihya olup, ilim fen ve sanatta büyük atılımlar gerçekleştirmiştir. Düşünsenize bugüne geldiğimizde yetmiş yıllık komünizmle idare edilen Rusya’nın çökmesinin ardından o Evliya-i izamın merkatları hala ziyaret edilir durumda ise biliniz ki bunda Timur’un yüzyıllar öncesinde başlattığı inşa girişimlerinin çok büyük katkı payı vardır.
Özetleyecek olursak, Timur’un hayatında bariz net iki dönem görülür. Birincisinde Şark’ın Türk Hakanı olarak Orta Asya’da Moğolların başına geçtikten sonra sırasıyla Maveraünnehir, Harizm, İran, Altın Ordu Devleti, Hindistan, Suriye ve Osmanlı’ya karşı üst üste kazandığı zaferlerle adını duyurduğu dönem vardır. İkincisinde ise imparatorluk dönem söz konusudur. Tabii bu iki dönemin nihayetinde yükselişinin en zirvesine eriştiğinde bile bu kadarı da yeter demeyip gözünü Çin’e dikecektir. Ama ne var ki ansızın gelen ölüm bu hedefinden alıkoyacaktır. Dahası kelebek misali ebedi âleme göç eyleyip imparatorluk mirasına göçebe Özbek topluluğundan Şeybaniler konacaktır. Her ne kadar o mirasın hakkı verilmese de yine de o büyük mirasın etkisiyle Timur oğulları saltanatı ilim kültür ve medeniyet olarak tarihin hemen her kesitinde bir şekilde meyvesini toplayacaktır. Nasıl mı? İşte Hindistan’da kurulan o meşhur Babür devletinin medeniyete katkıları bunun tipik misali. Ki, Babürlerin Avrupa Rönesans’ın doğuşunda katkısı inkâr edilemez. Malum olduğu üzere vahşi batı, doğuda yükselen İslam Işığı’ndan aldığı aşılarla uykusundan uyanabilmiştir. Yani, bugünkü medeniyetini doğuya borçludurlar. Cemil Meriç bu yüzden ‘Bir dünyanın eşiğinde’ adlı eserinde Hint’e apayrı bir önem atfetmiştir.
Gerçekten de Timur’un 15. yüzyılda Türkistan civarında başlattığı Rönesans alevini devr alan torunlarından Babür Şah, bu meşaleyi Hint’in alt kıtasına taşımıştır. Böylece Akdeniz’den Çin’e, Rusya’dan Hindistan’a uzanan imparatorluk doğa gelmiştir. İşte böyle bir doğuş karşısında Cemil Meriç ‘Babür biz, Babür Şah da biziz’ demekten kendini alamaz. Ne diyelim böylesi müthiş sözlerden anlaşılan o ki; Babür Şah’ı farklı kılan sadece hükümdar olması değil asıl o’nu farklı kılan nesiller boyu başucu kaynak olabilecek ‘Babürnâme’ adlı eser ortaya koymasıdır. Hiç şüphe yok ki o’nun eser verecek konuma gelmesinde beslendiği kaynak çok önem arz etmekte. O söz konusu kaynak adından çok övgüyle bahsettiği, hatta rüyada o’ndan manevi işaretler aldığından söz ettiği Ubeydullah-ı Ahrâr (k.s)’dan başkası değil elbet. Gerçektende Ubeydullah-ı Ahrâr (k.s)’ın himmet ve bereketiyle Hint’e yeni bir veçhe kazandırır da. Derken bu engin kaynak sayesinde oralara İslam medeniyeti bir güneş gibi doğar. Öyle ki o meşhur ‘Babürnâme’ eseriyle tarihin yönünü bir anda değiştirip hem bugünkü Pakistan’ın temelleri atılmış, hem de batı medeniyetine ışık olunmuştur. Otuz altı yıllık saltanatının ardından Ekber Şah ve Cihangir Şah gibi iki önemli ismi bırakıp Hakka yürüyecektir. Nasıl ki Babur Şah’a Ubeydullah-ı Ahrâr (k.s) ilham kaynağı olmuşsa, İmam-ı Rabbani Müceddid-i Elfi Sani’de her ne kadar Ekber Şah zorba olsa da adeta surda gedik açıp sonrasında oğlu Cihangir Şâh’a ışık kaynağı olacaktır. Ne mutlu Hind coğrafyasına ki böyle ilham kaynaklarına ev sahipliği yapmış..
Vesselam.