HAKANLARA IŞIK SAÇAN EVLİYALAR

HAKANLARA IŞIK SAÇAN EVLİYALAR
ALPEREN GÜRBÜZER

İslamiyet’ten önce hakanlara yol gösteren kâm denilen, sözlerine itibar edilen yüce şahsiyetler vardı. İslamiyet’le tanışan Türkler de kâm ’in misyonuna benzer görev yapan şeyh veya evliyaların varlığına şahit oluyoruz. Prof. Dr. Osman Turan; Türklerin kâm’ları yerine İslam şeyhleri, evliyası geçerken, sessiz bir kaynaşma olduğundan bahisle Türklerin İslamlaşmasının sayısız din ve tarikat adamları sayesinde gerçekleştiğini, böylece Alpliğin Alperen şeklinde kutsiyet kazandığını vurguluyor.
Dede Korkut; bilge insan, kültürümüzün bir parçası. İslamiyet öncesi Türklük de Dede Korkut, keramet sahibi bir insandı, bu bilge insan Hanların tayininde, devlet işlerinde, kurultay ve toylar da etkili bir zat olarak telakki edilir. Dede Korkut, Oğuzların Kayı kabilesinin Osmanlılara intikal edeceğini keşfeden, aynı zamanda zamanının ulu hakanlarına ışık veren bilge kişiliğe sahip birisi olarak da destanlarda zikredilir. Öyle ki Oğuz Han ve evlatları Irkıl Hoca ve Dede Korkut’tan istifade etmişlerdir. Irkıl Hoca (Uluğ Türk) Türk’ün Hakanına; ’Ey Kağanım (Oğuz Han)Gök-Tanrı bütün dünyayı sana bağışlasın’ tarzında dua ve niyazda bulunarak moral vermiştir.
Batı Türklüğünün liderlerinden Atilla da diğer Türk Kağanları gibi kâm’lara (kâhinlere) itibar ederdi. Nasıl ki, Türk Hakanlarının Irkıl Hoca ve Dede Korkut gibi, itibar ettikleri şahsiyetler söz konusuysa, Cengiz Han içinde ’Gökçe Ata’ ismiyle anılan bilge kişi vardı. Cengiz Han’da, Gökçe Ata’dan güç alıyordu. Kısaca, Oğuzların Irkıl Hoca’sı (Korkut Atası), Cengiz Han’ın Gökçesi önemli şahsiyetler olarak tarihte yerini almışlardır..
Selçuk’un babası Dudak rüyasında gördüğü; ‘Göbeğinde üç ağacın çıktığını, dallarının göklere yükseldiğini ’ Korkut Ata’ya anlatınca Dukak’a rüyayı tabir eder ve ’Evlatlarının cihan padişahı olacağını’ müjdeler.
Gazneli Mahmut adlı Türk de, Hindistan’a İslam’ın girmesine ve yayılmasına katkısı olan bir yüce Hakandır. Aynı zamanda Hindistan’da İslam’ın yayılmasında sofilerin belagatiyle kök saldığı da bir gerçek. Cemil Meriç bu konuda:
Hind düşüncesinin ilk fatihi Harzemli bir Türk olan El Biruni. İslam dünyası ile Brahmanlar diyarı arasında atılan köprü onun eseri.. Yeni bir din götürmüşüz Hint’e, yeni bir dil sunmuşuz. Babür biziz, Ekber biziz, Dara Şükuh biz.’’ der.
Karahan Hakanı Abdülkerim Satuk Buğra Han’dır. Ona hidayet yolunu gösteren deha ise Samani Ebu Nasr’dır. Dolayısıyla İslamiyet’in Türklerce kabulünde önderlik eden ilk hükümdar Satuk Buğra Han’dır. Cevdet Paşa bu konuda: ‘’Satuk Buğra Han ikiyüzbin hayme halkıyla beraber Müslüman oldu..’’ der.
İşte bu gerçeklerden hareketle büyük doğuşun mayasını oluşturanın Satuk Buğra Han olduğunu söyleyebiliriz. O yüce Hakan Türk’ün tarihinde destanlaşmış, aynı zamanda Türk Milletinin gönlünde taht kurmuş, nesilden nesile dillerden dillere düşmeyen ilk Müslüman Türk lideri olarak yerini almıştır. Bu arada Kuzey Türklüğünün, Asya ve Türkî İllere İslam’ın yayılmasında Piri-i Türkistan Ahmet Yesevi’nin rolünü de unutmamak gerekir. Şöyle ki; Türk’ün Alp’i Ahmet Yesevi’nin dergâhına gelerek Erenlik hüviyeti kazanarak Alperenler olarak yeni bir güç oluşturuyorlardı, böylece bu güç sayesinde İslam’ın yayılmasında ileri karakol görevi yapıyorlardı adeta. Piri Türkistan’ın arkasındaki manevi kaynak ise Nakşî silsilesinin önemli simalarından olan Yusuf Hamedani’dir. Yusuf Hamedani’nin aldığı feyiz kaynağı da Ali Farmedi Tursi(k.s)’dir. Hatta İmam-ı Gazalinin şeyhi de Ali Farmedi Tursi’dir. Gazali onun elinden tutmuş ve eşiğinde terbiye olmuştur.. Demek ki, ister âlim ol, isterse hakan veya padişah ol, sonunda gelinecek nokta evliyaullah’ın eşiğidir.
Demek ki; Sultanlara da, âlimlere de ışık saçan Şeyh denilen Allah dostlarıdır. Allah sırlarını tasdik etsin.

Tuğrul Bey -Alparslan-Melikşah-Alâeddin Keykubad

Tuğrul Bey Baba Tahir ve Baba Cafer’den ışık almıştır. Baba Tahir abdest aldığı ibriğinin kapağını parmağından çıkarıp, Tuğrul Bey’in parmağına takar ve der ki; Bunun gibi dünya ülkelerini senin eline koydum adalet üzere ol diyerek dünya hâkimiyetini müjdelemiştir.
Malazgirt Zaferi ile Anadolu’nun kapılarını Türk’e açan Alparslan’a yön veren ışık Buharalı Ebu Cafer Muhammed’dir. Sultan Alparslan Malazgirt’ten önce, Şii Fatımilere karşı Suriye seferine giderken Fırat nehrinin geçiyordu, Buharalı İmam(alim,şeyh) onu görünce; İlk defa bir Türk hükümdarı olarak siz geçiyorsunuz iltifatının yanı sıra Sultan Alparslan’a; Allah bu fethi senin adına yazmış ola diye dua eyleyerek ve bizatihi Fetih kelimesini kullanarak Malazgirt için önceden müjde ışığı yakmıştır.. Öyle ki İmam Ebu Cafer Muhammed; Ey Sultan! Sen Allah’ın başka dinlere zafer vaat eylediği İslamiyet uğrunda cihad yapıyorsun. Bütün Müslümanlarda minberlerde sana dua eylediği Cuma günü savaşa giriş, ben Allah’ın zaferi senin adına yazdığına inanıyorum sözleriyle önceden 1071 zaferini tetikledi. Neticede bu büyük zatın maneviyatı motive edici telkinleriyle Romen Diojen komutasında Bizans ordusu Alparslan karşısında bozguna uğramış ve Romen Diojen esir olarak ele geçmiştir.
Selçuklu Hakanlarından Melikşah’a ışık veren zat da, İmamül Haremeyn Güveyni’dir. Bu büyük İmam bir gün Melikşah’a bir olay üzerine şu güzel veciz sözleri söyler: Devlete ait işlerde fermana itaat bizim vazifemizdir. Fakat fetvaya(dine) taalluk eden meselelerde Sultanın bize sorması lazımdır. İmamül Haremeyn Güveyni zahiri büyük bir âlim. Yine bir gün Sultan Melikşahla Ali bin Hasan el Sandali karşılaşır ve göz göze gelirler. Sultan Melikşah; manevi başbuğlardan Şeyh Ali bin Hasan el Sandali’ye:
—Niye ziyaretime gelmiyorsunuz? Diye sitem eder.
Şeyh cevaben:
— Sizin padişahların en iyisi olmanız ve benimde âlimlerin en kötüsü olmamalığım içindir der. Malum Allah Resulü bu konuda; Devlet reislerinin en iyisi âlimlerin yanına giden, âlimlerin en kötüsü de devlet reislerinin yanına gidendir diye buyurmakta. Ali bin Hasan el Sandali de bu hadisi şerifin çerçevesinde Sultan Melikşah’ı aydınlatmıştır.
Alâeddin Keykubad da, Selçuklu Türkiyesinin Hakanlarından olup, Şahabeddin Suhreverdi ve Necmeddin Razi gibi zatlardan istifade etmiştir. Şahabeddin Suhreverdi, Necmeddin Razıye hitaben; Ey genç dindar, ilim ve tasavvufa bağlı Alâeddin Keykubad’ın himayesine gir onu ve halkı faydalandır tavsiyesinde bulunmuştur.

Osmanlının Kuruluşundaki maya

Karahan, Gazneli ve Selçuklu derken Osmanlı’ya gelen halkada tasavvufun büyük etkisini görüyoruz. Denilebilir ki, Osmanlıyı kanatlandıran tasavvuftur. İnsanlar bir şeyhe bağlanmak ihtiyacı duyuyorlardı çünkü. Bu yüzden tasavvuf Osmanlının kuruluşunda ve yükselişinde güç kaynağıdır denilebilir. Müneccim Başı Ahmet Dede tarihinde şöyle bir anekdot geçer:
Bir keresinde henüz küçük çocuk olan Osman Gaziyle babası Ertuğrul Gazi Şeyhe getirip hayır dualarını rica eylediler. O sırada Selçuk hükümdarı Kalenderi olan bir şahsa bağlılığını işiten Hz. Mevlana:
—Hoş şimdi hükümdarlar kendine bir baba bulduysa bizde kendimize bir oğul bulduk dedikten sonra Osman Gazinin elinden tutup hayır dua eyledi. O’na ulu ve devamlı olacak bir devlet müjdelediler. Mademki inanırlar ve bağlanırlar devleti daim olsun diye de dua buyurdular (Müneccimbaşı C.1. Sh.46–47)
Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabî, Osmanlı Devletinin doğuşundan 70 yıl öncesinde kaleme aldığı Daire-i Na’manıyye Fi’d Devlet’il-Osmaniye adlı eserinde cifir ilmi yardımıyla Kur’an ayetlerinin gizli manalarından Osmanlı Devletinin şanını, yüceliğini ve kıyamete kadar daim olacağının keşfetmişlerdir.(Müneccimbaşı tarihi C.1,S.46)
Kumral Abdal, Hızır(a.s)’ın talimatıyla:
—Var müjdele Allah ulu bir devlet ihsan eyledi.
Kumral Abdal aldığı işaretle Osman Gaziyi bulup müjdeyi verir. Osman Gazi’de bu müjdeye karşılık:
—Bir kılıç ile bir maşrapa veriyorum dedi. Kumral Abdal teberrüken uğur getirmesi maksadıyla sadece maşrapayı aldı(Müneccimbaşı tarihi C.1, S.46)

Osman Gazi’nin rüyası

Osman Gazi rüyasında: Edebali’nin göğsünden çıkan bir hilalin ansızın çıkıp büyüyerek dolunay halinde kendi göğsüne girdiğini, Ondan sonra yanlarında bir ağaç çıkarak gittikçe büyüdüğünü ve git gide yeşilliğini artırdığını ve dalların gölgesi üç kıtanın ufuklarının sonuna kadar Karadeniz’i kuşattığını gördü.(Hammer, Osmanlı imp. Tarihi. C1,S.64–65). Bu rüyadan da anlaşıldığı üzere Osmanlı söğütte kurulurken manevi temellerinde Kumral Dede ve Şeyh Edebali gibi yüce zatların varlığı gerçeği var. Zaten yukarda da bahsettiğimiz gibi Hz. Mevlana da daha çocuk olan Osman gazi için; Hoş şimdi hükümdarlar kendine bir baba bulduysa, bizde kendimize oğul bulduk diyerek Osman Gazi’nin elinden tutup hayır dua eylemişlerdir. O zaman şunu diyebiliriz: Osman Gazi’nin çocukluğunu da nazari itibara alarak, hayatında üç önemli şahsiyet rol oynamıştır, bunlar:
—Hz. Mevlana,
—Kumral Dede,
—Şeyh Edebali’dir
Osman Gazi 1362 senesinde hasta yatağında iken oğlu Orhan Gazi:
—Gözün aydın babacığım Bursa artık Türk’ün oldu müjdesini aldı. Osman Gazi bu müjdeye karşılık:
—Senin gibi bir evlat bıraktığım için ölümüme esef etmiyorum der (Mufassal Osmanlı tarihi C.1,S:62).
Orhan Gaziye yücelik veren deha ise Geyikli Babadır. Geyikli Baba gibi manevi başbuğlar bugün dahi gönüllerde ışıldamakta ve günümüzde kabri ziyaretine gidilmektedir hala.
Geyikli Baba Orhan Gaziye;
—Eşiğiniz havas ve avamın ziyaretgâhı ve kıblegahı olsun dua ve niyazında bulunmuştur.
Nasıl ki, Osman Gazi ve oğlu Orhan Gazi Şeyh Edebali ve Geyikli babadan istifade etmiş ise, Muradı Hüdavendigar’da Lala Şahin Paşadan, Yıldırım Bayezid ve oğlu Çelebi de Emir Sultan’an, II Murad da Hacı Bayram Veliden, Fatih de Akşemseddin’den faydalanmış ve aydınlanmışlardır.
Osmanlının kuruluşunda ve yükselişinde, sefer ve zaferlerinde daima âlim, veli, şeyh, derviş ve babaların rolü inkâr edilemez bir hakikattir.

Emir Sultan- Yıldırım Bayezıd

Rivayete göre Ulu caminin ibadete açıldığı gün hutbenin Emir Sultan Hz.leri tarafından okunacağı beklenirken Buharalı Emir Sultan işaretle:
-Gavs-ı Azam aramızdadır ve bugünkü imamet ona aittir der. Cami cemaatin içerisinde bulunan Somuncu Baba:
—Ne yaptın? Bizi nihayet ele verdin deyip minbere çıkmıştır.
Emir Sultan halvetiyenin şubelerinden Nuru Bahşiyeye tarikatının en büyüklerindendir. Emir Buhari Hz.leri Bayezid Han’a yazdığı mektubunda padişahtan kızını istiyordu, mektubu okuyan Yıldırım derhal Ali Paşa’yı çağırarak:
—Bak ha Ali; Buhari Hz.leri kızımı isterler. Allahın emriyle kızım Hindu hatunu veriyorum der. Ali Paşa bu durumda şaşırır ve cevaben:
—Aman Sultanım diyecek olsa da padişah:
—Biliyorum Ali diyeceğini, ama rütbece o bizden büyüktür. Biz dünyanın hakanıyız, o ise ahiret sultanıdır diyerek Ali paşayı susturmuş ve kızını Emir sultan’a vermiştir.
Bursa’da Ulu cami’yi yaptıran Yıldırım Bayezıd, Buharı Hz.leri yanında camiyi gezerken ona sorar:
—Cami’yi nasıl buldunuz?
Emir Sultan:
—Güzel, ancak her şeyinin tamam olması için dört köşesinde birer meyhane yapsanız iyi olurdu der. Bu duruma şaşıran Yıldırım:
—Burası Allahın evidir, buraya nasıl meyhane yapılır ki?
Emir Sultan:
—Ey Sultanım, aslında Allah’ın evi müminin kalbidir, siz niçin şarap içerek, günah işleyerek onu kirletiyorsunuz deyince bu can alıcı sözler can evinden vurur ve içmemeye karar verir (Müneccimbaşı tarihi C.1,s.205)
II. Murad’da, hem hükümdar hem de kendisi veli tabiatlı bir hakan idi. Dervişlik yönü ağır basan derviş gazi diye de anılan II. Murat, mürit olmak için Hacı Bayram Veliye ricada bulunur.
Hacı Bayram Veli Hz.leri:
—Hünkârım, sizin işiniz başka bizimki başkadır. Her işte Allah’ın rızası vardır. Senin bir günlük adaletle hükmetmen altmış yıllık nafile ibadete bedeldir, diye karşılık vererek teklifi kabul etmemiştir. Milli kahraman Hocası Sadettin Efendi ile veli tabiatlı gönülleri okuyan padişahın (II. murad) tarikatta olduğunu sır olarak bilen vezirler (İshak ve Saruca Paşa) dervişin konuştuğu sırada keremli sultanın sağ ve solunda yürüyorlardı. Derviş kılıklı bir ihtiyar bir gezinti dönüşünde ada köyü köprüsü üzerinde Sultan Murat’ın yüzüne bakıp şöyle der:
—Dünya maslahatı tamam oldu. Şimdiden sonra ahiret maslahatını görüp tövbe ve istiğfar etseniz münasip olur (Müneccimbaşı tarihi c.1, S.224), Sultan Murat yolda karşılaştığı dervişin bulunup getirilmesini emreder böylece. Fakat söz konusu derviş ne kadar araştırıldıysa da bulunamadı. 1451 tarihleri geldiğinde Murat Han rahmete kavuştu.

Hacı Bayram Veli - II. Murad

Bir gün II. Murada Hacı Bayram Veliyi şikâyet ederler.
II.Murat şikayet üzerine : ‘’Tiz getirile, eğer gelmezse zincire vurularak getirile ‘’ diyerek emrindeki birliği görevlendirir.. Böylece birlik yola revan olur derken birliği bir sürpriz bekler, karşılarında talebeleriyle birlikte Hacı Bayram Veli hoş geldin dercesine Ankara sınırında karşılar gelen zevatı. Hoşbeş sohbetten sonra O yüce Veli birlikle beraber Padişaha götürülür. Padişahın huzuruna geldiğinde II. Murat ne görüyorsa ister istemez nur yüzlü Gönül Sultanından etkileniverir, öyle ki sabahlara kadar karşılıklı sohbet ederler. Padişah Hacı Bayram Veliye:
—Ben çok elem çekiyorum neden? Ya bu beşeriyetin vebalini Allah bana sorarsa mahşerde benim halim nice olur şeklinde endişelerini dile getirir. Bu durumda Hacı Bayram Veli padişaha:
—Bu mesele ikiye ayrılır. Bu ümmetin hukukunu sanan sorarlar terbiyesini ise hocalara, mürşitlere sorarlar. Terbiye edilmiş milleti idare ise Sultana aittir. Milletin seviyesi düşerse vebali hocaya aittir diyerek her makam sahibinin konumunu ve ne olması gerektiğini ortaya koymuştur. Artık bu noktadan sonra II. Murat Han anlar ki o nur yüzlü büyük veli ümmeti ıslah ediyor. Artık şikâyetlerin yersiz olduğunu anlayan padişah, onu uğurlarken hediyeler vermek istese de Hacı Bayram Veli kabul etmez, ama tekrar tekrar ısrar edince Hacı Bayram Veli derki:
-Madem öyle o zaman benim talebelerim üzerinden vergi ve asker mükellefiyeti kaldırılsın.. Bunun üzerine padişah bu teklifi tereddütsüz kabul eder ve onu Edirne’den Ankara’ya gitmek üzere uğurlar.
Ankara’ya döndüğünde talebelerin sayısı daha da artar. Artar artmasına da bu sefer de civar illerin emirleri padişaha: ‘’ Ankara artık asker vermez oldu. vergide vermez oldu ‘’ şikayetinde bulunurlar.. Padişah şikâyetler üzerine Hacı Bayram Veli’den talebelerin listesini ister. Bu istek karşısındaki ince niyeti sezen Büyük Veli gizlice bir tepeye çadır kurar ve içine de iki koyun koydurur. Sabah olduğunda tellala herkesin tepeye gelmesini duyurmasını söyler. İlanı duyan ahali heyecanla koşarak gelen çadır etrafında toplanırlar. Derken Tellal tekrar kalabalığa seslenir:
—Şeyhimiz hastadır. Kim şeyhimiz için canını feda ederse inşallah hastalıktan kurtulacaktır.
Kalabalık içerisinde sadece bir kadın birde erkek çıkar ve ikisi de çadıra alınır ve koyunlar kesilir, daha önce çadıra iki koyundan alındığından haberi olmayan halk çadırın altından akan kanları görünce dehşete düşerler. Kendi kendilerine galiba Şeyh delirmiş, aklını yitirmiş şeklinde söylenerekten oradan uzaklaşırlar.
Hacı Bayram Veli Padişaha yazdığı:
—Benim iki talebem olduğunu, diğerlerinin üzerinde askerlik ve vergi muafiyetinin kaldırılmasını, normale dönmesini bildiren mektubu nihayet gönderir.
Sultan II Murat:
—Ey ağalarım şahit olun sizin huzurunuzda ruz-i cezada tövbeyi Nasuh ile tövbe ettim diyerek akl-ı selimliğini ortaya koymuş ve tövbesini umum huzurunda yapmıştır. Bu yetmez, öyle ki bu sefer de; ‘’Tasavvuf ta kalıp lezzeti tatmak istiyorum’’ der. Fakat Hacı Bayram Veli kabul etmez, der ki:
-’’ Senin bir günlük adaletle ülkeyi idare etmen altmış yıllık ibadete bedel olduğunu, ülke idaresi de mühimdir’ diyerek idari mekanizmanın ne denli önemli olduğunu ortaya koyan bir deha örneği sergiler.

Fatih-Akşemseddin ikilisi

Fatih Sultan Mehmet de babası II Murat gibi Mevlevi tarikatına intisap etmişti. Yani Mevlana’nın torunlarından olan Emir Adil Çelebiye bağlanmıştı(Yılmaz Öztuna Türkiye Tarihi C.III, S.229). Hakeza Sultan Reşat da Mevlevi tarikatında bulunduğu bilinen gerçeklerdendir. Arasında diğer padişahların pek çoğu da zamanına göre çeşitli tarikatlara mensuptu. Halk tarafından padişahlar veya hakanlara yedi evliya kuvveti gözüyle bakılmasındaki sır, hakan-Evliya ikilisinde gizlidir. Prof. Dr. Cahit Tanyol; Osmanlı devletinin temelinde iki kuvvet var; bunlardan biri şeriat, diğeri tarikattır diyor.
Aynı zamanda Fatih, Akşemseddin ile Akbıyık Dede gibi büyük velilerin yanı sıra, zahiri âlim olan Molla Gürani ve Molla Hüsrev gibi zatlardan da aydınlanmıştır. Hatta bu yüce şahsiyetler ile Cuma namazı kılmış, surlar önünde namazı müteakip, muhasarayı ilan etmiştir. Fatihin babası II. Murada İstanbul fethetmek şerefine nail olmak istemiş, o da bu durumu Hacı Bayram Veliye arz etmiş:
—Şeyhim İstanbul’u almak mümkün olmadı. Himmet et, dua buyur da şu şehri zapt edelim der. Hacı Bayram Veli cevaben:
—Hünkârım bana öyle gelir ki bu şehrin sen ve ben görmeyeceğiz. Konstantiniyye’nin fethini senin şehzaden Mehmet ile bizim köse (Akşemseddin) başaracaktır (Tahsin Ünal, Osmanlılarda Fazilet Mücadelesi S.50)
Fatih, vezir Veliyüddinoğlu Ali paşa’yı Akşemseddin’e gönderdi:
—Kale feth olmak, orduya zafer bulmak ümidi var mıdır? dedi. Padişah bu kadar işe kanaat getirmedi. Veziri Mezbur’ı yine gönderdi; Tayini vakt eylesin dedi. Akşemseddin ise şöyle dedi:
-‘’ Rebiül evvel ayının 20. günü seher vaktinde sıddıkı himmetle filan canibden yürüyüş eylesinler. Ol gün feth ola ‘’ müjdesini kati olarak verir ve son sözlerini şöyle bağlar; ‘’ Yarın şu kapıdan (Topkapı) hisara yürüyüş ola. İzni Hüda ile babı zafer feth olup ezan sedası ile sur’un içi dola, gün doğmadan gaziler sabah namazını hisar içinde kılalar’’ ifadeleri ile moral vermiş gerçektende onun belirttiği vakitte fetih gerçekleşmiştir. İşte bu şekilde manevi Başbuğlar ateş hattına girerek askerin maneviyatına renk katmışlardır.. Fatih Sultan Mehmet fetihten sonra Akşeyhin ellerini öpmüş, hatta İstanbul’u atbaşı beraber girerken ilginçtir Bizans kızları Piri fani Akşemseddin’ i Fatih sanarak çiçekleri ona uzatmışlar, fakat Akşemseddin Fatihi göstererek çiçekleri ona veriniz der. Fatih ise ;’’Verin, verin, çiçekleri ona verin, Padişah benim ama o benim Hocamdır’’ diyerek karşılıklı mütevazı örnekleri sergilerler.
Fatih Akşemseddin’den bir ricada daha bulundu, huzurunda halvete girip tasavvuf neşesiyle yaşamayı.. Akşemseddin kabul etmedi ve şöyle buyurdu:
-‘’ Sen bizim tattığımız lezzeti tadarsan saltanatı bırakırsın. Seni dervişliğe kabul edersem devletin düzeni sarsılabilir. Bununda vebali çok büyük olur. Adalet eylemek Padişah için keramet sayılır. Müslümanların rahat ve huzuru için devletin varlığı gereklidir.’’ der ve Fatih bu sefer Hocasının İstanbul’da kalmasın ister, fakat O daha önce yerleştiği mekan olan Göynük ‘ e döner.. Hayatının son demlerini Göynükte geçirir ve ruhunu orda teslim eder. Bugün Akşemseddin’in kabri Süleyman Paşa Camii’nin yanındadır. Hâsılı O şimdi gönüllerde.
Buraya kadar anlaşılıyor ki Osmanlının kuruluşunda ilk hamur Şeyh Edebali ile Osman Gazinin ellerinde yoğrulmuş, yükselişte Akşemseddin ve Fatih ikilisiyle de doruğa ulaşmıştır. Öyle ki 60–70 sene önce üç yüz binlik İstanbul’da 300 zikir hane ve bir o kadarda şeyh vardı. Allahın evliyaları insanları kardeş yapar ıslah ederlerdi çünkü.

Aziz Mahmud Hudai-Sultan I. Ahmed

Hakanların arkasındaki itici güç Hakan Evliya ilişkilerinde anlamak mümkün. Malum, Şeyh Aziz Mahmud Hüdai Hz.leri de çok büyük evliyalardan ve zamanına ışık saçan bir zat. Herkes ondan istifade eder de padişah bundan nasibin almaz mı? Ebetteki o da etkilenecek ve nitekim Şeyh Aziz Mahmud Hüdai Hz.lerine devrin padişahı Sultan I.Ahmet’le birlikte Valide Sultanda intisap etmiştir.

Hacı Bektaşı Veli-Yeniçerilik-Bektaşilik

Osmanlıda yeniçerilik ve Nizamı Cedid askeri teşkilatının temelinde de tarikat söz konusu. Yeniçerilik nasıl ki ruhunu Bektaşilikten devşirmişse, Nizamı Cedid de Mevleviliğe dayandırılmak istenmiştir. Daha sonraları Bektaşilik yolu dejenere olarak, birtakım mizahimsi sözlerle karışık şeriat nefreti ve İslam yıkıcılığı misyonunu üstlenmiştir. II. Mahmut bu noktada, Bektaşiliğe ait ne var ne yok hepsini bertaraf etmiş ve silmiştir. Bugün Hacı Bektaşi Veli ile ilgili şenlikler düzenleniyor. Fakat bu yüce veliden uzak şenliklere şahit oluyoruz. Oysa Hacı Bektaşi Velinin Şia inancıyla yakından uzaktan alakası yoktur. Merak eden Onun Makalet(makaleler) adlı eserine bakabilir. Hatta ona hürmeten Yeniçeri ocağına bu ruh aşılanmıştır. Hünkâr Hacı Bektaşi Veli’nin Ünlü Makalat adlı eseri bir ışıktır. O’nun gerçek yolunu çizdiği rotayı bu eserde bulmak mümkün. Özetle bu eserde; Allah’a ulaşmak için Şeriat(İslam’ın zahiri kaideleri), Tarikat(İslam’ın iç ve deruni yönü), Marifet ve Hakikat aşamalarından geçmekle mümkün olacağını vurgular. Allah’a vuslat bu dört unsurun bir araya gelmesiyle mümkün ancak. Ne zaman ki, Makalat eserinin mana ve ruhundan sapmalar başladı hem Yeniçerilik, hem de Bektaşilik yolunda aşınmalar başladı. Hatta İslam’la bağdaşmayan bozuk birtakım kollar türeyerek bugünkü noktaya gelindi. Üstelik İslam’da olmayanlar Hünkâr Hacı Bektaşi Veliye mal edilmeye çalışıldı. Bünyeye mikrop girmeye dursun, önce Yeniçeri ocağında çöküş başladı, ardından da Bektaşilik anlayışında çürüme nüksetti.
Tarih 1326, Bir gün Suluca Kara höyük Bucağının baktığı ovada bir toz bulutu Dergâha ilerliyor, yaklaştıkça 40–50 atlı ve başlarında sultan Orhan Gazi gözüktü. Sultan Orhan Gazi Hünkâr Hacı Bektaşi Veli’nin elini öptü, göz göze geldiler, derin ve içten konuşma başladı aralarında:
—Bu uzun yoldan devletimize ve ordumuza dua etmenizi dilemek için geldim. Yanımda yeni teşkil ettiğimiz askerlerden birkaçını aldım.
Hacı Bektaşi Veli;
—Dualarım sizinle, göreyim, beraberinde getirdiğin şu yeni askerleri.
Askerler bu sözler üzerine Şeyh ile Sultanı karşısında saf bağladılar.
Şeyh onlara nazar ederek:
—Maşallah ne güzel, ne civan kişiler, isimleri Yeniçeri olsun, kendileri daima düşmana karşı Allah galip eylesin dua ve niyaz eyler.
İşte Yeniçeri böyle kuruldu ve ruhunu Bektaşi Ocağından alarak Osmanlıyı zaferden zafere taşıdılar. Maalesef bu ocağını ilk bozuluşu Fatih Sultan Mehmet zamanında alarm vermiş ve Kanuni Sultan Süleyman devrine kadar etkisini göstermiştir. Necip Fazıl bu yüzden; ‘’Bektaşilik evvela din aydınlatıcısı, peşinden de Şeriat karartıcısı haline dönüşmüştür’’ tarzında ifadelendirerek Bektaşiliğin tarihi sürecini çok güzel veciz sözle özetlemiştir.

Ulu Hakan Abdülhamithan-Abdurrahman-ı Taği

Padişahların yanı sıra müzik pirlerde tarikattan nasibini almışlardır. Mustafa Itri Mevlevi tarikatına intisap etmişlerdir. Din musikisini Hafız Posttan alan Mustafa Itri için Yahya kemal şöyle der: Mustafa Itri bizim öz musikimizin piridir.
İlk padişahlar genellikle Ahi tarikatına girmişler, son dönemlerde Sultan II. Abdülhamit Han, Şazeli tarikatına bağlanmış, bu yolda ömrünün son dönemlerine kadar makam-ı reşadet’e kadar yükseldiği bir gerçektir.. Hatta zamanın kutbul Ariflerinden Şeyh Abdurrahman-ı Taği’ye mücedditlik geldiği halde o, bu görevi üstlenmekle birkaç köy ve birkaç beldeye ancak etkili olabileceğini düşünerekten bu görevi nüfuz sahaları geniş olan, gerek iç gerekse İslam dünyasına etkisiyle bilinen Veli tabiatlı Ulu Hakan Abdülhamit Han’a devr etmiştir. Bu konuda S. Abdül Hâkim el Hüseyni(K.S)’in sohbetler adlı eserinde bu bilgi kayıtlıdır. Öyle ki Bediüzzaman Said-i Nursi, Şeyh Abdurrahmanı Taği için şöyle der:
—Ben dokuz yaşımda iken Abdurrahman-ı Taği’yi tanıdım. Bu zat Velilere makam aldıran zat diyerek onu övmüştür.. Düşünebiliyor musunuz? Velilere makam aldıran zat tevazu örneği göstererek mücedditliği Ulu Hakan Abdülhamit Han’a manevi kanal yoluyla devrediyor.
31 Mart vakası olarak tarihe geçen olayı değerlendirilirken; 31 Mart vakası irtica harekâtıdır deyip kestirip atanlar var. Oysa bu olayın perde arkası irdelendiğinde gizli yönü bir grup insana öncelikle şeriat, şeriat diye bağırttırılıp şeriatı berhava etmek, sonra da şeriatı kullanarak bu olayın müsebbibi olarak gösterdikleri Padişahı devirmek amacı güttüğünü pekala anlayabiliriz.. 31 Mart vakasının irtica hareketi olmadığını güçlendirecek gerekçelerimizi Abdülhamid’in uygulamalarına bakarak , ya da Padişahın Meşrutiyeti ilan ettikten ve Meclisi Mebusanı açtıktan sonraki ülke içindeki problemleri Allah’a ve milli iradeye havale edip izlediği manzarayla açıklamaya çalışalım. Fotoğraf karesinde sözde hürriyet lafından başka bir çift söz bulamayan İttihat ve Terakki bezirgânlarının hakaretleri, siyasetin hızla orduya bulaşmışlığı ve bu durumda Ulu Hakan Abdülhamit Han’ın emrindeki ordusunu derhal harekete geçirip kontrolü ele alması gerekirken, kan akıtmamak pahasına büyük özveri örneği ile kendisini İlahi Kadere kendisini teslim ettiğini görüyoruz. Bu olayda iki kişi kullanılmış, biri Beden eğitimcisi Selim Sırrı, diğeri ise Filozof Rıza Tevfik’tir. Gerçi Rıza Tevfik ilk günler İttihat ve Terakkiye olağan gücüyle destek verdiğini, sonrada pişmanlığını ortaya koyarak tarihe not düşüp; 31 Mart’ı tertipleyenlerin bizatihi İttihatçıların Selim Sırrı ile beraber bu işe karıştığını itiraf etmiştir. Rıza Tevfik yaptıklarından pişmanlık duyarak Abdülhamit Han’ın ruhaniyetinden yardım için şiir yazıyor ve ağzından:
’’ Tarihler adını andığı zaman
Sana hak verecek Ey Koca sultan
Bizdik utanmadan iftira atan asrın siyasi Padişahına…’’ şiiri dökülüyor. Hatta bu şiiri Necip Fazıl yayınladığı için yirmi gün hapis yatabilmiştir.
Abdülhamit Han istese idi İttihat ve Terakki’nin kurmuş olduğu komployu tek bir talimatla Harekât ordusunu bir darbede Hassa ordusunun tek tümeniyle bastırabilirdi, ama O bunu yapmayıp, sadece sarayda yalnız, ya da harem halkından ve iki üç yakınından ibaret kalmayı tercih etmiştir. İşte böyle bir merhamet perver Padişah var karşımızda.. Maalesef komplo gereği İttihat ve Terakki Partisine karşı bir grup insan ayaklandırılıp faturası Padişaha biçilecek ve bu ayaklanan insanlara Şeriat isteriz diye nara attırılarak parti mensupları saf dışı edilmesi sağlanacaktı. Gerçektende sahneye konulan planla 31 Mart cumartesi sabahı Selanik’ten yola çıkan İttihat ve Terakki yanlısı ordu İstanbul’a gelerek güya havaya kurşun sıkarak olayları bastırır görünümü sergileyerek tüm bu olayların suçu padişaha yüklenilir. Netice malum; Ulu Hakan tahttan inmesi sağlanır. Objektif olarak olayları mantık çerçevesinde soğukkanlılıkla değerlendirdiğimizde aslında ayaklanan kimse yok ayaklandırılmış grup olduğunu fark ederiz. Ulu Hakan’ının başsız askerleri örgütleyip, hatta askerleri Hassa Birlikleri ile takviye ederek üstesinden gelecek yerde, aksine olayı tevekkülle karşılamayı tercih etmesi İttihat ve Terakkinin tertipini başarılı kılmıştır. Bundan dolayı 31 Mart irtica vakası dedikleri şeyi, aslında dünyada böylesine az örneği olacak cinsten gülünç, bir o kadar da yutturulmuş provokasyondur diye tanımlayabiliriz. İttihat ve Terakki, Şeyhül İslam Mehmed Ziyaüddin’den de fetva koparmayı başararak oynadıkları oyuna kılıf niteliğindeki mesnetsiz iddialarla örtbas etmeye çalışmışlardır. Öyle ki iddialarına göz gezdirdiğimizde; Ulu Hakan’ın güya sanat kitaplarını değiştirmek, bozmak, yakmak, hazineyi keyfince kullanmak, adam öldürtmek ve sürgün etmek gibi bir dizi ipe sapa gelmez suçlamalar… Koparılan fetva ile nihayet emellerine ulaşmışlar ve Ulu Hakan tahttan indirilmiştir.
Tahttan indirdiler de ne oldu? Harekât ordusu iktidara hâkim olunca ilk iş olarak örfi idare ilan edildi ve olayla yakından uzaktan ilişkili gördükleri elebaşlarını darağacında sallandırdılar. Darbelerle A’dan Z’ye etrafa korku salmaktan başka faaliyet yapamadılar. Hatta bu durumu anlamak için Ahmet Altan’ın ‘İsyan günlerinde Aşk’ adlı romanına bakmak yeterli.. Ahmet Altan romanında özetle; 31 Mart vakasının 28 Şubat’ın bir benzeri post modern darbe olduğunu akıcı üslubuyla gözler önüne sergiliyor ve bildik ezberleri bozma adına mükemmel eser ortaya koyuyor. Nitekim Hasta Osmanlı imparatorluğunu 33 yıl izlediği akıl dolusu diplomatik uluslar arası denge siyaseti ile ayakta durmasını sağlayan Abdülhamit’i hal ettikten sonra iktidara gelen İttihat Terakki güruhu Koca İmparatorluğu kısa süre içerisinde küçülterek Birinci cihan harbinin eşiğine getiriyorlar. İrtica vakası diye yutturulan olayın aslında bedelini Osmanlı’nın düşüşünü önleyen padişahı devirmekle ve ona isnat etmekle bu sayfayı kapatıyorlar.

Gerileme devrinde tasavvuf

Osmanlının gerilemesiyle her müessese yozlaşmış, bu konuda maalesef tarikatlardan bazıları da bu yozlaşmadan payını almıştır. Kalenderi, Cevlaki, Haydari, Melami anlayışıyla sapmalara olmuştur. Mesela Barbaro’nun yanına gelen bir Kalenderi şöyle der:
—Kimsiniz?
Barbaro cevaben:
—Yabancıyım.
Kalenderi:
—Ben de dünyaya yabancıyım ve bu yüzden onu terke karar verdim diyerek düşüncelerini ortaya koyar. Oysa tasavvufta esas olan halk içinde hak olmak prensibidir. Hem dünya ile uğraşıralacak hem de gönlü Allahın zikri ile uyanık tutulacaktır. Bu duruma tasavvufta halvet der encümen denilir.
II. Mahmut döneminde gericiliğin kaynağı Yeniçeri ve Bektaşilik nitelendirilmiş, oysa Tebaanın II. Mahmuda karşı reaksiyon göstermesi Yeniçeriliğe karşı olduklarından değil sadece sembolik değerdeki yeniliklere tepkidir o kadar. Felaketlerde yeni olabilir pekâlâ. Her değişikliği yenilik diye sunmak abesle iştigaldir. III. Selim döneminde ise bütün mazeretler medrese üzerinde odaklanılarak gericiliğin kaynağı olarak ilan edilmiştir Medreseli yenildi ama devlete değil, devletin safında yer alan ve yeni türeyen kökü dışarıda olan aydın sınıfına yenildi. Yenilince de medreseli aydının kaynağı da kurumuştur.
adeta. Nitekim benzer gerekçelerle Cumhuriyet devrinde de Nakşîlik aynı ithama maruz kalmıştır. Hakeza Menemen olayı da aynı sebepler yüzünden tertiplenmiş gericilik vakası olarak tanıtılmış ve hiç kimsenin aklında bir provokasyon olma ihtimali üzerinde düşünmesine müsaade verilmeyecek bir organizasyon sahneye konmuştur. Üstelik Menemen’de bu vaka olduğu zaman Erzincan’da Yahudi’yi de astılar. Demek ki reform, reform diye tutturulan furyanın adı aslında yaşanan dinin sosyal hayattan kovulması olayıdır. Hatta bu sinsi plan bir filme konu olmuş, yani bu konu Mesut Uçakan’ın ‘Bize Nasıl Kıydınız ‘adlı sinema yapımında mevcut. Bugün de insanımız buna benzer provokasyonlara her an gebe ve karşı karşıyalar.

Mareşal Fevzi Çakmak-Erbilli Şeyh Esat Efendi-Menemen vakası

Menemen hadisesinde hedef gösterilen bir numaralı insan Erbilli Şeyh Esat
Efendidir. Bu zat Nakşî şeyhidir. O zamanın basını birden bire tarikatları bilhassa Nakşîleri mercek altına almış, toplumu hoşgörüsüzlüğe itmişlerdir.
Mareşal Fevzi Çakmak Kurtuluş savaşı öncesi yola çıkmadan önce Erbilli Şeyh’in ziyaretine gider, Şeyh Paşayı görünce;
—Sizi tanıyamadım der.
Fevzi Çakmak;
—Fevzi kulunuz efendim, duanıza muhtacız, der
Erbil Şeyh;
—İnşallah muvaffak olursunuz, Allah yardımcınız olsun der.(bkz. Son Devrin Din Mazlumları. Necip Fazıl Kısakürek)
Cumhuriyetten sonra Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasıyla tarikatlar inzivaya çekilmiş, sadece günlerini Müslümanlığı telkin ve sohbetle geçirmişlerdir.
Tarihler 1930’u gösteriyordu. Yani çok partili denemesinin ilk yapıldığı dönemde Menemen halkına görücüye gelen Serbest Fırka’yı halk bağrına basarak büyük bir teveccüh göstermişti.. Aynı halk, Halk Fırkasına ise yüz vermemiş, üstelik gelen zevata yuh çekilerek protesto edilmiş. Yine o günlerde iktidar partisinden bazıları Adapalas Otelinde konaklarken gözleri dikkat çekici görünümleriyle taksi ve otobüslerden inen insanlara takılıyor. Bir yandan şaşkın bakışlarla seyrederlerken diğer yandansa ne olup bittiğini merak edip sorduklarında karşı otelde Erbilli Şeyh Esad Efendi’yi ziyarete geldiklerini öğreniyorlar. Fırsat bu fırsat deyip akıllarına bir hinlik düşüyor, derken Menemende bir olay çıkartılarak yuh çekmenin hem bedelini ödetme hem de Serbest Fırka’nın daha doğmadan faaliyetine son verilmesi için komplo sahneye koyulur. Bu komplonun kararını Balıkesirli Hasan Basri Çantay ve Salih Yeşil, hadisenin ilk şahitleri aynı zamanda meclis üyelerinden o toplantıda hazır bulunanların marifetiyle bu bilgiyi elde ettiklerini sonradan anlatarak tarihe not düştüler. Yapılmak istenen Plan şu; Menemen de Jandarma Karakoluna karşı mekân olarak camii kullanılacak, bu iş için uygun isim seçilecek. Nitekim bu iş ruh yapısında mehdilik özentisi olan esrarkeş Mehmed’e teklif edilecek, sonra kendisine Camii içindeki minberden yeşil bayrağı eline alıp herkesi bayrağı altında toplaması söylenecek; hatta ‘’bayrağın altına girmeyen kâfirdir’’ diye nara atması telkin edilecek, ardından bu cihada halktan ya da Jandarmadan itiraz edenler ya da karşı koyan olduğunda kan akıtılacak talimatı ile yola koydurulacaktır. Bu işi başardığı takdirde yaptığı işe karşılık olarak da ödüllendirilecektir. Gerçekten de Esrarkeş Mehmet kendisine verilen vaadin gereği olarak tam beş kişi ile birlikte yola seferber oluyorlar. Yolculuk esnasında kellesini kurtarmak pahasına bir şekilde yolunu bulup sıvışan Çoban Ramazan konakladıkları birkaç yerde esrar partisi düzenlediklerini de itiraf ederek bir sis perdesini aralamıştır böylece.
Tertipçiler Menemen’e vardıklarında ellerine tutuşturulmuş planı harfi harfine uyguluyorlar. Askerlik Şubesi Reisi olup biteni anlamak için camii önüne yaklaştığında esrarkeş üç beş sözde cihat çığırtkanları; ‘üzerimize kuvvet gönderin, Menemen’i kuşatıyoruz’ tehdidi ile karşı karşıya kalıyor. Tabi adam korku belası oracıktan uzaklaşıyor. Bu arada nümayiş sesleri git gide çoğalınca askeri kışlayı da harekete geçiriyor. Şöyle ki; durum vaziyeti kışlasında izleyen Kubilay derhal bir manga askeri yanına alarak olay yerine gelir gelmez askere süngü tak emrini veriyor. Sözde Mehdi Mehmet ve arkadaşları o arbede de Kubilay’ın ayağına kurşun sıkıyorlar, öyle ki Kubilay yerde yaklaşık yirmi beş dakika kıvrandığı halde hala merkezi hükümet yetkisini kullanıp da devriye kuvvetini göndermiyor. Gerçektende devriye kuvveti çıkarmaması düşündürücü bir o kadarda hayreti şayandır. Belli ki birilerince olayın daha da kıvam alması bekleniliyor. Derken esrarkeş derviş kılıklı Mehdi Mehmet elinde ki bıçakla hunharca Kubilay’ın başını gövdesinden ayırıyor. Nihayet Alaydan bir bölük gelir, makineli tüfeklerle etraf çembere alınır ve ilk kurban iki masum bekçi ve esrarkeş Mehdi Mehmet ile arkadaşları oracıkta taranarak can verirler. Ardından da bu olay katmerli katmerli büyütülerek Türkiye çapında irtica avına dönüşecek ilk adım atılır.
Evvela seksenine girmiş Erbil Şeyh Esad Efendi’den başlanılır, nitekimde sorguya alınır. Netice itibariyle Bursa Adapalas Otelinde başlayan süreç gereği Erbilli Şeyhin pılını pırtısını bile toplamasına fırsat verilmeden apar topar Menemene sevk edilerek hapsedilmesi sağlanır. Fakat Hastalığı nüksettiğinde Askeri Hastane’ye kaldırılıyor. Artık yaş 90, kanunen yaşlı adamın idamı söz konusu olamayacağına göre ansızın ölmesi akıllarda soru işaretleri bıraktı, birçok insanda acaba oldubitti ile zehirli enjeksiyonla mı öldürüldüğü kuşkusuna yol açtı bile. Olaylar okadar boyuk kazandı ki Muğlalı Mustafa Paşa, Menemen olayları ile irtibatlandırdığı 37 kişiyi idam cezasına çarptırıyor ve 37 kişiden 28’i darağacında sallandırıyor da. Tarihe geçen trajik sahnelerine Menemen olayı mı yoksa Menemen provokasyonu mu desek bilinmez, ama şu bir gerçek ki ilk çok partili denemesine son vermek için girişilen bu provakatif eylemin ardından tek parti ile yola devam etmenin kararı alınarak amaçlarına ulaşmışlardır. Böylece çığ gibi büyümesinden endişe edilen partinin kapatılarak muhtemel tehlikeden kendilerince arınmış oldular.
Tarih tekerrürden ibarettir sözü ne kadar doğru. Dünde âlim ve bilge insanları ziyaret edenleri kınayan, bir bardak suda fırtına koparan basın ve avenesi bugünde devlet erkânından veya bir siyasi parti liderinin ülkenin önde gelen bilge ve âlim insanların ziyaret ettiğinde, aynı gerekçelerle ortalığı velveleye verebiliyorlar. Merhum Özal’ın vefatına yakın Türkî Cumhuriyetlerde şahı Nakşibendî (k.s)’ın türbesinden bir avuç toprak alıp Türkiye’ye getirmesi Evliyalara olan sevgisine işaret eder.

Petrol ülkesi Musul-Kerkük ve Şeyh Said olayı

Tarihçiler Meşhur Şeyh Said İsyanının Musul ve Kerkük üzerindeki Türkiye’nin gücünü kırmak için bu meseleyle oyalanarak bir köyde düğün esnasında jandarmaların izini sürdükleri birkaç adamı Şeyh Said’den istemeleri üzerine Şeyh’inde kibarca; ‘ Hele şu düğün merasimi bitsin kendi ellerimizle teslim ederiz’ mukabiline karşı; ‘Hayır hemen şimdi halletmemiz gerekir’ ısrarı ile başlayıp, ta Diyarbakır’a kadar uzanan ve olayların git gide kontrolden çıkarak hızla ülke gündemine oturtulan provakatif eylem olduğunda hemfikirler. Türkiye kendi halkına bu olayın Kürt isyanı olarak ima ederken dışarıya karşıda irtica eylemi olduğunu açıklamaya çalışırken bu arada petrol bakımdan iki önemli Musul ve Kerkük’ün de kontrolü elimizden kaçırıyoruz. İşte 1925 yılında patlak veren Kürt İsyanı diye sahneye konulan olayın perde arkasında gizli amaç aslında Musul ve Kerkük üzerindeki çıkar ilişkileridir.

Güneydoğuda bir güneş: Muhammed Raşid Erol (k.s)

Türkiye’de bugünde Türk-Kürt çatışması çöreklenerek yeni bir provokasyon devreye sokulmuş durumda. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın bir zamanlar istihbaratta çalıştığı ister istemez akıllara kuşku veriyor, olayların daha çok asker ile örgüt arasında cereyan etmesi, ülkemizin ömründen 15 yıl aşkın süre çaldığını ve otuz bin civarında insanı ölümüne yol açan sürecin devam etmesi yaşadığımız hazin manzaranın belki de bir özeti sayılır. Hekim oğlu İsmail bir makalesinde; Raşid Efendi Arapça, Türkçe ve Kürtçe bilirdi. Menzil'de Kürt'ü, Türk'ü Arap'ı, kardeş kesilirdi. Böylece milli derdimizin dermanı idi, bir kısım bürokratlar kadrini bilmedi. Osmanlı Devleti'ni asırlarca ayakta tutanlar, Raşid Efendi gibi kimselerdi. Türkiye, bunların kıymetini bilmediği için şimdi başımıza PKK olayları çıktı. Çünkü İslâmiyet'i yaşamaktan başka bir gayesi olmayan Raşid Efendi ve onun gibiler sürekli gözetim altında bulunduruldu, sürgün edildi, ifadesi alındı, kısacası rahat bırakılmadı, olaylar PKK'lılara malzeme oldu. İslâmiyet her ırkı, her mezhebi, kısacası Müslümanları kardeş ederken bugünkü kavmiyetçilik, kardeşi kardeşe düşman etti. Raşid Efendi gibilere imkân tanınsaydı Güneydoğu hadiseleri olmazdı diyor.
Hakeza Vehbi Vakkasoğlu benzer duygularlarla bir makalesinde; ‘’Evet, daha kısa zaman önce, Muhammed Raşid Erol Hazretleri'nin başına gelen sürgünlü olaylara bakılınca, yöneticilerimizin bindiği dalı kesme gafletini bile aşan bir şaşkınlık içinde olduklarını açıkça müşahede ediyoruz. Nedir bu korku? Bırakınız bu büyüklerin faaliyetlerine yardım etmeyi, onların vefatlarını ve bunun meydana getirdiği yurt sathına yayılan acıyı haber değerinde bile görmemek gafleti hala sürebiliyor. Bu kafayla halkla bütünleşmek nasıl mümkün olacaktır? İnançlarda, duygu ve düşüncelerde birlik ve beraberlik nasıl sağlanacaktır? Bütün yurt sathında olduğu gibi, Güneydoğu'da da temelli ve esaslı bir birliğin ve ortak paydanın adı İslam'dır. Artık bunu yok saymanın imkânı kalmamıştır.
O bölgemize saldıran eşkıyanın bile, gerçek yüzünü din açısından göstermeye başladığını bizzatihi Genelkurmay Başkanı Sayın Doğan Güreş Paşa tarafından açıklanmıştır. Güreş Paşa'ya göre, bir kısım teröristler, ''Buralarda eskiden bizim ecdadımız yaşıyordu ve kiliseler vardı'' diyorlar. O halde dış kaynaklı, Ermeni destekli misyonerlik faaliyetlerin açığa çıktığı bir zamanda bile, artık bazı tarihi yanlışları bir tarafa atıp, insanımızı İslam harcıyla birleştirmeyi, düşünemeyenlerin samimiyetlerine nasıl inanacağız?
Şeyh Muhammed Raşid Hazretleri'nin mensup olduğu manevi silsile, iman ve irşad sahasının en parlak ve etkili yollarındandır. Öyle ki, bir zamanların meşhur eşkıyaları olan Hamido ve Celilo dahi, Gavs Hazretleri'nin sohbet halkasında yepyeni bir şahsiyet haline gelmişler, eski hayatlarından tamamen çekilerek, tertemiz bir ömür yaşamışlardır. Bunun binlerce örneği, o mütevazı Menzil'de halen yaşanmaktadır.
Bunca ibretli olaydan sonra, hala birtakım temelsiz fobilerle yurdumuzun manevi dinamiklerine, göz yummanın gafletle de tarifi zorlaşmaktadır. O maneviyat büyükleri bu dünyadan ve sizlerden bir şey beklemiyorlar. Siz ise iddialı olduğunuz dünyevi rahat ve huzurun sağlanmasında onlara çok çok muhtaçsınız. Bırakınız inancı, böyle bir fayda için bile onlara yaklaşamamanın, dost olmamanın altındaki psikoloji nedir? Evet, artık bu tahlili yapmanın ve birtakım fobilerden, komplekslerden kurtulmanın çoktan zamanı geldi ve geçiyor bile. Samimi dostumuz, maneviyat ehli Muhterem M. Raşit Efendi, insanların sapıklıktan kurtulup, kötü fiilleri bırakıp doğru yola girmelerine vesile olmuştur. İşte en büyük eser, en büyük hayır ve mutluluk budur… ‘’ Diye cümlelerini tamamlıyor..

Prof. Dr Haydar Başta ardından şu tespitte bulunuyor: Bu gün millet olarak içimizde kanayan bir yara hükmündeki terör belasından kurtuluşun yolu, bu zat'ın ve O'nun gibi ehl-i maneviyatın hizmetlerine ağırlık vermektir.

Doğu ve Güney Anadolu'da böyle maneviyat ehli insanların faydalı hizmet yaptıkları yerlerde insanların huzur içinde olduklarını ve devlet millet kaynaşmasının gerçekleştiğini görüyoruz. Zira kalbinde Allah korkusu olanların milletine zarar veremeyeceği açık bir gerçektir.
Bu gün millet olarak Sahil-i Selamete çıkmak istiyorsak dün Anadolu'da Alperenlerin yaptıklarını deruhte eden maneviyat ehli ile yakın olmalıyız.

Türkçüler-Nurcular ve Sad-i Nursi

Nihal Atsız ve arkadaşlarının Türkçülük kapsamında faaliyetlerini suç kapsamına alarak aralarında genç bir subay olan Alparslan Türkeş’in de bulunduğu 1944 milliyetçilik olayları zorlu geçmiş ve genç Türkçülerin tabutluk denen hücrelerde haps olunmalarına neden olmuşu mahkemelerde uzun süren sorgulamalar sonucunda beraatlarına karar verilmek zorunda kalmıştır.
Yine Risale Nur önderlerinden Said-i Nursi’nin iman hakikatleri üzerindeki faaliyetleri mercek altına alınarak uzun süren gündemi meşgul edecek tarzda nurcu avına dönüştürülmüştür. Öyle ki, 27 Mayısın ardından Said-i Nursi’nin mezarı bilinmeyecek şekilde ölüsünden bile endişe edilerek gizlenerek defnedilmiştir. Belli ki devleti idare edenler ne Türkçü ile ne de Nurcu’su ile barışık kalmayı beceremiyor aksine düşman ilan ediyor. Hasım ilan ettikleri davalarına daha da sıkı sarılarak çemberlerinin genişlemesine farkına varmadan yardımcı olmuş oluyorlar. Bugün gerek Türkçülük damarından gelen ülkücü kesimle Risale Nur çizgisinden gelen cemaat tüm baskılara rağmen adından söz ettirecek seviyeye gelebilmişlerdir.
Gerek ülkücü kesim gerekse milli görüş çizgisinden birçok ekol günümüz Horasan Erenlerinden feyizlenmişlerdir. Nasıl mı? Hep beraber izliyelim..
27 Mayıs ihtilali müteakip Milli Birlik Komitesi içerisinde 14’ler diye adlandırılan bir grup İsmet İnönü’nün arzuladığı ters istikamette faaliyet gösterdikleri için yurt dışına sürülmüşlerdir. Bu sürgünler arasında Alparslan Türkeş ve Ahmet Er’de vardı. Gün oldu Türkiye’ye döndükten sonra bu iki isim siyasette de yol arkadaşı oldular. Ahmet Er bakın Seyda Hz.lerinden nasıl etkilenmiş, onun dilinden dinleyelim:
Yılını tam hatırlamıyorum. Bir gün mânâda bir büyük zât atının arkasına beni bindirdi. At havada uçuyordu ve mevcut atlardan farklı bir yapıya sahipti. Büyük zatın elinde kırbaç olarak büyük bir çınar ağacı vardı. Havada bir müddet seyrettikten sonra yere indik. Atı başıboş bıraktık. Derken yanımızda yardımcısı zuhur etti. Yardımcıya sordum. Bu at başıboş bırakılırsa kaçmaz mı dedim. Cevap verdi. O da bizim gibi tayyi mekândır... Yan yana yürüyoruz. Kendilerine sordum. Türk milletinin kurtuluşunu müjdeleyebilir miyiz? Cevap verdi. Bu arada tahta bir direğin dibine oturduk. Bana üç sual sordu. Bunlardan bir tanesi şuydu.. ''Maksadın nedir?..'' Türk İslâm Medeniyetini zamanımızda yeniden inşa etmektir. Cevabı beğendi ve başını eğerek tasdik etti. Bu mânâdan bir müddet sonra Menzil'e gittim. Seyda (K.S.) Hazretleri ile ilk defa tanışıyordum. Mânâ âleminde atın arkasına beni bindiren O idi. Soru soran da O idi. Tanışmamız böyle oldu. Bilahare zaman zaman yanlarına uğradım. Vefatından bir hafta önce de Afyon'da görüştük. Sohbetinden aldığım ilginç satırlar şunlardı.
''Biz Hıristiyan âleminden korktuğummuz kadar Allah'tan korksaydık bu milletimize yeterdi''. Vefatından sonra da Seyyid Abdulbaki (k.s.) Hazretleri, Seyyid Fevzeddin (k.s.) Hazretleri'ne ve aile-i saadetlerine, kıymetli zatlara başsağlığında bulundum. Kendilerini mânâ âleminde birkaç defa daha gördüm.
1992 yılı Hac seferinde Mekke'de 13 hacı ile halifelerinden Molla Yahya Hazretleri başta olarak Seyyid Muhammed bin el Maliki Hazretleri tarfından kabul olunduk. Sohbetten sonra ''Muhammed Raşid Hazretlerine selâm söyleyin bana hususi duada bulunsun'' dedi. Kendilerine bu selam sağlığında iletilmiştir.
Bugün çeşitli bölge ve çeşitli gençlik kesiminde birçok kişi Seyda (k.s.) Hazretlerinin sofisi olmuştur. Bu dergâhın genel vasfı şudur. Büyük bir iman ve muhabbet sofrasıdıdr. Millî ve manevî değerlerle süslü gençliğe büyük teveccüh ve tasarruf ettiğini mânâda da, zahirde de müşahede ettim. Osmanlı'nın çöküşü ile kapanan mânâ ehlinden istifade, bugünkü genç kuşak tarafından tekrar başlatılmıştır.
Şu anda vefatından sonra halifelik makamında bulunan Hakk dostlarının faaliyetleri ile inşallah yeni İslâm medeniyetlerinin doğmasında, gelişmesinde manevî bir ışık olarak yol gösterecektir.
Elestü bi Rabbiküm. Cenab-ı Hakk Kalû Belâ'da kullarına böyle sesleniyordu. Ben sizin Rabbiniz değil miyim?
Beli, bütün ruhlar bu ilahi hitaba evet diye cevap verdiler. Bu adem oğlunun hayatında yaptığı ilk ve en büyük, en şerefli mukavele idi.
Hani Rabbin âdemoğullarından onların sırtlarında zürriyetlerini çıkarıp kendilerini nefslerine şahit tutmuştu: ''Ben sizin Rabbiniz değil miyim?'' demişti. Onlar da evet (Rabbimizsin) şahit olduk demişlerdi. (İşte bu şahitlendirme) kıyamet günü ''Bizim bundan haberimiz yoktu'' demememiz içindi.
Ayette ''Daha evvel ancak atalarımız (Allah'a) şirk koşmuştu. Biz de onların ardından (gelen) bir nesiliz. Şimdi o batılı kuranların işlediği (günahlar) yüzünden bizi helâk mı edeceksiniz?'' demememiz içindi.
Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır bu ilahi mukavele ile ilgili şu beyanda bulunuyor:
''Bu mukavele ve bu misak-ı fitri beşerin mebde-i dinisi, mebde-i medenisi, mebde-i hukukisi, mebde-i içtimaisidir.'' Evet, Cenab-ı Hakk bu mukavele ile yetinmemiş kullarını irşad için bu ilahi mukaveleyi (anlaşmayı) hatırlatan ve rahmetinin müjdelileri, azabının habercileri olmak üzere dünyamıza yüz yirmi dört bin peygamber göndermiştir. Bütün peygamberler kavimlerine ilahi mukaveleyi hatırlatmışlar ve, ''ey kavmim Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka tanrınız yoktur'' diye seslenerek ortak çağrıda bulunmuşlardır. Ve nihayet Resulü Kibriya, Hatemül Evliya, Hatemül Mürselin Fahri Kâinat efendimiz bütün insanların ve cümlenin peygamberi ve son haberci olarak dünyayı ve kâinatı şereflendirdi. Böylece hak dini Kur'an'ı ile Hak geldi'' batıl gitti. Ahlâk ve din tamamlandı. Sevgili Peygamberimiz son peygamberdir. Ancak Sevgili Peygamberimizin (S.A.V.) varisleri olan Veliler, hak dostları kıyamete kadar devam edecektir. İşte aziz Seydamız merhum Seyyid Muhammed Raşid Erol Hz. sevgili Peygamberimizin varislerinden biri, Veliyi Kebir, Mürşidi Kâmil, hak dostu bir büyüğümüz idi. 1992 yılında Hac gazasını ifa ederken Mekke-i Mükerreme'de Yahya Molla Efendi Hz. ile beraber onüç arkadaş (Ömer Özkan da vardı) Seyyid Muhammed bin El Mekki Hz. ziyaret etmiştik. Kendileri ehl-i sünnet vel cemaatı savunan bir maneviyat ve cihat ehli idi. Adeta bir İdris-i Bitlisi idi. Bizlere döndü ve dedi: ''Kardeşim Muhammed Raşid'e selam söyleyin benim için hususi dua buyursun'' (Bu rica ulaştırılmıştır). Seydamız dünyada gerçek hürriyetini tadını, lezzetini tadanlardan biri idi. Öyle ya insan, imanı ve ahlâkı derecesinde hürdür. İnsan Allah'a kulluk şuuruna ermedikçe, kula kul olmaktan kurtulmadıkça beşeri münasebetlerde korku ve menfaat çemberini kırmadıkça, ihlas ve Allah rızasını hayatımızın bütününe hâkim kılmadıkça kısacası Allah'ın ipine sarılmadıkça geçek hürriyete ulaşamaz.
Mahdumu âlileri Fevzettin Hz. naklettiler: Seydamız buyuruyor ki Fevzettin
bir kağıt kalem getir yaşımı hesap edelim. Hesap ettim. Altmış üç çıkıyordu. Hissettim ki altmış üçü geçmek istemiyordu. Altmış dört dedim. Yanlış hesap ettin bir daha hesap et. Altmış üçü geçmemesi lâzım dedi. Şeyh Ahmet Yesevi Hz. de sevgili Peygamberimiz (S.A.V.) altmış üç yaşında irtihal buyurdukları için ömrünün altmış üç yaşından sonraki bölümünü çilehanede geçirmişti. Seydamız da dünyadan altmış üç yaşında göç etmiştir. Vefatından iki hafta önce Afyon'daki bir sohbetinde ifade buyurdular ki, ''Eğer Hıristiyanlıktan ve yabancı devletlerden korkulduğu kadar Allah (C.C.) 'tan korkulsaydı milletçe ve devletçe içinde bulunduğumuz sıkıntılara düşmezdik''
Kendileri hayatta iken bir mânâ âleminde sordum: ''Kurban, Türk milletinin ve İslamiyet’in yükselişini milletimize müjdeleyebilir miyiz?
Türk-İslam medeniyetinin doğuşunu milletimize müjdeleyebilir miyiz?
MÜJDELEYEBİLİRSİNİZ'' diye cevap buyurmuşlardı.
Bir Ramazan ayı içinde de sabaha karşı fakir haneyi şereflendirdiler ve şunları ifade ettiler:
''Sizler şimdiye kadar Şaban'ın (Büyük bir ihtimalle Şaban Veli Hz. olabilir) tasarrufunda idiniz. Şimdi hepiniz benim tasarrufumdasınız'' müjdesini verdiler.
Dünyada en çok meşakkat çekenler peygamberler, veliler ve onların yolundan yürüyenlerdir. Veliy-i Kebir, Mürşid-i Kâmil Seydamız bu gerçekten nasibini almış, sürgünlere, takiplere, suikastlere muhattap olmuş fakat bütün bunlar irşadı engelleyememiştir. Ne mutlu o irşatlardan nasibdar olanlara.

Özal ve Seyda Hz.leri

Merhum Özal; Mehmet Zahit Kotku’ya son derece muhabbet beslemiş bir liderdi. O aynı zamanda Başbakanlığı döneminde Muhammed Raşit Hz.lerinin mecburi ikametinin kaldırılması için çaba sarf etmiştir. Taha Kıvanç bir yazısında bu olayı şöyle dile getirir:
Eski Cumhurbaşkanı Kenan Evren anılarının son bölümünü yine Milliyet Gazetesi'nde yayınlıyor. Milliyet, bu bölümün yayınına başlarken, ''En fazla tartışılacak bölümler'' ifadesini kullandı. Gerçekten Sayın Evren, yakın zamanlar üzerinde kalem oynattığında, daha fazla toz kaldırıyor.
Sayın Evren, anı yazmakla iki milyar TL kazanacağını ummuştu. Gerçi Milliyet gazetesinden dizi için bir para almayacaktı, ama kitabı telif hakkı olarak eline milyarlar geçebilecekti. İlk cilt birkaç baskı yapınca hesaplar tutacak sanıldı. Oysa müteakip ciltler raflarda okuyucu bekliyor. Yayınevi, milyarlar bir tarafa, eli yüzü düzgün bir telif hakkı ödeyebilmek için, dört ciltte biteceği duyurulan anılara bir cilt daha ekledi. Buna rağmen, yayın bitip hesaplaşma için masaya oturulduğunda eski Cumhurbaşkanı büyük bir hayal kırıklığı yaşayabilir. Dahası, anılar mali bir ihtilaf konusu bile olabilir yayınevi ile yazar arasında...
Anıların son bölümü, Turgut Özal'ın başbakan, Kenan Evren'in cumhurbaşkanı olduğu dönemde geçenlerle ilgili. Sayın Evren, özenle iktidara hazırladıkları MDP ve lideri emekli orgeneral Turgut Sunalp'in değil de, ANAP'ın işbaşına gelişini bir türlü gönlüne yedirememiş... ''Özal'ın tarikatçı olduğunu bilseydim, parti kurmasına izin vermezdim'' diyor.
Muammer Yaşar Bostancı'nın ''Paşalar Politikası'' adlı kitabında ustaca anlattığı o dönemle ilgili herşey daha yazılmadı. Sayın Evren şimdi atıp tutuyor, ama, isteseydi bile Turgut Özal'ın seçimlere girmesini engelleyemezdi. İzin alarak darbe yapmışlardı, izni veren güç Turgut Özal'ın partisi için aracılık yapıyordu. Erkekse izin vermeseydi bakalım... O dönemde, Amerikalı'nın biri gidip diğeri geliyor ve ANAP'ın seçimlere katılmasını engellememesi için Evren'i uyarıyordu.
Turgut Özal, Sayın Evren'in yıllar sonra iddia ettiği gibi bir tarikat mensubu muydu? Bugün olup bitenlere bakarak, öyle olmadığı açıkça görülüyor. Tarikat konusunu, mason dayanışması gibi bir şey sananlar, tarikat mensubiyetini locaya kaydolmak gibi bilenler, aksini ileri sürseler bile, Turgut Bey, tarikatçı değildi.
Evren'in anılarında Menzil Şeyhi Muhammed Raşid Erol'un sürgün cezasının kaldırılması konusu da işleniyor. Evren'e göre, Özal'ın irtica yanlısı olduğunun ilk belirtisi, başbakan olur olmaz, karşısına gelip, Menzil Şeyhi'nin sürgün cezasının kaldırılmasını istemesi olmuş... Evren, ''Midem bulandı'' diyor.
Turgut Özal, Evren'in bu sözlerini cevaplandırdı. ''O dönemde birçok kişi yargılanmadan cezalandırılıyordu, adı geçen zat da onlardan biriydi. Bozcaada'da mecburi ikamete tabi tutulmuştu, hem de hiç sorgulama geçirmeden'' dedi. Cevaptan, Menzil Şeyhi'nin Bozcaada'daki mecburi ikametinin kalkmasını kendisinin sağladığı anlamı çıkıyor.
Oysa gerçek bambaşka... Şeyh Muhammed Raşid Erol'u, askerler, hiçbir suçu olmadığını bildikleri halde sürmüşlerdi. Adıyaman ve çevresinde etkili olduğu gibi namı bütün Türkiye'yi sarmış bir din bilgini olan Menzil Şeyhi'nin varlığı onları rahatsız ediyordu. Sürgün yeri olarak Bozcaada'yı seçmeleri de manidardı. Şeyh'i, Bozcaada'daki Şarap Fabrikası'nın üst katında oturtuyorlardı. Böylece, ayyaş olarak Menzil'e gelip elindeki şişe ve kadehi kırarak tövbekâr olan birçok kişinin ''intikamını'' almış oluyorlardı kendi akıllarınca...
Şeyh'in sürgünden kurtulması için Turgut Özal 'da uğraştı mı doğrusu bilemiyorum. Menzil Şeyhi'ne yakın bazı kişilere sordum, onlar da hatırlamıyorlar. Fakat Kenan Evren'in başbakan adayı olarak ortaya sürdüğü, o zamanın MDP Genel Başkanı emekli orgeneral Turgut Sunalp, Menzil Şeyhi'nin çilesinin bitmesi için çok gayret gösterdi. Bu biliniyor.
Cezayı kaldıran, Muhammed Raşid Erol'u önce Çanakkale'ye, daha sonra da aldığı sağlık raporuyla memleketine geri gönderen ise, Evren'in çok yakını bir başka orgeneraldi: Necdet Üruğ. Üruğ Paşa bir ağabey gibi sevdiği ve bağlı olduğu Turgut Sunalp'ın, ''Eğer bu konuyu halledersek çok oy kazanırız'' demesi üzerine, araya girmişti. Acaba bunlardan haberdar değil mi Sayın Evren?
Kenan Evran'in bir iddiası da Şeyh Erol'un üfürükçülük yaptığı... Bunun da doğru olmadığını bizler biliyoruz, ama bir başkasının tanıklığı daha muteber olur diye Hıncal Uluç'un sözlerini aktaracağız. Sabah yazarı bakın ne diyor:
''Anılarının bir yerinde Evren sözü sürgündeki Şeyh Raşid Erol'a getiriyor. Zamanın sıkıyönetim komutanı, üfürükçülük yaptığı gerekçesi ile, Adıyaman'ın Menzil köyünde yaşayan Şeyh'i Bozcaada'ya sürmüş. Başbakan Turgut Özal da Şeyh'in affını istemiş.
''Evren, 'Olmaz böyle şey. Şeyh olarak geçinen bu kişi üfürükçülük yapıyor ve bu yüzden dünyanın parasını kazanıyormuş. Üfürükçülük kanunen de, dinen de yasaklanmıştır' diyor.
''Ben o sırada Erkekçe dergisi genel yayın müdürüyüm. Şeyh'in ünü öylesine yayılmıştı ki arkadaşları Menzil köyüne yolladık. Öğrendikleri ilginçti. Gerçekten Şeyh'in evi yurdun dört bir yanından gelenlerle dolup taşıyordu. Özellikle içki, sigara ve kumarı bırakmak isteyenleri, yakınları akın akın Şeyh'e getiriyorlardı. Anlatılanlara göre, Şeyh bunların hepsini tedavi de ediyordu, ama para almıyordu. Tüm ısrarlara rağmen maddi bir karşılık kabul etmiyordu.''
''Arkadaşlarımız döndüklerinde 'isterse milyarder olur, ama kabul etmiyor' diyorlardı.
''Bu da bizim bildiğimiz... ''
Bir dergi yöneticisi iki muhabir göndererek işin doğrusunu öğrenirken, devletin başı, kulaktan dolma şikâyetlerle idare ediliyor ve ''Tarikatçı olduğunu bilseydim partisine izin vermezdim'' diyor.
Kenan Evren, tam dokuz yıl Türkiye'nin kaderine hükmetti, şimdi de Elbe Adası'ndan dönen Napoleon gibi, Armutalan'dan Ankara'ya dönme sevdasında... Bizi de kahreden bu...
Vefatın üçüncü günüydü ve vefatı öğrendiğimiz günden beri ilk defa bir araya geliyorduk. Yüzündeki buruk ifadeyi açıklamak için, ''İnsanın mürşidi ölünce içinde bir boşluk kalıyor'' dedi. Birkaç gündür etrafta hissettiğim sarsılmanın en derin anlamını bunu söyleyenin yüzüne baktığım o an çıkardım. Yakınımdaki birçok insan, şu sıralarda içlerinde derin bir boşluk hissediyorlar. Ve o sebeple buruklar...
Hayatında hiçbir iniş çıkışı bulunmayan, davranışları önceden kestirilebilir bir insan olan babamın, hepimizi şaşırtan iki ani ve fevri davranışını gördük bugüne kadar... Biri, bizlere kızıp biraz kafasını dinlemek istediğinde, neredeyse 30 yıl aradan sonra, askerliğini yaptığı il olan Malatya'ya çekip gitmesiydi. Diğeri ise, birkaç günlük bir başka ortadan kaybolmasıydı. Döndükten bir müddet sonra, o da iyice sıkıştırınca, Adıyaman'ın Menzil köyüne gittiğini itiraf etmişti.
İzmir nere Adıyaman nere? Esnaflar çevresinde birçok kişi, her hafta birkaç otobüsle Menzil ziyaretini alışkanlık haline getirmişler; cami arkadaşları onu da ikna edip, bizlere bile haber vermesini beklemeden Menzil'e sürüklemişler... Sorguladığımızda, orada gördüğü basit ama anlamlı hayattan bölük pörçük sahneler aktarmıştı: Altı her zaman kaynayan kazan, dışarıdan gelenlerin yatması için hazırlanmış yer yatakları, cemaat halinde kılınan namazlar... Kimsenin aç, açıkta ve manevi korumasız kalmadığı bir yermiş Menzil...
Başkaları, manevi hayatın dışında kalmışlar ''ölümü'' zor idrak ediyorlar. Çok kısa sürede olup bitenler onları şaşırtıyor olmalı. Cuma namazı sırasında vefat eden bir insan, sevenleri tarafından hemen köye götürülüyor, Şafii geleneğine uyularak vakit geçirmeden toprağa veriliyor... Ölümle toprağa verme arasında yalnızca 24 saat geçmesine rağmen onbinin üzerinde insan Menzil'e gitmiş bile... Türkiye'nin her tarafından...
Şeyh Raşid Erol, vefatından sonra çıkan yazılardan öğrendiğime göre, öyle fazla konuşan bir ''mürşid'' değilmiş. Onu ziyaret edenler, Menzil'de buldukları ortamın etkisinde kalırlarmış... Daha doğrusu, sözlü ikna yerine, hal ve tavrıyla tebliğ yöntemi imiş onunki... Bağlandığı esaslar ve takipçilerinin izlemesini istediği ilkeler, varlığıyla etrafına örnek olarak insandan insana geçiyor olmalı...
Mana âleminin dışında kalanlar işte bunu anlayamaz. Onların zannettikleri, inanan kesim arasındaki ilişkilerin madde ve para temeline dayandığıdır... Biraz daha insaflı olanlar, önder durumundaki kişinin çevresinin etkisini de kabul ederler. Ancak hiçbirinin aklına, kalpten kalbe bir yol olabileceği gelmez... Konuşmadan anlaşılabileceğini düşünmezler bile.. Oysa Seyyid Raşid Erol, öyle çok konuşmayan, insanları etkilemek için hiç çaba göstermeyen, ama insanların peşinden ayrılmadığı bir ''mürşid'' di.
Küçücük bir köy, sırf o orada yaşıyor diye, ülkenin her tarafından gelen insanlarla dolup taşıyordu. Otobüslerle, otomobillerle gelenler, köydeki imkânlarla
Misafir ediliyor, doyuruluyor ve isteyen istediği kadar kalıp, istediği anda orayı terkediyordu. Gelenlerin içinde kötü alışkanlıkları olan, içki ve kumardan kendilerini alamayanlar, Menzil'in manevi havasını teneffüs edince, o alışkanlıklarını terk ediyorlardı... Vaktiyle meyhane iken lokantaya çevrilmiş yerler gördüm Anadolu'da... Adlarını da Menzil'e çevirmişlerdi...
12 Eylül askeri darbesinin en baskıcı günlerinde, ülkeyi yöneten komutanlar Menzil'i de keşfetmişlerdi. Kimin aklına nereden geldiyse, Şeyh Raşid Erol'a zorunlu ikamet yeri olarak Gökçeada'yı seçmişti. Az kişinin yaşadığı, vaktiyle Rumlar tarafından iskân edilmiş bir adayı... İkametgahıda, eğer yanlış bilmiyorsam, bir meyhanenin üstüydü. İnançlı bir insana yapılabilecek en büyük zulüm... Çeşitli sağlık sorunları bulunan Şeyh'in tedavisini de engelliyorlardı. Zorunlu ikamet ve tedavisinin engellenmesi bir yana, kendisini tanıyanlarla irtibatının kesilmesi daha da büyük bir zulümdü.
Kenan Evren, sonradan kitaplaştırdığı anılarında, Turgut Özal'a ilk olumsuz teşhisi koymasına Şeyh Raşid Erol'un vesile olduğunu anlatır. Özal, sağlığı bozuk, sevenleriyle irtibatı kopmuş Şeyh'in sürgün hayatının sona ermesini talep etmiştir. Herhalde, bunu, uygun bir dille yapmış olmalı. 12 Eylül'ün kudretli lideri, ''Yaptığı teklif iğrençti'' gibi bir şeyler söyler.. Bir manevi liderin zulmüne son verilmesini iğrenç bulur Kenan Paşa...
Seyyid Raşid Erol'un zorunlu ikametinin sona erdirilmesi, askerlerin göreve getirdiği merhum Turgut Özal gibi siyasiler tarafından başarılamaz, ama yine onların kurduğu partinin başına getirdikleri bir başka emekli askerin devreye girmesi etkili olur. MDP Lideri Turgut Sunalp Paşa, parti işinde yanında bulunan siyasetten anlayan bir kadronun telkiniyle, Şeyh Raşid Erol'un daha uygun bir yere taşınmasını sağlar... Ankara'daki kısa bir ikamet, ANAP İktidarının ilk günlerinde, yeniden Menzil'e dönüşle noktalanır.
Köydeki cenaze töreninde Büyük Birlik Partisi (BBP) Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu da bulunmuş... Yeniden Doğuş Partisi (YDP) lideri Hasan Celal Güzel de... Fotoğraflara baktım, çeşitli vesilelerle tanıdığı yığınla insan gördüm. Hepsi de sevgi ve bağlılıklarını sunmak üzere oraya gitmişlerdi, besbelli... Bağlılığı olan bir yakınım, gitmesi mümkün olmadığı halde gitmediğinin ızdırabını çekiyordu, törenden dört gün sonra bile... Binlerce kişi aynı duyguları paylaşıyor olmalı şimdi...
Cuma günü Meclis'e gittim ve cuma namazını da orada kıldım. Zaman'dan vefat haberini duymuşlar, ama teyidi için bir kanal gerekmiş... Benim aklıma ilk gelen isim, Şeyh ile uzaktan ilgimi kuran işadamı Ahmet Etöz oldu. İzmir Caddesi'nde spor malzemeleri mağazası olan Ahmet Bey, vefat haberiyle birlikte hastaneye koşmuş... Mağazasında çalışanlar vefatı doğruladılar. Şimdi kim bilir ne kadar üzgündür Ahmet Bey...
Türkiye zor bir döneme girdi. Bu dönemde birlik ve beraberliğin çimentosu olacak manevi liderlere daha fazla ihtiyaç var. Seyyid Raşid Erol, Adıyaman'ın Menzil köyünde, doğusu ve batısıyla bütün Anadolu'yu kepçeleyen böyle bir manevi önderdi. Vefatı, onu tanıyan, ona bağlılık duyanlar kadar, onu uzaktan sevenleri de derinden üzdü.
TRT bu vefattan herkesi haberdar edebilirdi, etmedi. Gazeteler, etki alanının
Genişliğini tam kestiremedikleri için, kısa haber vermekle yetindiler...
Şeyh Raşid Erol, kendi çizgisini devam ettirecek hayırlı evlatlarla on binlerce bağlısını geride bıraktı. Onu tanıyamamış bizim gibiler de yokluğunu hissedecekler... Ama en büyük kayıp, ayrılık ve bölünme belasının pençesine düşmüş olan ülkenindir; bunu unutmayın...
Mekânı cennet olsun...

Ülkücü Harekâtın Lideri Muhsin Yazcıoğlu ve Seyda Hz.leri

Ülkücü Harekâtın liderlerinden Muhsin Yazcıoğlu ile yapılan röportajda O gönül Sultanı ile ilgili ilginç hatıralara hep birlikte göz atalım:
Muhsin Yazıcıoğlu:
''BİZİM MANEVİ DÜNYAMIZDA TARİF EDEMEYECEĞİMİZ TESİRLERİ VARDIR''

— Sayın Yazıcıoğlu, Seyyid Muhammed Raşid Erol Hz. (k.s.)'leri ile ilgili ilk karşılaşmanızı anlatır mısınız?
M. Yazıcıoğlu: Kendisini 1970'li yıllarda uzaktan görmüştüm. O zamanlar çok yakın bir temasımız olmamıştı. Ancak, 1987 yılında Menzil'de kendisiyle görüşmek nasip oldu. Kendisiyle uzun uzun göz göze geldik. Elbette o manevi derinliği ve manevi atmosferi daha ilk bakışta yaşadığımı söyleyebilirim. Benim ilk karşılaştığımdaki intibaım hep tasavvuf kitaplarında okuduğumuz ama ulaşamadığımız, yaşayamadığımız, hissedemediğimiz güzel duyguları yaşama ve hissetme durumunda oldum. Orada benim yarım saatlik hemen hemen yarısı sessiz geçen, bir o kadarı da çeşitli konularda görüşlerine başvurduğumuz ve dinlediğimiz an olarak geçti. Akşam kendilerinin emirleri üzerine bizi Mübarek Divanı'nda misafir ettiler.
— Efendim, bu esnada sizin M. Yazıcıoğlu olduğunuzu biliyorlar mıydı?
M. Yazıcıoğlu: Çevredeki sofiler benim olduğumu söylediler. Ama ben cezaevinde iken manevi olarak da irtibatımız oldu. Bazı sofi kardeşlerimiz aramızda haber akışı sağladı. Bu sebeple bizi hem ismen biliyordu, hem de biz cezaevinde iken muhtaç olduğumuz dualarını daima aldık. Kendisine misafir olduğumuz gecenin sabahında, namazdan sonra camiinin dışında büyük bir kalabalık toplanmıştı. Kendileri kalabalık içinden geldi ve beni çağırdı. Bir kenara geçtik. Elini omzuma koydu ve bana güzel bir hikâye anlattı.
— Hikâyeyi dinleyebilir miyiz?
M. Yazıcıoğlu: Buyurdular ki:
''Bir zatın iki tane oğlu varmış. Kendisi vefat ederken bunlara üç küp altın bırakmış. Çocuklarına ''Bu küp altınların birer tanesi sizin. Üçüncüsü de dünyanın en ahmak adamının'' diye vasiyyet etmiş. Babalarının vefatından sonra bu iki kardeş çok yer dolaşmışlar. Kimi bulsalar bundan daha ahmağı çıkar düşüncesiyle dolaşıp durmuşlar. Çünkü dünyanın en ahmağını arıyorlar. Küçük kardeş bir şehirden geçerken bakıyor ki, bir zatın sakalının bir tarafını yülümüşler, bir tarafı duruyor. (Hatta o, sakalın bir tarafını yülümüşler sözünü söylerken mübarek biraz düşündüler. Tıraş kelimesi sonra aklına geldi, ondan dolayı gülmüştü...) O adamı ayrıca merkebe ters bindirmişler. Kuyruğunu da eline vermişler. Boynuna tezek takmışlar, etrafına çıngıraklar asmışlar. Ve kendisini def, davul çalarak, halkın arasında dolaştırarak rezil rüsva etmişler. O zaman bu küçük kardeş oradaki insanlara sormuş; Bu adamın ne suçu vardı da bu kadar eziyet ediyorsunuz? Cevaben; herhangi bir suçu yokmuş demişler. Bir suçu olduğundan dolayı değil bizim burada adet olduğu için yapıyoruz. Küçük kardeş nedir âdetiniz demiş. Cevaben; bu adam buranın valisi idi. Belli bir süre valilik yapar sonra süresi dolduğu zaman bunu tahtından indiririz. Halkın arasında böyle dolaştırırız. Öbürünü de Törenle tahtına oturturuz dediler. Bunun üzerine küçük kardeş; peki şimdi tahtına törenle oturttuğunuz süresi bittikten sonra aynı bunun gibi halkın arasında dolaştırılacak mı diye sormuş. Onlar da evet demişler. Küçük kardeş hemen eve gidip babasının vasiyet edip verdiği bir küp altını alıp gelmiş. Getirip valinin önüne koymuş. Valiye, bu küp altın babamın vasiyeti üzerine sizin şahsınıza aittir. Yani devlete ait değil. Siz kendi şahsınıza kullanacaksınız. Vali, ama ben sizin babanızı tanımıyorum demiş, küçük kardeş evet, babam da sizi tanımazdı. Zaten bize vasiyet etti ki, dünyanın en ahmağını bul ona ver diye. Vali hiddetle oturduğu koltuğundan kalkmış ve demiş ki, ben koca bir valiyim. Nasıl olur da dünyanın en ahmağı olurum. Küçük kardeş, sizin bir sene sonranızı görüyorum. Bu valilik dönemi bittikten sonra size şöyle şöyle yapmayacaklar mı, sen kendin de böyle olacağını biliyorsun. Bunu bile bile buraya oturmak ahmaklık değil mi demiş.
Bu hikâyeyi anlattıktan sonra elime omzuma vurdu. Dedi ki:
''Manevi rütbelere talip ol. Yoksa insanlar alkışlarlar sonra da taşlarlar. İnsanlara güvenme, önemli olan manevi rütbelere talip olmaktır...''
Tabii ben o zaman acaba siyasete hiç bulaşma anlamında mı söylüyor diye düşündüm. Kendilerine bir vakıf kurduğumuzu söyledik. Vakfa çok sevindi. Vakıf faaliyetlerinin yararlı olduğunu ifade etti. Ayrıca siyasi düşüncelerimi kendilerine aktardım. Bize ''Bu işin çilesini, sıkıntısını çekmişsiniz. Bu sizin bileceğiniz yanıdır. Faydalı olabileceğinize inanıyorsanız yapabilirsiniz.'' dediler. Yani o zaman siyasetin acımasızlığını, insanların güç ve kudrete karşı zaaflarını dikkate alarak siyaset yapmamız gerektiğini ifade ettiği manasını çıkardım.
— O günden bu güne birçok görüşmeleriniz oldu. Bu görüşmelerden size kalan hatıralarınızı ve kendisinin tavsiyelerini anlatır mısınız?
M. Yazıcıoğlu: Tabii bunların bir kısmı söylendiği yerde kalması gereken hatıralar, yaşadığımız anda kalması gereken hatıralardır. Ama ben kendisinden hep güç bulmuşumdur. Bizim için manevi bir kuvvet olmuştur. Yalnız üzüldüğüm bir yanı var, o da son Ankara'ya gelişlerinde kendilerini Pursaklar'da ziyaret ettiğimizde bizi akşam eve davet etmişlerdi. Akşam biraz geç olduğu için istirahata çekilmiş olduğunu düşünerek, evi arayıp rahatsız etmek istemediğimizden gidemedik. Bir daha görüşmek de nasip olmadı. O akşam gidemediğimiz için hala üzülüyorum.
— Evet efendim...
M. Yazıcıoğlu: Siyasi Karar Kurultay’ımızdan önce Türkiye'de bildiğimiz gönül dostlarını ziyaretlerimiz oldu. Bunlara gayretlerimizi anlattık. Yani aklımız ve baş gözümüzle tayin ettiğimiz hedefleri bir de gönül dostları nasıl görüyor diye düşünerek bu zatlarla meşveretlerimiz ve danışmalarımız oldu. Bu meyanda Seyda (k.s.) Hazretleri ile de hassaten görüşmüştük. O görüşmemizde kendisi ''Toplayın, toplansınlar, konuşun, tartışın, orası nasıl karar alırsa öyle hareket edin'' dediler. Hatta yakından ilgilendiler. Ne kadar insan toplanabilir ve kalabalıklar nasıl olur hususunda sorular sordular. Kurultay sonrasında kendilerine kamuoyunun beklentilerini anlattık. Kamuoyundaki birlik hususundaki özlemleri aktardık. Bu hususta kendileri de ihlâsınızı bozmayın siz, ihlâsınızı bozmamak kaydıyla birliktelikler yapabilirsiniz. Ama birlikteliğiniz ihlâsınızı bozacaksa o zaman kendi istikametinizde devam edin gibi görüşler ortaya koydular.
— Son cümle olarak neler söylemek istersiniz?
M. Yazıcıoğlu: Baktığımız zaman gönlümüzü rahatlatan, manevi hazzımızı artıran, bize manevi iştah getiren bir Mürşid-i Kamil'di. Dolayısıyla bizim manevi dünyamıza çok güzel, tarif edemeyeceğimiz tesirleri var. Allah ondan razı olsun. Seyda (k.s.) Hazretleri ve cümle Allah dostları bizim manevi ışıklarımızı. Biz onlarla görebiliyoruz. Onun bu âlemden ebedi âleme gidişi bizi çok üzdü. Allah dostları her zaman manevi tasarruflarıyla da bizi kuşatırlar. Cisimleri yanımızda olmasa da bize manevi rota verirler. Onlar birlik sembolüdür. Onlar tevhidin nurlu aynalarıdırlar. Biz onlardan yansımalar alırız. O, gönüller sultanı idi. O Sultan-ı Müslümiyn'di. O şimdi Allah'a ve Allah'ın sevgilisi Hz. Resulullah (S.A.V.)'a kavuştu.
Allah rahmet eylesin.

Yusufiyeden bir ışık: Ahmet Selçuk Özdağ

Bu işin çilesini çekenlerden, Yusufiye diye adlandırdıkları mahpuslarda MHP davasında yargılananlardan Ahmet Selçuk Özdağ’da bakın neler diyor o Gönül Sultanı için:
İnsanlığın gönül dünyasını yıllar sonra aydınlatma görevi verildiğini mana âlemi biliyor, fakat insanlık henüz bilmiyordu...
Yıllarca hiç bıkmadan zahirî ve Batıni ilimlerin müdavimi oldu, her zaman ve zeminde kendisini Allah'a (c.c.) kulluğa ve Allah yolunun yolcuları sadatlara (K.S.) hizmete vakfetti ve Ümmet-i Muhammedin dertleriyle inledi, inledi durdu...
Babası S. Abdulhakim El Hüseyni (K.S.) Hazretlerinin dergâhında nefis terbiyesi altında iken, herkesin uykuda olduğu zamanlar uyanık durur, sofilerin, müritlerin tuvaletlerini temizlerdi.
Babası Gavs (K.S.) Hazretleri bir gün sohbette şöyle buyurdular ''Keşke Gavslık görevi ile görevlendirilmeseydim de benden sonra gelecek olana mürid olsaydım''. Bu söz gelecek şahsın yani S. Muhammed Raşid Hazretlerinin hizmetinin ve makamının büyüklüğüne işaretti.
Kendilerini tanımam 1977 yılında oldu. Gönül dostu, gerçekten bir er olan Ahmet Er ağabey bu mübarek, Mübeccel insana intisaplı idi, sık sık bizlere bahseder, ''devlet olmak için akıl ve heyecan yetmez gençler, gönül lazım, gönül lazım, gönül lazım'' derdi... 12 Eylül öncesi bir ağaç için koskoca bir ormanın feda edildiği günlerden önce çok çetin şartlar altında mücadele ederken bile Osmanlı'yı, Selçukluyu dolaşır, insanlığın gönül dünyasını bir güneş misali aydınlatan Süreyya Yıldızı gibi yön gösteren Allah dostlarına gıpta ederdik.
Uğruna her şeyimizi feda ettiğimiz ceylan gözlünün vefasızlığı neticesi ver elini 12 Eylül zindanları...
Ve... Allah'ın şefkat tokatı, zahiren zulme atıldığımız zindanlardan Allah bir nesli yarınlara hazırlıyordu. Üstad cennet mekân Necip Fazıl'ın dediği gibi ''ana rahmi zahir karanlığında nur doğuş sesler duymaktayım, davran ve boğuş...'' misali şafak, karanlığın en koyu olduğu yerden doğuyordu.
12 Eylül öncesi şehzadeler şehrinin manevi havasını teneffüs etmemize, Aynalı Camiinde Nûri Efendinin sohbetlerini dinlememize, Şekerci Dedenin zaman zaman dualarını alarak mübarek ellerini öpmemize rağmen Tasavvufun ne olduğunu bilmiyorduk. Herkes idraki oranında nasiplenirmiş ve bir gece Medrese-i Yusufiyede üç dört arkadaşın gördüğü aynı rüya... Gönüller sultanı... Sultanlar sultanı efendimiz, kurtarıcımız Buca cezaevinin 13. koğuşunda rüyalarındaydı... Sonra Ahmet Er ağabeye mektuplarla rüyamızı Muhammed Raşid Hazretlerine sorduk ve gelen cevap: ''Allah rüyalarınızı makbul eylesin, Menzil İslam'ın lekesiz, gölgesiz, tertemiz uygulandığı bir yer ve o zât'da Mürşid'i Kâmildir. Yolunuz ve haliniz mübarek olsun.''
O günden itibaren binlerce kerametine şahit olduğumuz tasavvuf ve istikamet M. Raşid (K.S.) Hazretleri efendimiz, yol göstericimiz, kurtarıcımızdı.
Medrese-i Yusufiyede iken Adıyaman'da öğretmenlik yapan akademiden mezun olan bir arkadaşıma mektup yazdım. ''Sen Menzil'e yakınsın, oradaki mübarek insanı ziyaret et, durumumuzu anlat ve bize dua iste...'' Arkadaşım gitmişti Menzil'e... Yazdığı mektupta aynen şöyle diyordu: ''Menzil'e gittim kendisine ulaşamadım, çok kalabaktı fakat kardeşi Seyyid Abdülbaki Hazretlerine sizleri sordum. Bana dedi ki: Onlar günü geldiğinde çıkacaklar ve buraya gelecekler...''
Ve zulmen atıldığımız zindanlarda zahiri hürriyete adım attık ve de hakikaten Menzil'e ulaştık. Murad-ı İlahiyi öğrenmek istiyorduk... Dünyanın en güçlü istihbarat sistemine sahip olduğumuz idrakı ile Allah'tan, Resulullah'tan haber alan Allah dostlarının kader aynasına bakarak, Allah'ın izniyle gösterilenleri işitmek, duymak, gönül dünyamıza nakşetmek istiyorduk. Mübarek (K.S.) bize gülümsedi, sorular sorduk, ülkemizle, insanımızla ilgili çok az konuşan ''konuştuğunuz her kelimenin hesabını vereceksiniz'' Ayet-i Kerime mealine uygun hareket eden M. Raşid (K.S.) Hazretleri buyurdular ki: ''Sizlere teşekkür ediyoruz, siz olmasaydınız bu memleket felaketlere düçar olabilirdi... Ah... Ahh... Bir de İslamı yaşayabilseydiniz yeniden Osmanlıyı ihya etmek sizlere nasip olabilirdi.'' Aman Allahım ne büyük mazhariyet, ne büyük teşhisti o, eksikliğimizi tamamlamamız ve yeniden diriliş için harekete geçmemiz gerekiyordu. Bir gün kendilerine Doğu ve Güneydoğudaki hadiseler soruldu ve aynen şöyle buyurdular: ''Kürtçülük küfürcülüktür'' ve hep Ümmet-i Muhammed için dualar... Dualar... Dualar... Ediyorlardı.
O, Allah dostu idi, Peygamber sevgilisi idi. Hayatı boyunca Sünnet'e ittiba etti, sadatlara mutabaat halinde yaşadı, yüz binlerce insanı dünyadan ahirete bağladı, insanları çirkeften, zulmetten karanlıktan aydınlığa, güzelliğe, adalete hicret ettirdi.
Allah rahmet eylesin...

Namık Kemal Zeybek Kâhta Kaymakamı iken gönül sultanından nasıl etkilendi?

Ülkücü Harekâtın eğitici kadrosundan, aynı zamanda Gümrük ve Tekel Bakanı Gün Sazak’ın genç müsteşarı Namık Kemal Zeybek bakın o Gönül Sultanından nasıl etkilenmiş, izleyelim:
NAMIK KEMAL ZEYBEK: “KENDİM İÇİN KURTULUŞ YOLU OLARAK, ONLARI SEVMEYİ GÖRÜYORUM...”
Bendeniz 1974 yılında Seyda Hz.lerinin oturduğu Menzil Köyü’nün bağlı olduğu Kâhta’da kaymakamlık yaptım.
Babamdan ve babamın kütüphanesinden aldığım bilgi birikimi ile tasavvuf hakkında biraz bilgim vardı. Hz. Mevlana’nın kitaplarını, Muhyiddin Arabî’nin kitaplarını ve bulduğum diğer kitapları elimden geldiği kadar okumaya çalışıyordum. Ama şöyle düşünüyordum:
“Bu büyüklerimiz tasavvuf tarihi içerisinde görev yapmıştır ama bu asırda yoktur onlar gibi... Yani bu yüzyılda bir Mevlana, bir Yunus Emre, bir İmam-ı Rabban-i, bir Şah-ı Nakşibend-i, bir Abdülkadir Geylani gibi tasavvufi anlamda bir mürşid artık mümkün değildir” diye. Ne zamana kadar? Kâhta’da Seyda Hz.lerini tanıyıncaya kadar, bu kanaatim devam etti. Kâhta’ya kaymakam olarak geldikten sonra tabii olarak Menzil köyünde oturan Seyda Hz.lerini çokça duyar oldum. Aleyhinde konuşanlar oluyordu, lehinde konuşanlar oluyordu. Kendisine bağlı insanlar yanıma geliyordu. Kendisine şiddetle karşı olanlar da yanıma gelip anlatıyorlardı. Tabii bir nokta vardı, kendisine bağlı olan insanlar Seyda’ya bağlı olan insanlar ve aynı zamanda vatana millete, vatanın birlik ve bütünlüğüne, ahlaki değerlere bağlı insanlardı. Buna mukabil vatanın birliğine, milli ve manevi değerlere husumet içinde olan insanlar da onun aleyhinde konuşuyorlardı. Bu benim için bir ölçü oldu. Fakat hepte o yılların biriktirdiği artık bu asırda böyle şeyler yoktur düşüncesinden doğrusu kendisiyle tanışmak istemiyordum. Köye bir kaymakam olarak gittiğim zaman okula gidiyordum. Hemen okula yakın bir evi vardı. Takriben bir ay sonra benim zihnimde bir mesele anlatıldı. Mesela, şu yakın vilayetlerden bir şeyh demiş ki (Gavs Hz.lerine demiş.):
“Gelsin ateş üzerinde duralım bakalım, kim daha çok durabilecek.”
Bunun üzerine Gavs Hz.leri de demiş ki:
“Ben ateşten korkuyorum, ateşten korkmasam zaten bu işlerle uğraşmam.”
Bu söz bana çok latif geldi ve bir tanışmak istedim. Gittim, gidiş o gidiş... Yani kendisini tanıdıktan sonra (Seyda Hz.lerini tanıdıktan sonra) kafamda birçok sırlar çözüldü. Tabii birçok sırlarda oluştu, sonra o sırlar çözüldü.
İşin ilginç yanı Seyda Hz.lerinin etrafında yüzlerce, binlerce belki de milyonları aşan insan var ama kendisi çok fazla konuşmuyor, insanlara hitab ederek kazanmak diye bir şey yoktur. Sohbetleri vardı. Benim hayatımda bir olayla kıyasladım bu hali. Kaymakam olduğum yıllarda, her bulunduğum yerde, elimden geldiğince içkiyle, kumarla ve topluma zararlı olan kötü alışkanlıklarla mücadele ediyordum. Hatta bu yüzden Dünya Yeşilaycılardan bir madalya aldım Türkiye’de... Gün içinde içki çok fazla tüketiliyor ve halkı muzdarip ediyordu. Doktoru, müftüyü ve diğer halka hitap edebilecek kişileri topladım. Ben konuşuyordum ve içkinin zararlarını anlatıyordum, doktor, avukat anlatıyor her yönden içkinin insanlara ne kadar zararlı olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. Böyle bir toplantı yaptım. Toplantı bittikten sonra, lokantaya misafirlerim vardı yemeğe gittim, baktım en önde oturan ve ben ne dersem başını doğru doğru diye sallayan bir muhtar rakı içiyor. Şimdi bu bir unutmadığım olay. Çok uzun uzun saatlerce anlattım: İçki zararlı, sağlığına zarar verir, ailene, kesene ve topluma zarar verir falan... Güzelde nutuklar söylüyorduk, tasdik ediliyordu, başlar da sallanıyordu ama sonunda o muhtarı içki içerken gördük, rakıyı koymuş içiyordu.
Bir başka olay daha gördüm Menzil’de. Seyda Hz.lerinin yanına gelen bir çok alkolik, içki içen demiyorum alkolik... Yani alkol hastalığına yakalanmış da bundan kurtulamayan insan onun çok küçük bir telkiniyle “bir tövbe” bir de “içme senden Allah razı olsun” sözüyle birdenbire içkiden kurtuluyor, hali değişiyor ve yüzü değişiyor. Yani bir insanda iki tane rengin olduğunu ben gördüm. Dün gelmiş yüzü simsiyah, bugün tövbesini almış ertesi gün, güzelleşmeye başlamış ve bir müddet sonra bakıyorum bu insan bambaşka bir insan olmuş. Seyda Hz.lerinin yanında çok söz söylemeye yahut onun söz söylemesine gerek kalmıyordu. Sadece onun yanında oturmak insana öyle huzur veriyordu ki, o anda sanki çok uzun vaizler dinlemiş, çok kitaplar okumuşçasına insanın içinin yumuşadığını, içinin insanlara sevgiyle dolduğunu, insan içinin hoşgörüyle dolduğunu ve insanın İslâm’a doğru yöneldiğini hissediyordu.
Bir defa tanımıyanların peşin hükümleri var. Türkiye’de tasavvuf nedir? Mutasavvıflar kimlerdir? Tarihte ne yapmışlardır? Bugün ne yapmaktadırlar? Bunlar yeteri kadar bilinmediği için, bir kara propagandanın tesiriyle ne yazık ki peşin hükümle iyi bakılmıyor. Ama ben şunu gördüm; Kâhta’ya gittiğim zaman benim de görevim bulunduğum yerdeki insanlarla ilgili rapor yazmaktır. Eski raporlara baktım, yani benden önceki kaymakamların tamamı Seyda Hz.leri ve Menzille ilgili müspet rapor yazmıştır. Burası ve buradaki insanlar siyasetle uğraşmazlar, devletin ve milletin birliğine bağlıdırlar. Şunu da ilave etmeliyim ki:
Gavs Hz.lerinin o köye yerleşmesi, Seyda Hz.lerinin o köyde bulunması ve sonra dergahın orda da devam etmesi, anlayanlar için devletimiz ve milletimiz bakımından büyük bir nimettir. Seyda Hz.lerinin bağlıları ve öğrencileri arasında hem doğudan, hem kuzeyden, hem batıdan ve Türkiye’nin her yerinden gelen insanlar var. Orda ideal kardeşlik bilinci ve kardeşlik hali gerçekleşir. Menzil’de devlete ve millete sadık, işini iyi yapan insanlar ortaya çıkar. Doktorsa daha başarılı, daha diyergam, daha başkalarını düşünen, daha iyi bakan doktor haline gelir. Tasavvufun maksadı da zaten budur. Bütün insanlara, herkese hoşlukla bakmaktır. Fakat ne yazık ki zaman zaman anlamaz insanlarda o bölgede görev yaptılar ve bir dönem hem de Seyda Hz.lerinin orada bulunmasının gerekli olduğu dönemde bir takım anlamaz, bilmez sığ görüşlü insanlar, onun bulunduğu yerden koparılmasına ve Çanakkale’de oturmasına sebep oldular. O bir tarihi yanlıştı, sonra o yanlış anlaşıldı ve kaldırıldı.
Yine bir başka ilginç nokta bazı bürokratlarımızın ifade bakımından, doğrudan şahit olduğum bir olay. Bir gün yıllar sonra, yani kaymakamlık yaptıktan sonra, 1978 yılında yolum Kâhta’ya düştü ve Menzil’e gittim. Seyda Hz.leri köyün dışına çıktığı zamanlar giydiği elbisesini giymişti ve arabaya binmek üzereydi:
“Efendim, nereye gidiyorsunuz” dedim. Tebessüm etti ve:
“Kâhta’ya gidiyorum, ifade verecem” dedi.
Sonradan ne ifade vereceğini öğrendim. Daha önce de belirttiğim gibi, Seyda Hz.lerinin yanına çoklukla alkolikleri getirirlerdi. Bir şifahane gibi, bir hastane gibi yakınları, hatta bazen ona haber vermeden getirirlerdi. Veyahut kendileri kurtulmak isteyenler gelirlerdi. Çoklukla ve onlar o dertten kurtularak giderlerdi. Tabii insan içinde onarılmaz yara varsa, ona hiç kimse müdahale edemez. Bazı cihazlar bozuk oluyor, tamiri mümkün olmuyor. Mesela benim evimdeki televizyon bozuksa, merkezi televizyon istasyonu ne yapsın? Bizim Karadeniz illerinden birisinde içkicileri toplamışlar ve getirmişler hepsi kurtulmuş. Fakat ne olmuş? Böylece o ilde Tekel satışları düşmüş, talep azalmış. Çok ilginç o ilin Tekel başmüdürü savcılığa başvurmuş, yani tevkif etmiş. Suçlu kim? Suçlu Seyda Hz.leri. Suçu Devlete alkollü içkilerin satışını önlemek suretiyle zarar vermek, böylece devletin elde ettiği kazançtan mahrumiyetine sebep olmaktır. Böyle çok ilginç bir olaydır. Tabii suç duyurusunda bulunulmuş. Nitekim bu olay Kâhta savcısına intikal etmiş. Kâhta savcısı da kendisine gıyabeten verilen duyurudan hareketle ifade almak görevini yapmak üzere Seyda Hz.lerini çağırtmış ve istemiştir. Seyda Hz.leri de yüzünde hoş bir tebessümle gitti, ifadeyi verdi. Tabii ki böyle saçma sapan bir şey olamazdı ama neticede ne oldu? Takipsizlik kararı verildi. Fakat Seyda Hz.lerini köyden alıp Kâhta’ya kadar çağırmak ifadesini almak durumu doğdu. Maalesef Türkiye’de böyle bürokratlarımız oldu. Tabii bakış açısından ifade ediyorum.
Seyda Hz.lerini varlıklı bir aileden gelir, hem manevi yönden hem de maddi bakımdan. Manevi yönden Seyyiddirler, Seyda sözü de ordan gelme bir sözdür ve ehli beyttirler. Onlar Hazreti Peygamberin Sülalesinden gelmektedirler. Bu nokta önemlidir. Ayrıca maddi zenginlik de var. Zenginlikte orda toprakları var. Topraklarından elde ettikleri ürünü ne yapıyor? O ürünü gelip giden insanlara veriyor. Yani binlerce insan geliyor. Tabii manevi bereket de var. Hatta bazen onbinlerce insan geliyor: Çorba var, çorba dediğiniz dergâh çorbası. Bir nevi besleyici yemek. O çorba, o ekmeği yediğiniz zaman, başka bir yemeğe lüzum kalmadan oradan istediğiniz kadar kalabilirsiniz. Gelene sorulmuyor, sen kimsin? Nesin? Müslüman mısın? Hıristiyan mısın? Musevi misin? Dinsiz misin? Bölücü müsün? Nesin kimsin diye sorulmuyor. Gelen kim olursa olsun sofralar açılıyor, ekmek veriliyor ve yemek veriliyor. Söylenildiği gibi müritlerinden herhangi bir şey almak değil, bilakis veriliyor. Yanına gelen insan adam oluyor insanoğluna ikramda bulunuluyor. Ancak bakarsın bu hadiseyi birileri bilmeden anlamadan yanlış değerlendirebiliyor. Bu vesileyle şunu söylemek istiyorum. Bizi dinleyen ve devletin herhangi bir yerinde görev yapmakta olan insanlar var ise şunu söylüyorum:
Bu insanlara karşı yani Türkiye’deki maneviyat büyüklerine karşı peşin hükümlü olmaktan vazgeçin. Bakın ne yapıyor bu insanlar. Bunlar devletimiz içinde, milletimiz içinde, insanımız içinde ve insanlık içinde yararlı insanlardır. Bunu iyi tespit etmek lazım. İstisnalar yok mu? Olabilir ama istisnayı arayın ve bulun. İstisnaları kaidede bitirmeyin. Zamanla birçok gerçekler ortaya çıkıyor. Bunlar zamanla çıkacak ve çıkıyor. Fakat esas olan peşin hükümden kurtulmaktır.
Bir nokta ifade etmek istiyorum bu vesileyle; Bendeniz, yine ziyaretlerimden birisinde Seyda Hz.’lerinin yanında iken bir insan bir görevle geldi. Görev bir büyük politikacının elçiliği ve istenen şuydu: Seyda Hz.’leri ve bağlıları o siyasi partiyi desteklesin. Geniş bir çevre. O zaman söylenen söz bir milyon bağlısı var deniliyordu. Bir milyon bağlı demek beş milyon demektir. Eğer hesab yapılırsa, hanımı yakınları ve kardeşleri falan derken beş milyon oy demektir. Beş milyonda çok büyük oydur. Ve selamlarını söyledi, talebini söyledi ve açıklamalarda bulundu. Seyda Hz.’lerinin cevabı şu oldu:
. Biz siyaset yapmayız. Biz hiç kimseye, şu partiye oy verin, bu partiye verme veya verin demeyiz. Çünkü bize gidip“Biz Allah yolunda hizmet ediyoruz. Bizim işimiz insanlara İslâm’ı ve insanlığı anlatmaktır gelen insanlar arasında her partiden insanlar var. Bizim işimiz o değil, o siyasetçilerin işi.”
O arkadaşımıza tekrar şunu söyledi:
“Buyurun siz yapın siyasetinizi, ama biz yapmayız” dedi. Seyda Hz.’lerinin bu veciz sözleri ibret olayıdır ve örnektir.
Efendim başka tarikatlar da var Bir başka hususu da belirtmek istiyorum:, vesairelerde var diye bir soru kendisine yöneltildi. Malumunuz Türkiye’de birçok tarikatlar, dini gruplar ve cemaatlar var. Söylediği şu oldu:
“Hepsi biridir. Hiçbir ayrım yoktur. Nakşibendî, Kadiri, Rufai yahut ta şu bu ne olursa olsun hepsi birdir. Yeter ki doğru olsun. İslâmi ölçüler içinde kalmış olsun Hiçbir ayırım söz konusu olamaz.”dedi. Yani dini gruplara bakışı budur ayrıca insanlığına da bakışı da... Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle işte bunlar Peygamberin varisleridir. Yani ışık alimi ve bilim de ufkuna ermiş insanlardır. Tabii olarak bir tesir meydana geliyor Seyda Hz.’lerinin çevresinde.
Biz işin kıyl-ı kal’ındayız. Yani edebiyatındayız. Ben kendim için söylüyorum edebiyatı da güzel ama Büyüklerimizin yanında rahat söz söylemek düşmez. Asıl söz onlarındır. Bizim Türk-İslam büyüklerinin bir sözü var. Methiye tarzı söz söylendiği zaman ve dilekler, temenniler yapıldığı zaman; “Söylediğiniz gibi olsun” derler. Büyüklerimizden aldığım sözlerden takliden aşkı ifade etmeye çalışıyım.
Ne aşkı? Tasavvufun esası aşk. Ne aşkı? Allah’a aşk: Eğer Allah aşkı yoksa tasavvuf hali zor, mutasavvıfın işi zor. Aşk gelince de bütün problemler bitiyor. Ahmed Yesevi Hz.leri, “aşkı olmayanın ne dini var ne imanı” diyor.
Bütün bunların amacı Hz. Cibril’in soru sorma suretiyle Hz. Peygambere söylediği; İslam ne? İman ne? İhsan ne? Sorularından İhsan’a verilen cevab da Allah’ı görür gibi ibadettir ve kulluktur diye ifade ettiler Peygamberimiz... Allah’ı görür gibi ibadet aşkın tekemmül ettiği ve olgunlaştığı an gerçek din, gerçek iman galiba bu.
Tabii bu hamur İmam-ı Rabbani Hz.lerinin mektubatta buyurduğu gibi; çok su götüren hamurdur. Mektubatta çok çok bu sözü söylüyor ama şunu ifade etmekle yetinelim. Yunus Emre; “aşk gelecek cümle eksikler biter” diyor. Demek ki, aşk gelmeyince eksiğiz ve noksanız. Hz. Mevlana büyük çağrısına aşkı o Mesneviye yazarken o neyden dinle ki ayrılıklardan bahsediyor. Şikâyet etmede ayrılıkları ve ney’i anlatıyor. Ayrılıklardan şikâyeti anlatıyor. Kamış nerden ayrıldı? Kamışlıktan insan nerden geldi? Hakiki insan O’ndan, Allah’tan geldi. Şimdi O’na gitmek işte aşk bu...
Hani biz “hay’dan gelir huy’a gider” gibi söyleriz ya. Hâlbuki o öyle değil Tasavvufi güzel bir söz:
“Hayy’dan gelir Hu’ya gider” Yani Diriden (hayattan) gelir, O’na, mutlak varlığa ve Zat’a gitmek. Aşk bu ve aşk olmazsa işimiz zordur. Dileriz ki, Allah hepimize aşkı nasip etsinde işimiz kolay olsun, belki yola gireriz. Onun için aşka ihtiyacımız var ve O insanlara da muhtacız. Sohbetimize mevzuu olan insan gibi, insanlara ihtiyacımız var.
Peki aşk gelen insan hayatta kesilecek mi? Burda Bahaüddin-i Buhari Hz.lerinin bir sözü var: Mina pazarında bir genç gördüm, elinden çok büyük miktarda binlerce dinarlık alışveriş geçiyordu. Kalbinde Allah’tan gayrisi yok” diyor. Burada ışık şahsiyet, nur insan neyi söylüyor? Söylediği şu. Müslüman’ın yola girenin işleri olacak, hayattan kesilmeyecek, büyük miktarda alışveriş de yapacak, ticarette yapacak. Zahiri bilimler de yapacak, emek harcayacak, çalışacak ancak kalbinde Allah’tan başka ve Allah’tan gayrisi olmayacak kalbinde. İslâmiyet’te, İslâm tasavvufunda hayattan kesilmek yok. Böyle melul melul dolaşmak filan bir hal olarak zaman zaman gelir olabilir o ayrı. Bazı üstün insanlar adeta daha hızlı hareket etmek, daha yükseklere sıçramak ve daha uzun mesafeler aşmak için biraz hayattan geri çekilebilirler zaman zaman. Ama sonra tekrar hayata geri gelebilirler. O gerilemekle hayattan kopmak değildir, o daha büyük işler yapmak için zaman kazanmaktır ve zamanı iyi değerlendirmektir. Kural olarak hayattan kesilmek diye bir şey yoktur.
Seyda Hz.lerinin Çanakkale’ye gidişi manevi bakımdan o olmalıydı, o oldu. Fakat bizim açımızdan bakarsak bu devleti yönetmek mevkiinde olan insanlar açısından bakarsak çok büyük bir yanlışlık yapılmıştır. Tabii o yanlışlığa genel olarak devletimi ve devletin karar mekanizmalarını kusurlu görmek doğru değil. Çünkü uzun yıllar devletimiz o konuda doğru teşhis koymuş. Büyükler zaten kusur görmez. Fakat birileri ne yazık ki, çokça karşımıza çıkan birileri orada da karşımıza çıkmışlardır. Son derece yararlı bir insanı, bırakalım tasavvufi ve maneviyatı, tamamen pratik açıdan faydalı açıdan alsak bile gelin öyle yaklaşalım. Yani pragmatist, bakalım faydacı bakalım, çıkarcı bakalım, nasıl bakarsak bakalım. Ne isteniyordu da o insan alındı Çanakkale’ye gönderildi. Ne oldu? Efendim ziyaretçileri çoğalmış, o ziyaretçilerin sana her anlamda faydası var. Oraya giden insanlar daha iyi vatandaş haline geliyorlar. İyi insan, iyi vatandaş oluyorlar. Sen iyi vatandaş, iyi insan olunmasını istemiyor musun? Ama bu yanlış çokça yapılıyor. Bu durum Seyda Hz.lerine zarar mı veriyor? Hayır, Seyda Hz.leri için belki her yer bir. Zahirde bir eksiği varsa o tamamlandı. Galiba 63 yaşında vefat edişi de bir başka hikmet.
Hz. Peygamber 63 yaşında vefat ettiği için Ahmed Yesevi Hz.’leri 63 yaşında yeraltına girdi. Orda büyük hizmetini devam ettirdi. Tabii onuda doğru anlamak lazım. Yani 63 yaşındayken yeraltına girdi ama ondan sonrada uzun yıllar boyunca orda öğrenci yetiştirdi ve onları gönderdi. Tabii Seyda Hz.leri de 63 yaşında yeraltına girdi. Yahut öyle takdir edildi. öyle oldu ama, hizmeti de bitmedi. Orda hizmeti devam ediyor.
Aklıma özellikle Hz. Mevlana’nın Hocası, mürşidi ve yol göstericisi Seyyid Burhaneddin Hz.’lerinin sözü geldi. Diyor ki:
“Yüz müslüman birbirini sevse, içlerinden hangisinin mertebesi yüksekse hepsini o mertebeye yükseltirler ki oraya ayrılık girmesin”
Sevse, yani sevse diyor. Şimdi ben kendim için kurtuluş yolu olarak, bu büyük insanları sevmeyi ve sevenleri sevmeyi o sevenlerle birlikte bulunmayı kendim için bir kurtuluş yolu gibi görüyorum.
Esas olan şimdi sevginin tabii sonucunda hoş görüdür. Böyle düşünüyorum ama başkaları da başka türlü düşünebilirler. Onları yaratan da Allah. Bir hikmete binaen yaratmıştır onları. Dolayısıyla Yunus Emre’nin bir sözü gündeme geliyor:
Yaratılanı hoş görmek
Yaratandan ötürü.
Mademki, bunları da Allah yaratmış bir sebebe binaen yaratmış. Belki o olmazsa bu olmaz. Yaratılış hikmetleri içinde O’nun da bir yeri var. Neyin yeri var? Biz de farklı düşünenlerin yeri var mutlaka. Öyle ise ikinci kural hoşgörü kuralı olmalıdır. Birbirimizi hoş görmeli. Bunu dar anlamda İslâmi gruplar için söyleyeceğim, bir örnekle ifade edeceğim:
İmam-ı Rabbani Hz.lerine soruyorlar. Bu semah, sema, raks ve mevlit için ne düşünüyorsunuz?
Diyor ki:
“Bunlar bizim yolumuzda yok”.
Kendisinin yolu malum. Müceddidi El-fisani ikibin yılının yenileyicisi ve Nakşibendi yolunun en büyük kol başlarından birisi. Bizim yolumuzda semah, sema, raks, musiki yok diyor. Yani musiki dini anlamda musiki yok. Bunlar bizde yok ama Kadiriler ve Mevlevilerde var. Onun için sesimizi çıkarmaz kötü konuşamayız, diyor. Bu anlayış ne güzel anlayış. Bunu ben böyle anlıyorum ama o öyle anlıyor, kötü konuşamam ve aleyhine konuşamam. Şimdi bu anlayışı tüm cemiyete yayarsak kendimizi daha da geliştirmiş oluruz. Siz bizim fikrimize karşı çıkarsanız biz fikrimizi size benimsetmek için fikrimizi daha da gelişkin hale getiririz, siz de fikrinizi gelişkin hale getirirsiniz. Esas olan bütün cemiyetin kazanmasıdır. Bu hoş görü içerisinde birbirimizi sevmek, farklı görüşlere, farklı tasavvufi anlayışlara, farklı tasavvufi büyüklerine, farklı dini kavrayışlara, farklı mezhep anlayışlarına, farklı dinlere, farklı felsefi anlayışlara, farklı siyasi görüşlere hoş görü ile bakmayı dileriz.
Hoş görü kendi fikrinden vazgeçmek değil. Kendi fikrini savun. Fakat başkasının fikrine de savunmasına da bırak hoş görü göster, o da savunsun, o sana uyar. Bütün toplum böyle gelişir. Galiba anlaşmamız gereken ve yavaş yavaş ulaşmakta olduğumuz güzel takım öncü anlayış bu. Bizim buna şiddetle ihtiyacımız var.
Yunus Emre;
“Ölen hayvan imiş
Âşıklar ölmez” diyor. Bu mana da Seyda Hz.leri gayet tabii ölmedi. Hz. Mevlana’nın bir sözü var:
“Her dem yeni doğarız
Bizden kim usanası”
Bediüzzaman üç türlü hayatı anlatırken, hayatın üç türü var derken birisi de bu büyüklerimizin bir başka biçimde yaşamaya devam ettiklerini ve oradan insanlara yardımcı olduklarını ifade ediyor. Dolayısıyla diyoruz ki, Bunlar ölmediler, yer değiştirdiler. Yardıma oradan da devam ediyorlar. Belki ampuldüler, enerji haline geldiler. Şimdi o ampulleri dünya da bizlere bıraktıkları ampulleri vasıtasıyla aydınlatmaya devam ediyorlar.
Onlar yaşıyorlar ve yaşatıyorlar.

Rahmetli Adanan Menderesin oğlu da O gönül Sultanından etkilenmiş, hatta onla yapılan bir röportajda bu muhabbeti görmek mümkün:

Aydın Menderes:
''TOPLUMUMUZUN MANEVİ BÜYÜĞÜ VE ÖNDERİ OLMUŞTUR''

— Sayın Menderes, Seyyid Muhammed Raşid Erol Hazretleri (k.s.)'iyle ilk karşılaşmanızı anlatır mısınız?
A. Menderes: Kendisi ile iki kez görüşmek, ellerini öpmek ve hürmetlerimi sunmak fırsatını bulabildim. Kendilerinin pek kıymetli mahdumları benim aziz kardeşim Fevzettin Bey'le çok önceden tanışırdık. Muhammed Raşid Efendi Hazretleri gözlerinden rahatsız idiler ve bir ameliyat için Ankara'da bulunuyorlardı. Bu ameliyat öncesi bir günün akşamı Fevzeddin Bey'le birlikte buluşup merhum Muhammed Raşid Efendi Hazretleri'ni ziyaret ettik. Kendileri istirahat halinde bulundukları halde lütfedip nezaket buyurup bizi kabul ettiler ellerini öpüp hürmetlerimizi sunmak ve acil şifalar niyaz etme fırsatı bu şekilde doğmuş oldu. Kendisinin ne kadar mümtaz bir kişi, muhterem bir mürşid olduğu hakkında görüşmeden önce de fikir ve kanaat sahibi idim. Buna rağmen bu görüşmemiz benim için çok heyecan verici oldu. Aradan uzun bir zaman geçti. Çeşitli vesilelerle hürmetlerimizi gönderme fırsatı bulabildik. Bu yıl 1993 yılının Eylül ayında Afyon'da kendilerini ziyaret etmek, ellerini öpmek fırsatım oldum. Öğle namazını müteakip istirahate çekilip tekrar ikindi namazı için döndükleri zaman sohbet etmek fırsatı doğmuş oldu. Kendileri ile görüşmelerimin bende mahfuz kalması dileğimdir. Böylece kendisinin hatırasına da layıkıyla hürmet edebilme imkânı doğmuş olacağını düşünüyorum. Bütün yakınlarının ve tanıyanların bildiği gibi her vakit İslam'ın yolunu, hakikatin, doğrunun, dürüstlüğün, sevgi ve barış yolunu göstermiştir. Kendisinden elimizden geldiğince feyz ve nasip almaya çalıştık. Bu vesile ile merhumu bir kere daha rahmetle anmış oluyoruz.
— İlave etmek istediğiniz şeyler var mı?
A. Menderes: Muhammed Raşid Erol Efendi Hazretleri bu toplumun, barışın huzur ve sükûnu için, zihinlerin karıştırıldığı bir dönemde İslam güneşinin gölgelenip bulutlanmaması için elinden gelen bütün hizmeti Allah rızası için yerine getirmiş, pek çok insanı hem bu dünyada işleri içerisinde, hem inanıyoruz ahiret işleri içerisinde kaybolup gitmekten korumuştur. Toplumun manevi büyüğü ve önderi olmuş son derece muhterem bir zattır. Kendisinin bu faaliyetlerini şükranla anarken kendisi gibi bu yolda gayret gösterenleri, ahirete intikal etmiş olanlarına rahmet diler, yaşamakta olanlarına sıhhat ve afiyet temenni ettiğimi ifade etmek isterim.
— Verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ederiz.
A. Menderes: Ben teşekkür ederim.
İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı idi, şimdi Başbakan. Belediye Başkanlığı dönemlerinde susuzluk gündemde idi, kimi yağmur için suni bombadan bahsederken kimi değişik görüşler ileri sürüyordu. O sıralarda Tayip Erdoğan İstanbul’a geleceğini öğrendiği Gavs-ı Sani Seyyid Abdulbaki Hz.lerini hava alanında karşılarlar. Karşıladığında son derece hürmet ve edeple ziyaret ettikten sonra:
—Efendim size malumdur, İstanbul susuzlukla başı derttedir, yağmur yağması için dua etmesini talep eder, Mübarek dua ederiz der. Gerçekten de İstanbul onların himmet ve bereketiyle yağmura gark olur, öyle ki yağan yağmurun etkisiyle birçok yerlerde sel taşkınlarına yol açmıştır.
Her devrin kendi manzarasında buraya kadar işlediğimiz Hakan Evliya ilişkisine özetle bakıldığında:
—Oğuz Han ve evlatları-Irkıl Hoca ve Dedekorkut,
—Cengiz Han Gökçe Ata,
—Karaman Hakanı Satuk buğra han- Samani Ebu Nasr
—Alparslan- Buharalı Ebu Cafer Muhammed,
—Melik Şah-İmamül Haremeyn Güveyni ile Şeyh Ali bin Hasan el Sandali,
— Alâeddin Keykubat- Şahabeddin Suhreverdi ve Necmeddin Razi,
—Tuğrul Bey- Baba Tahir ve babab Cafer,
—Osman Gazi- kumral abdal ve şeyh edebali,
—Orhan Gazi- geyikli baba
—Yıldırım ve oğlu çelebi- Emir Sultan
—II. murat- Hacı Bayram Veli,
—Fatih-Emir Adil Çelebi ve Şeyh Akşemseddin
—Sultan I.Ahmed-Şeyh Aziz Mahmud Hüdai
— Ulu Hakan Abdülhamit Han- Şeyh Abdürranmani Taği
— Mareşal Fevzi çakmak- Erbilli Şeyh Esat Efendi
— Turgut Özal- Mehmet Zahit Kotku bağlılılığı gibi daha nice ikili serüven kendi iklimimizin gerçeğidir.
Velhasıl zahiri sultanlar olduğu gibi manevi sultanlarda olacaktır. Dünyanın gidişatı bu iki kutup doğrultusunda devam ediyor v edecektir. Zahir ve batın denilen iki kanaldan âlem nizam bulacaktır. Zahir sultanlarınca dünya meseleleri, manevi sultanlarca da ahiret meseleler halledilir. Vesselam

Minye’den Menzil’e
SELİM GÜRBÜZER
Hekimoğlu İsmal’i ‘Minyeli Abdullah’ romanıyla tanıdık dersek yeridir. Hatta çocukluk çağlarda öğretmenlerimiz kitap okuma alışkanlığını elde etmemiz için habire çırpınıp dururlardı, bir türlü de sevdiremezlerdi. Bir gün Bayburt Demirhan kitap evinin vitrininde Minyeli Abdullah adlı eseri görünce içimden bir ses bu kitabı mutlaka almalısın yönündeydi, aldım da. Hem de biriktirmiş olduğum harçlıkla. Sonuçta zar zor biriktirmiş olduğum parayla kitap aldık ya, elbette ki okumadan bir kenara koymak olmazdı. Okumaya koyulduğumda roman o kadar akıcı, o kadar sürükleyici, o kadar kendine bend ediyordu ki bir iki güne kalmadan bir bakmışım bitirivermişim. Derken bu eser sayesinde kitap okuma alışkanlığı kazanmış oldum da. Her ne kadar eser Mısır’da Minyeli Abdullah’ın çektiği dramı anlatsa da, aslında Eski Türkiye’de sıkça yaşanan hadiselerin tıpa tıp aynısıydı. Dahası bu eser Müslüman’ın derdiyle dertlenmenin bir gür sedasıydı. Peki, dertlenmenin bir tatbiki var mıydı acaba dediğimizde çok yıllar sonra Sur dergisinde aynı yazar ‘Gönüller Sultanı’ başlığıyla yazdığı makalesini okuduğumda sorunun cevabını aldım da. Gerçekten aşağıda makaleyi bir kez daha okuduğumuzda Müslüman’ın derdiyle dertlenmek nasılmış hep birlikte görmüş olacağız. Bakın Hekimoğlu İsmail o akıcı uslubuyla nasıl dile getiriyor bir görelim:

GÖNÜLLER SULTANI

Vazife:

Allah indinde din, İslâmiyet’tir. Gerçek Müslümanlar bulunduğu müddetçe kıyamet kopmayacaktır. Demek ki İslâmiyet kıyamete kadar yaşayacak. Yaşanan bir din için Allah dine hizmetkâr olacak kullarını göndermektedir. İslâmiyet’e hizmet eden herkes, Allah'ın memurları hükmündedir. Görünmemekle beraber her birinin rütbesi vardır.

Keramet:

İslâmiyet’e hizmet edenlerin en belli vasfı keramettir. İslâmi ahlaka sahip olmak, İslâmi ilimleri bilmek bir bakıma keramet gibi görünse de, alışılmışın dışında bazı işlerin yapılabilmesi de kerametin en mühim şekli. İnsanlara, İslâm’ca yaşamayı verebilmektir.

Ayyaşların tövbesi:

İki ayyaş bir taraftan kadehleri boşaltırken, bir taraftan da çene çalıyorlardı:

—Seninki artık içmez oldu.

—Sorma yahu, bir hoca görmüş, kendisi hoca kesilmiş.

Kahkahayı bastıktan sonra:

—Adam hem içiyor, hem sakal bırakmış, hem de camiye gidiyor. Ha babam ha!

—Görmesem inanmazdım.

Biraz sustular. İkisi de kadehlerini tutuyor, ikisi de sigarayı tellendiriyordu.

—Biz de gitsek mi?

—Anlamadım?

—Kafayı iyice çekelim, ceplere de birer tane yerleştirelim. Bagaja da dolduralım. Bakalım hoca ne yapacak?

Yine güldüler. Kadeh tokuşturdular. Bu karara sevinmişlerdi.

Bir hafta sonra sarıklı, cübbeli, entarili bir şahsın karşısına dikildiler. Ayakta duramayacak kadar sarhoştular.

—Para verdiniz, gidip için...

Onların hayatları ''içmek''ti. Hoca da için diyor. Hemen ayrılıp, arabanın yanına döndüler. Kendi tabirleriyle çilingir sofralarını kurup, içmek istediler. Mümkün değil, tek yudum alamadılar. O zaman şişeleri taşa çaldılar.

Tevbe:

Yarabbi, işlediğim günahlara tevbe ediyorum. Keşke işlemeseydim. Bir daha işlemeyeceğim...

Keramet mi?

Namaz kılmayan, namaza belki düşman olan kimseler abdest almaya başlıyor. İslâm okyanusuna giren bu adamlar titriyor, ürperiyor. Allah diye bağırıyor. Şubat ayındayız, mevsim kış. Soğuktan değil, hayatın değişmesinden dolayı titreyenler, rengi kireç gibi olanlar, yeni bir hayata geçenler, içkiye, kumara veda edenler, meyhaneyi kapatanlar, namaza başlayanlar, sakal bırakanlar...

Gong!

Olup bitenleri anlamaya çalış. Bunlar akılla, kitapla izah edilemez. Şu ayyaşın abdest alışına bak! Şu komünistin Allah deyişini dinle! Şu kumarbazın maddeten ve manen ellerini yıkamasını seyret! Artık modern hayatın çölünde vaha kurulmuş. Artık İslami bir hayatın çizgileri çizilmiş. Artık ferman ferman üstüne inmiş, boyunlar bükülmüş, eller bağlanmış...

Çorba:

Müslümanlar para kazanın zengin olmayın, cümlesinin tatbikatı burada. Gönüller Sultanı, Asr-ı Saadeti, yirminci asra getirmeye çalışıyor. Yüzlerce, binlerce insana kendi kazancından çorba içiriyor, ekmek veriyor. Kimseden bir şey almıyor. Herkese bir şeyler veriliyor. Çorba ve ekmek bugünkü standartların dışında. Fakat sahabe çorbasına ve ekmeğine çok yakın.

Cami yaptırmış tıklım tıklım dolu. Yatsı namazında üst üste secde ettik, imam kendisi...

Sonra camide halı üstünde uyuyanlar. Mevsim kış. Soğuk şiddetli. Üşüyen var, hasta olan yok... Dedim ya akıl üstü, kitap dışı şeyler... Hatta dışarıda, beton üzerinde yatanlar olmuş, yine hastalanan yok. Hastalıkları iyileşenlere de rastladım.

Kuyruk:

Yatsıdan sonra tekrar abdest aldım. Talimata göre artık konuşmak, yemek, içmek yok. Saat dokuz, üstü açık dört banyonun önünde, gusül abdesti için kuyruğa girmişler. Bekleyenlere dikkat ettim. Bunlara el yıkatmak mümkün değilken bu gece vakti, kar serpiştirirken, soğuk su ile gusül aldıran güç nedir?

Bekleyen çok diye, gittim gece yarısı saat birde geldim. Yine kuyruk var. Bu iş başka... Ben de gusül aldım söylenenleri gücüm yettiğim kadarıyla yapmaya çalıştım.

Mehenk:

Gördüğüm, duyduğum her şeyi İslâm’ın mihengine vurmaya çalıştım. Bildiğim kadarıyla İslâm’a aykırı bir hal yok. İslâmiyet’i yaşama gayreti bir kısım kabahatlerin de üstünü örtüyor. Bir fakih, Allah diye bağırılmasını hoş karşılamadı. Hâlbuki bir kısım insanların vücut şehrinde değişmeler oluyor. Büyük fırtınalar içinde, en güzel feryat, yine Allah demektir.

Sürgün:

Düşünüyorum, bir kısım insanları devlet sürgün ediyor. Gönüller Sultanı kendi kendini sürgün etmiş. Şehirlerden uzaklaşmış. Tepeler üzerinde en basitinden yerler yapmış. Evler basit, cami büyük!.. Televizyon, radyo, gazete yok. Siyaset, parti iktidar hırsı yok. Şehirlerin günaha akan caddeleri, hileli hurdalı ticaretleri yok. Gayri ihtiyari zaman zaman kendi kendime sordum: ''Türkiye'de miyim?''

Irklar, kavimler kaynaşmış. Diller bir kelimede ittifak etmiş: Allah!

Su:

Dikkatle bakınca İslâmiyet’in keramet gerçeği burada oldukça bol. Mesela asırlardır susuz olan bu topraklarda, bir yer kazılmış, su çıkmış. Bu sudan her gün binlerce kişi abdest alıyor, içiyor, yıkanıyor ve bahçeler sulanıyor. Kıraç topraklarda güzel bahçeler kurulmuş...

İlim Allah'ın, İslâm Allah'ın ve hepimizi yaratan Allah! Gönüller Sultanı bir insandır, Allah'ın askeridir. Emir almış, vazifesini yapıyor.

Falan köyün camisi cemaatsizmiş. Şimdi gençlerle dolu. Çünkü gönüller sultanını görmüşler.

Öğle tatilinde camiye koşan işçiler onu görmüşler.

Çantasını kenara bırakıp namaz kılan gençler, onu görmüşler.

İslâmiyet’in Hak din olduğuna binler delil var. Biri de Gönüller Sultanının icraatı...

MENZİL'DE BİR GÜNEŞ BATTI

Menzil, varılacak yer demektir. Hiç kimse ''Falan yere gidin'' demedi, herkes oraya akın akın gitti. Evvela devlet gözetledi: ''Ne oluyor?'' diye, sonra Muhammed Raşid Efendi'yi gözetim altına aldı, sorgulaması yapıldı:

— Biz, kimseye gelin demiyoruz, onlar kendi istekleriyle geliyorlar. Onlara bir şey de söylemiyoruz...

Şeklinde ifade verdi fakat yakasını bir türlü bırakmadılar. Neticede o bizi bıraktı, dünya yurdundan ahiret yurduna göçtü.

''Allah indinde din İslâmiyet’tir'' buyruluyor, ''Allah dinini kıyamete kadar koruyacaktır'' deniyor. Hâlbuki İslâmî eğitim hemen hemen yok edilmiş, günah selleri sevapları da alıp götürmüş, ortada ismi Müslüman fakat Avrupa hayatı yaşayan insanlar kalmış... Bu durumda İslâmiyet nasıl devam edecek?

Sebepleri yaratan Allah, bazen sebepleri aşarak icraatını sürdürüyor. Menzil'de bunun tatbikatını gördük.

Menzil Urfa yolu üzerinde, Urfa'ya yakın bir yer. Eskiden burası bir bozkırmış. Raşid Efendi'nin dedesi buraya gelip, gayet basit evler yapmışlar, birkaç haneden ibaret bir belde kurmuşlar. İşin en önemli yanı buradan bir su çıkmış, tadı değişik amma güzel. İçmeye, temizliğe bahçe sulamasına yetecek kadar. Sanki kendi kendilerini sürgün etmişler, şehirlerden kaçıp, ıssız bir yerde ikamete başlamışlar. Fakat milyonlarca insanın bulunduğu şehirlerde kendilerini yalnız hissedenlere inat, bunlara her gün binlerce insan akın akın ziyarete gelmiş. Evet, orada bulunduğum üç gün içinde her gün otobüsler, taksiler, minibüsler dolu insan gelirdi. Mahşeri bir kalabalık vardı. Bu insanları oraya çekip getiren neydi? Niçin geliyorlardı? Yaz, kış demeden, yorgansız, yataksız camide veya şurda burda nasıl yatıyorlardı? Ne yiyip ne içiyorlardı?

Evet, İslâmi öğretim ve eğitim yok edilirken, Müslümanlar sebeplerin dışında, İslâmiyet'le müşerref olup, İslâmiyet'in hakkaniyetine alenen inanıyorlardı.

Raşid Efendi, pek konuşmazdı, vaz-u nasihatte bulunmazdı. Sadece imamlık ederdi. Amma onu gören kötü alışkanlıklarını terk eder, bazıları sakal bırakır, dinî kıyafetler içinde işine bakardı. Nasıl ki, mıknatıs, demir cinsinden şeyleri mıknatıslandırırsa, o da yanına yaklaşana İslâmi hayatı aşılardı. Bu, elbette Allah vergisiydi. İslâm'dan uzaklaşan bir kısım kullarını Allah, bu şekilde İslâm'a çekiyordu. Her ırktan, her mezhepten, hatta her dinden insanlar gelirdi, bunları getiren sebebi anlamak mümkün değil, amma giden bir daha gitmek ister, sevdiklerini de götürürdü.

O, Seyyid’di, âli beyttendi. Bu noktada düşünüyorum: Hazreti Ali'yi sevdiğini söyleyen, onun soyuna hürmetkâr ve bağlı olan Aleviler, bu seyyidler kervanına tâbi olsalar gerçek manada Hazreti Ali'ye de tabi olurlar. Seyyidler çok önemlidir, onlardaki hal ve tesir daha başkadır.

Raşid Efendi Arapça, Türkçe ve Kürtçe bilirdi. Menzil'de Kürt'ü, Türk'ü Arap'ı, kardeş kesilirdi. Böylece milli derdimizin dermanı idi, bir kısım bürokratlar kadrini bilmedi. Osmanlı Devleti'ni asırlarca ayakta tutanlar, Raşid Efendi gibi kimselerdi. Türkiye, bunların kıymetini bilmediği için şimdi başımıza PKK olayları çıktı. Çünkü İslâmiyet'i yaşamaktan başka bir gayesi olmayan Raşid Efendi ve onun gibiler sürekli gözetim altında bulunduruldu, sürgün edildi, ifadesi alındı, kısacası rahat bırakılmadı, olaylar PKK'lılara malzeme oldu. İslâmiyet her ırkı, her mezhebi, kısacası Müslümanları kardeş ederken bugünkü kavmiyetçilik, kardeşi kardeşe düşman etti. Raşid Efendi gibilere imkân tanınsaydı Güneydoğu hadiseleri olmazdı.

Dedik ya, ''O, Seyyid’di''. Seyyidler kervanı yollara devam edecek, bu kervana katılanların dünya ve ahiretleri cennet olacaktır inşallah.

İşte görüyorsunuz, ‘abd’ olmak kul olmak demektir. Yani, Abdullah ya da Abdulhakim olunca da Allah’a kul olmak manasınadır. Dahası Abdullah’ın Minye’sinden Abdulhakim el Hüseyni (k.s)’ın Menzil’ine seyr-i âlem edildiğinde Müslüman’ın derdiyle dertlenmekte Allah’a kulluğun gereği bir yolculuktur zaten.

Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2564/minyeden-menzile.html

Not: BBP Genel Başkan yardımcısı Ünsal Karabulut kaynak olarak gösterdiğim bu yazı için bana gönderdiği bir yazıda düzeltilmesi gereken yerlere dikkat çekerekten şöyle der:
-Selim Can, öncelikle yazı için tebrik ediyorum. Eline yüreğine sağlık. Ancak bir yanlışlık tarihe not olarak düşülen bu yazıda bir yanlışlık var. Şu pasajda: “Oysa gerçek bambaşka... Şeyh Muhammed Raşid Erol'u, askerler, hiçbir suçu olmadığını bildikleri halde sürmüşlerdi. Adıyaman ve çevresinde etkili olduğu gibi namı bütün Türkiye'yi sarmış bir din bilgini olan Menzil Şeyhi'nin varlığı onları rahatsız ediyordu. Sürgün yeri olarak Bozcaada'yı seçmeleri de manidardı. Şeyh'i, Bozcaada'daki Şarap Fabrikası'nın üst katında oturtuyorlardı. Böylece, ayyaş olarak Menzil'e gelip elindeki şişe ve kadehi kırarak tövbekâr olan birçok kişinin ''intikamını'' almış oluyorlardı kendi akıllarınca.. “ diye geçen yazıda belirtilen mekân aslında Bozcaada değil Gökçeada’dır. Ve.. Gökçeada’da müstakil bir ev. Şarap fabrikasının üstünde değil.. Zira bendeniz ve bir arkadaşımız Seydamız (k.s)’ a görevli gittik ve Gökçeada’da iki gün kaldık. Evinin etrafında idik. Kendilerine bir emaneti (endirek olarak) bıraktık. Ve şu var ki; küçük oğlu (Abdurragip değil) Abdulgani evin ihtiyaçlarını Gökçeada’da temin için mecburen ‘içki satışı ‘ olan bir yerden yapıyor. Cuma namazı içinde merhum büyüğümüze eve 250 metre civarında olan cami’ye gitmesine izin verilmiyordu.