iSLÂM TASAVVUFUNDA İRŞAD VE MÜRŞİD

iSLÂM TASAVVUFUNDA İRŞAD VE MÜRŞİD

ALPEREN GÜRBÜZER

İrşad, doğru yolu göstermek, bir kimsenin hidayetine vesile olmak, haliyle, sözüyle İslamiyeti tanıtması, yaymasıdır. Bu özelliklere sahip kimseler, İrşad Ediciler'dir. Yani Mürşid-i Kâmiller'dir. Seyyid Abdulhakim el Hüseyni (k.s.); ''Öyle zevatlarla sohbet etki sözü dimağını (beynini), özü kalbini ve ruhunu tedavi eder, hali de seni Allah'a kavuştursun'' diyor. Gavs (k.s.)'ın söylediği bir güzel vecize söz, aynı zamanda ''İrşad'' kavramının tarifidir.

İslamiyeti tanıtmak, yaymak sanıldığı gibi herkesin yapabileceği bir olay değil. Öncelikle, irşad edecek olan kimselerin, bu hususiyetleri nefsinde taşıması gerekiyor. Günümüzde irşad yaptığını zannedenler, aslında irşad yapmıyor. Sadece laf üretiyor. Tahkiki ve yakini delillerle, hak ve hakikatı talim ve techis olmakla, irşad olur. Bu konuda bakın S. Abdulhakim el Hüseyni (k.s.) ne diyor; ''İrşad olmayan irşad edemez." Demek, evvela irşad olacağız, sonra insanlara yol göstermek hakkı kazanacağız. Maalesef, bugün içinde yaşadığımız manzara; söylediklerimizi yaşamadığımız halde, insanlara bir şeyler anlatıyoruz. Tabii netice itibariyle de başarılı olamıyoruz. Başarının sırrı önce yaşamak, sonra yaşadığını halinle, dilinle aktarmaktır. Zaten, insanımız, laf'dan çok uygulamaya ve yaşantıya itibar ediyor. Ateşli konuşmaların, heyacanlı nutukların biri bin ettiği devirler, artık gerilerde kaldı. Kitleler, daha çok pratik ve uygulamaya yönelik, özü ve sözü doğru olan değerlere itibar ediyor.

Öyle zevatlar vardır ki, hiç konuşmadan, binlerce insanı bend ediyor. Öyleleri de var ki, ciltler dolusu heyecanlı, coşkulu konuşmalar yaptığı halde, camiden çıktığı zaman etrafında birkaç kişi. Hatta bir bastonu bir de kendisi. Maalesef durum bu. Toplumlar yıllardır dinleye dinleye bir hal almış, nice etkili konuşmalara şahit olmuş, belki bir veya iki saat dinlediği konunun tesirinde kalıyor ve sonuçta ruhunun susuzluğunu giderecek çözüme ulaşamamış. İnsanlara etkili olmak, yalnız ''söz''le olmuyor, ''hal''de göstermek gerekiyor.

Mürşid; irşad eden, doğru yol gösteren, gafletten uyandıran, Peygamber (S.A.V.) varisi konumunda bulunan bir kılavuz ve bir önder demek. Mürşidin kendisi irşad edici vasıflara sahiptir. İrşad 'değer' ihtiva eder 'kanun' ihtiva etmez. Bu yüzden deney ve laboratuvar bulguların (yanlış idrakten dolayı) mürşidlerce irşad edilmesini bekledik durduk. İlimle değeri karıştırmamalı, deney ve gözlem mürşidlerce irşad edilmez. İnsanlar irşad edilir. Onun için deney ve ilim keşfini mürşidlerden beklemek adetullaha (sünnetullah) ters düşer. İslâmiyet, ilim ve teknikte sebep ve netice ilişkisini gözardı etmez. Allah (C.C.), yağmur yağdırmak için bulutu vesile kılmış, herşeyi bir sebebe bağlamış. Dinimizde sebeplere başvurmak, ''Sünnetullah'' olarak telakki edilir. O halde deneyin mürşidlerce irşad edilmesini niçin bekleyip durduk? Batıcılar da başka türlü yanlış açmaza sürüklendi. Onlar da irşad görevini ilimden beklediler. Oysa ilim, mürşid değil. İlim, vakıalarla

(deney ve gözlemle) ilgilenir. İrşad kavramı, ''değer''le alakalıdır. Belki düşünce taşımıyor ama sonuçta insan aradığını buluyor. Zaten irşadın düşünceye ihtiyacı yoktur. Problemlerini halletmiş, ruhunun susuzluğunu gidermiş, nefsini tezkiye etmiş ve kalbini tasfiye etmiş bir insanın dünyasında düşüncenin işi ne? Huzursuz, karmaşık ve çelişik hayat tarzlarının çocuğudur düşünce. Çok defa mürşitlerce söylenen sözlere dikkat edildiğinde düşünce taşımaz. Mürşid-i Kamiller konuştuğunda hem Allah için konuşur, hem de kısa ve öz sohbet eder. Kelimeler, söylenen cümleler bir sesten ziyade, insanın ruhunu kuşatan, tedavi eden, Allah'ı hatırlatan ''nur'' olur. Ruh aşkla dirilir. Mürşidler yüreklerinde sevgi ve aşk taşıdıklarından ister istemez insanlar onlara yöneliyor. Yüreğinde aşk ve sevgi taşımayanların bu dünyaya verecekleri sermayeleri yoktur. Kişi madde kalıbından kurtulup ruhlaşmadıkça pir ü pak olamaz.

Bir gün, Hazret Muhammed Dıyauddin (KS)'ın evine sofiler ziyarete gelir. Sofiler edeb içinde Hazret Muhammed Diyauddin'in (KS) sohbet etmesini beklerler. Hazret sohbet etmez. Aradan birkaç saat geçtikten sonra sofiler müsaade isteyip, oradan ayrılırlar. Bu duruma şahit olan Hazretin (KS) hanımı:

''Efendim, Sofiler, seni ziyarete geldi, sen hiçbir sohbette bulunmadın, bekledikleri sözleri işitmeden hüzünlü bir şekilde ayrılmalarına sebep oldun.'' Bunun üzerine Hazret Muhammed Dıyauddin (KS) celalli bir halde şöyle der:

''- Bizim sükututmuzdan alamayan, sohbetimizden alamaz.'' Evet ne kadar manalı söz. Bu sözlerden insanoğlunun, nice alacağı dersler var. İnsan istese, sükut halde de irşad olabilir. İş lafın, güzelliğinde, biçiminde (şekli ve şemasında) değil, önemli olan manevi yoldan etkilenmek ve ruhumuzun gıdasını verebilmektir. Yaldızlı ve parlak sözler belirli noktaya kadar yol arkadaşı olabilir. Bir noktadan sonra söz itici güç olmaktan çıkar, başka güçlere ihtiyaç hasıl olur. Doğan çocuk, patates yiyemez, süt içer. Ancak dişleri çıkınca sütten sonra patates yemeye geçebilir. İnsan da bebek misali, başlangıçta nasihat, sözle yol alır, dişi çıkınca, sohbetin yerini, ''hal'' alması gerekir. Sözlerin, pratiğe ve uygulamaya geçmesi çocuğun patates yemesi gibidir. Albert Einstein gibi bir ilim adamı bile ruhunun susuzluğunu giderecek ilacı şu sözlerle ifade eder: ''Tecrübe edebileceğimiz, en güzel ve en derin heyecan, mistik duygudur. Bu heyecanı tatmayan ölü gibidir'' diyor. Einstein'in en büyük talihsizliği, İslâm tasavvufunu tanıma şansına erememesidir. Eğer tanıma fırsatını yakalayabilseydi belki de, Mürşid-i Kamillerin, Zat-ı Şahanelerin yılmaz destancısı olurdu. Onları öve öve, anlata anlata bitiremezdi.

Zatında kamil, beşeriyeti irşad edebilecek, kemalatta mükemmel insana ''Arifibillah'' denir. Tasavvufta gaye, kamil insanın ahlakıyla ahlaklanmaktır. Kamil insanın (irşad edicinin), gönlü, Hakkın aynasıdır. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri; ''İşte, mürşidin ruhu ve kalbi aynadır. Allah'tan gelen feyze makas (akseden) olur'' diyor. Yani feyzi aksettirir. Feyz, Allah'ındır, mürşid aksettiricidir. Onlar Allah'dan gelen feyz-i nuraniyi müridin kaldırabileceği dereceye indirir. O açıdan evliyanın çok kelam etmesine gerek yoktur. Evliya-i İzam; insan irşad edicileri ve terbiyecileridir. Allah'ın (CC) dünyada, rahmet halkaları, Hızır (AS)'ları ve daireleridir. Terbiye olmadan kemalat olmaz. Lisanla nasihat kâr etmiyor. Kalbler nüfuz etmek ve etkilemek gerekiyor. Zaten, insanlara sözle yaklaşılınca kaçıyor, gürültü ve stress olarak algılıyor. Çünkü lafların çoğu sloganik olmaktan öteye taşmıyor. Sloganlarla insanları yönetmeye kalkışanlar, umduklarını bulamıyor. Sloganların; içi boş, kılıflardan ibaret dövizlerdir. Sözleri taçlandırmak gerekiyor. Nasıl taç? derseniz; ''ilimle, amelle taçlanan sözler'' diyoruz. Yaşamadan, uygulamadan her söyleyeceğimiz söz, hem kendimizi kandırmak hem de başkalarını aldatmak demektir. Petrol uzmanları, kuyudan çıkardıkları hammaddeyle rafine edip 30-40 ürün elde ediyor. İnsanda hammadde misali, irşad edicilerin elinde işlenmedikçe, ürün veremiyor. İnsanın işlenmesi, 'irşad' demektir. Nasıl ki, tabiatı işleyerek ''üretim'' gerçekleştiriliyorsa, insanın işlenmesiyle ''irşad'' gerçekleşir. Bütün mesele, irşad olmakta!

Kamil insanın kalbine melek hakimdir. İrşad edicilerin kalbine melekler karargah kurmuştur. Şeytan bu durumdan dolayı, Allah dostlarının kalbini bozamaz. Kamil insanlar, kalb uzmanlarıdır. Onun için derler ki, böyle zatlarla karşılaşıldığında yüzlerine doğrudan doğruya bakılmaz. Çünkü, mürşid-i kamiller, insanların gözlerinden kalb'lerini görürler, ayıplarına vakıf olurlar. Onların huzurunda edeben yüzüne bakmayıp (göz göze gelmemek), kalben düşünmek gerekiyor. Alimin yanında dilini, mürşid kamilin yanında kalbini sağlam tutmak mühim edeplerdendir. Hazreti Yunus; ''1000 hacca gidip geleceğine, bir gönle girmeye bak'' demekle buraya işaret etmiştir. Gönüle ve kalbe girmekle irşad sarayına dalınır.