POPÜLİZM Mİ YOKSA ELİTİZM Mİ?

POPÜLİZM Mİ YOKSA ELİTİZM Mİ?
ALPEREN GÜRBÜZER

Bir bedel ödüyoruz sanki. Hem de büyük bir bedel. Tarih adeta bizi hizaya sokuyor. Fakat biz, bu durumu nice musibetler yaşadıktan sonra anlıyoruz. Büyük yangın içinden çıkmanın serencamesini yaşıyor ve dikkatimizi tekrar kendi öz kimliğimize çevirerek hep birlikte sesleniyoruz; “Bize bu hayatı reva görenler tarihle barışmalı, dinle barışmalı, kırılıp dökülen ve hor görülen Bediüzzaman Said-i Nursi, Süleyman Hilmi Tunahan, İskilipli Atıf Hoca gibi mümtaz âlimlerle barışmalı” diye. Barış Türkülerini söylemek bugün değilse ne zaman? Aslında batılılaşma serüveninden bu yana, tarihine sırtını çevirmiş veya çevittirilmiş toplumun bedel ödemesi tabiidir. Kan çanağına bürünmüş gözler, esir zihinler, akıtılan kanlar, tutsak gönüller ve evlatlarına yanan ana yüreğinin açtığı gedikler hep bir bedelin yansıması galiba.
Bütün bu yaşananlardan sonra farklılıklarımızı geç de olsa farkedebildik nihayet. Tek tip toplum olmadığımızın idrakiyle bir arada nasıl yaşanılabileceğinin formülü üzerinde konuşuyor, tartışıyor ve sosyolojik değerlendirmeler yapıyoruz. Bu durumu sevindirici gelişme olarak ele alabiliriz. Çünkü daha düne kadar, tek tip tarih, tek tip kahraman, tek tip ideoloji, tek tip ırk gibi labirentler içerisinde yüzdürülmeye çalışılıyorduk. Çok şükür hemen hemen toplumun bütün birimlerinde farklı seslere, farklı anlayışlara şahit oluyoruz. Hatta aydınlarımızın birkısmı tekelci görüşlerden sıyrılarak, çoğulculuktan söz etmeye başladılar bile. Popülist politikalar sonucunda geldiğimiz son noktadır bu. Sorgulayıcı, eleştirici ve seçicilik dediğimiz elitist tutumu toplumumuza çok görmüşüz. Oysa bizim insanımız da fikir üretebilmeli, sorgulamalı ve sivil inisiyatifini her platformda ortaya koyabilmeliydi. Maalesef toplum güdülen koyun muamelesi gördü hep. Yüzümüzü batıya çevirmiştik, ama aklımızda arkada kaldı. Her ne kadar kıblemiz Batı’ya yönlendirilmişse de, bin yıllık tarihimizin izleri ister istemez kimliğimizi hatırlatıyor ve yeniden kendi gerçeklerimize dönüyoruz sonunda. Demek ki, bir millete tepeden dayatma usulüyle de olsa tam manasıyla kökleriyle irtibatı koparılamıyor. Koparılmaya kalkışıldığında da toplumun her kesimi bedel ödemek zorunda kalıyor, bu böyle biline. Anlaşılan yükümüz çok ağır. Uzun ve ince bir yol katediyoruz, ama neyazık ki bu yükün altından çıkabilecek gücün fazlasıyla genlerimizde var olduğumuzun farkında değiliz. Aslında tarihi misyonumuz bize bu gücü veriyor. Tarihte nice devletlerimiz yıkılmış, yerine yeni devletler kurabilme imkânı bulmuş bir milletiz çünkü. Yeter ki, tarih, milli ve din şuurumuzu yeniden harekete geçirmesini bilelim. Türkiye’nin bitmek tükenmek bilmeyen problemlerinin kaynağında, hep milli şuur yoksunluğu yatıyor. Nitekim farklılıklarımızı kaynaştıracak olgular tarih, din ve milli şuurdur. Huzursuzlukları giderecek, devasa promlemlere merhem olacak unsurlardan mahrum kalmaya itilmemiz tamiri zor yaralar açmaktadır. Dayanışmanın olabilmesi için muhabbet ortamının şartları vücuda getirilmeli. Coğrafyamızda muhabbet fedaileri yetiştirecek eğitim sistemimiz olmadığından bir elinde silah ve diğer elinde uyuşturucu taşıyan gençlik türü baş göstermeye başlıyor. Oysa analitik tahlil yapacak ve elitist yaklaşımla donanmış gençliğe her geçen gün çok daha ihtiyaç hissediyoruz.

Türkiye muhabbet fedaileri ile ironiye olmuş gençlik arasında tercih yapmalı. Gönlümüz Türkiye sevdasını hâkim kılacak gençliğin altyapısını hazırlayacak eğitim proğramının yürürlüğe biran evvel geçirilmesini arzuluyor. Fakat mevcut sistem histerik toplum üretiyor. Geçmişte yaşadığımız kanlı 1 Mayıs olayları toplumun bir kesiminin fotoğrafını göstermesi bakımından önemli bir histerik tablodur. Muhakemesini yitirmiş kitleler bir yandan yıkıp dökerken, diğer yandan da niye yıktığını, kırdığını veya öfkeyle polise saldırırken, vururken niye vurduğunu, ne için bağırdığını bilmiyorlardı. Bir sel misali akıntıya kapılmış bu serseri yığınlar, şiddet histerisine tutulmuşlardır. Oysa 1 Mayıs, Kadıköy olayları ve diğerleri bize birçok dersler vermesi gerekirdi. Kritik edemeyen, sorgulama yeteneği olmayan, seçicilik özelliği (elitist) gösteremeyen toy gençliğin bu eylemlerine şaşmamalı. Eğitim sistemimiz veya bütün köhnemiş sistem yapımız histerik ortamın zeminini hazırlıyor çünkü. Ciddi manada yeniden yapılanmamız ve yenilenmemiz gerikiyor. Sadece histerik olan devrimciler mi? Elbette ki hayır. Radikal gruplar da, Kur’an’daki ayetleri “slogan” şeklin de kullanarak, İslâm’a perde oluyorlar. Üstelik “Hüküm yalnız Allah’ındır” ayetini sloganlaştırarak devlete karşı kullandıkları gibi “iyiliği emretme, kötülüğü menetme” ayetini de halka dayatıp, etrafa korku salıyorlar. Bu yüzden terörün dini, ırkı, vatanı olmaz sözü çok yerinde bir tespit olsa gerektir. Şiddet her toplumda vardır. Fakat bizde kangren haline gelmiş durumda. Hala Güneydoğu’da olaylar bitmiş değil. Büyük şehirlerde kümelenen eylemler birtürlü son bulmuyor. Terörle ilgili yorumlara baktığımızda kimi meseleyi parçalanmış kimliklerin uzantısı, kimi büyük şehirlerde yaşanan yalnızlık ve yabancılaşmanın sonucu, kimisi de sosyo-ekonomik, politik, ideolojik ve ferdi sebeplerle izah etmeye çalışıyor. Aslında hepsi de yerinde değerlendirmeler, ama bütün bunlar bütüncül yorumlar değil. Problem ne tek başına kimlik uzantısı, ne tek başına yabancılaşma, ne de ekonomik ve ideolojiktir. Tüm mesele bütün bu unsurların hepsinde gizli. Yani, şiddet histerisine kapılmış kitlelerin özünde hem kimlik, hem yabancılaşma, hem sosyo-ekonomik, hem politik, hem ideolojik hem de ferdi sebepler vardır. Demek ki, mesele tek boyutlu olmayıp çok yönlüdür. Zaten Sosyolojide tek tip görüşlere yer verilmez, çoklu görüşler esas alınır. Olaylara tek pencereden bakmak yanılgıları da beraberinde getirecektir. Değişik pencerelerden ve etraflı bakmak sıhhatli yaklaşımları ortaya koyacağı muhakkaktır. Elitist bakış açıları geliştikçe, insanımız araştırmaya, ilme ve irfana yönelecektir elbet. Toplum içinde farklılıkların beraberce yaşayabilmeleri, güven ortamının olmasına bağlı. Eğer bütün bu farklılıklar bir kilimin desenlerinde olduğu gibi yerli yerinde kullanılmazsa parçalayıcı durumlar ortaya çıkabilir. Türklük, Kürtlük, Lazlık gibi kimlikler ayırım aracı olarak kullanılmamalı. Etnik kimlikleri hiçbir kesimin diğer kesime üstünlük olgusu ya da imtiyaz olarak dayatmamalı. Kimliklerimizle diğer farklı kimliklere karşı üstünlük telakki etme yoluna koyulursak Hitler’den bir farkımız kalmaz. Bizi birbirimize kaynaştıracak ölçü, “Hepimiz aynı kilimin desenleriyiz” şuurunu zihinlerimize yerleştirmek ve hayata geçirmektir. Farklı desenlerimizi bir imtiyaz haline dönüştürmeden bulunduğumuz coğrafyada kardeşce, Türkiyelilik bilinci dairesinde pekâlâ yaşayabiliriz.

Ayrıcalıklarımızı parçalayıcı unsurlar haline getirip de, hayatımızı zehir etmeye kimsenin hakkı olmasa gerektir. Nüanslar aslında bölücülük değil, bilakis zengin kültür kaynaklarına sahip özelliğimizi ortaya koyar. Aynı kilim içinde mevcut olan desenlerin motiflerinde bile zenginlik vardır. Burada dikkat etmemiz gereken popülizme kaymadan elitist düşünebilmektir. Önemli olan kendi zenginliklerimize bile gerektiğinde özeleştiri yapabilmekdir. Özeleştiri olmayan yerde sultacı zihniyetler cirit atabileceği gibi, koyu tassupçuluğunda her tarafı kaplayacağı kaçınılmaz. Ben’lik histerisine kapılmışız adeta. Öyle ki; ‘Benim kimliğim daha üstün, varsa yoksa benim idealim neyleyim başkasını, benim liderim yanılmaz, benim görüşüm daha iyi’ gibi ifadeler içine düştüğümüz kısır döngünün bir yansıması. Hâlbuki ne Arab’ın Acem’e, ne Acem’in Arab’a üstün olmadığı ve üstünlüğün takvada olduğunu belirten yüce Peygamberimiz’in sesine kulak verseydik, belki de tarihte böylesine kanlı olaylara şahit olmayacaktık. Takva her şeyin üstünde. Öyle ya, sonsuz konuşma lakaydlığı ve üstünlük taslama kolay yol! Fakat Allah’ın emanet verdiği canı taşımak denilen ulvi bir hayatı uygulamaya gelince yan çiziyorsak, demek ki; ucuz halk kahramanlığı dediğimiz popülizm ya da halk yardakçılığı gibi kolaycılıklar işimize geliyor demektir. İnsanları yaşadıkları hayatla değil de, bir takım simgelerle değerlendirip, “bu da bizden” gibi kuru mantıkla kategorize ediyoruz maalesef. Bu düpedüz fanatizmdir. Oysa bu tür fanatizm, onları anti- medeni unsurlar haline getiriyor. Meselenin temelinde tabii ki tarım toplumundan sanayileşmiş bilgi toplumuna geçiş sürecinin ortaya çıkardığı sancıların yansımaları da söz konusu. Sanayileşmiş bilgi toplumları bu tür sıkıntıları birtakım bedeller ödeyerek çözmüşler. Niye? Çünkü bilgi toplumunun değerleri militarist eğilimleri azaltmasından dolaydır. Bu yüzden o toplumlarda bilgi ön plandadır her daim. Farklı nüansları bölücülük olarak algılamak geri kalmış ülkelerin handikapı. Zaten hangi gruptan olunursa olunsun düşüncesini şiddet metoduyla ifade etme özgürlüğü, dünyanın hiçbir yerinde kabul görmez. Sadece Marksizm gibi ihtilali metod edinen ideolojilerin çıkmazıdır narsisizm. Yani ideolojisini kanla gerçekleştirmek hobisi. Peki, bizim inancımızda nasıl? Cevaben deriz ki; Ehli Sünnet âlimlerimizin sözleri ve yazdıkları bizim hüccetimizdir. Nitekim onlar ayaklanmaya teşvik ettirici fetvalardan sakınmışlar, “fitnenin katilden beter” olduğunu vurgulamışlardır.
Bütün bunlardan çıkaracağımız netice, meselelerimizde sadece farklılık boyutunun ötesinde hakikatleri aramamız gereken noktalar da var. Ama aslolan, çimento görevi yapacak müşterek değerlerimizi gündeme getirebilmektir. Bizim coğrafyamızın en derinlemesine ortak çimentosu “İslâmiyet”tir. Birlik Kilimin muhafazası için, İslâmiyet çimentosuna her geçen gün daha acilen ihtiyacımız var diyoruz. Vesselam.